Eğer bir “hayal” kuracaksak, bu hayali, kökünü Haziran İsyanı içerisinde oluşan direniş ve dayanışma kültüründen ve Erdoğan rejiminin saldırganlığına karşı boyun eğmeyen devrimci direnişler içerisinde verilen emeğe ve direnişe saygıdan alan anti-faşist güçlerin en geniş birliğini hedefleyen bir siyasal birlik zemini üzerinden kurmalıyız
Önümüzdeki siyasi iktidar mücadeleleri süreciyle ilişkimizi, düzen içi ve düzen dışı seçeneklerin birlikte yer aldığı asimetrik/”eğri” bir siyasi uzamda, üç kutuplu bir model tasarımı üzerinden kurmalıyız. Faşizmin iktidarına aday olan düzen güçlerin aynı düzlemde yer alan ilk iki kutbu oluşturacağı açıktır. Üçüncü kutup ise faşizmin üzerinden örgütlendiği ve bu nedenle faşizmi yıkmaya yönelmek zorunda olan anti-faşist güçlerin siyasal/toplumsal eylemiyle yaratılacaktır/yaratılabilir. Sürecin bu model üzerinden şekillenmesi bir süredir (hatta “üçüncü kutup” açısından yıllar öncesinden) başlamıştır. Önümüzdeki süreci bu gelişme modeli üzerinden ele aldığımızda, siyasi mücadele çizgimizi, üçüncü kutbun gelişmesine yönelik politikalara odaklamamız gerekmektedir. Bu politikalar, “Üçüncü Kutup”un, sürecin bir “bileşeni” olmayı aşmasını, süreci yönetmesini sağlamayı hedeflemelidir.
Emek ve Özgürlük İttifakı, seçim süreci düzleminde, Türkiye’nin anti-faşist güçlerinin en geniş siyasi birliğini temsil edecek güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktı. İttifakın bugünkü öznel ve nesnel koşullarda “sosyalist ve demokratik güçlerin seçim alternatifi” niteliğinin ön planda olacağı bir gerçektir. Ancak önümüzdeki süreç gözü olan herkesin gördüğü gibi bir seçim süreci değil, bir iktidar savaşı süreci olarak yaşanacağından, ittifakın kendisini istese de “bir seçim işbirliği platformu” olarak sınırlayabilmesi kolay değildir. İttifakın kendisini bu iktidar savaşı sürecinin somut, toplumsal ve politik bir gücü olarak örgütlememesi halinde bileşenlerine ayrılması ve parlamenter düzleme sıkışarak etkisizleşmesi kaçınılmazdır. Bu tip bir “birleşik siyasi sıkışma”, anti faşist güçlerin Erdoğan rejiminin bu süreçteki saldırganlığına ve darbelerine karşı birleşik bir direniş hareketi yaratmak için başka birlik zeminlerine yönelmelerine fırsat, olanak ve mecal bırakmayacaktır.
Öngördüğümüz sürecin devrimci politikasının merkezinde, ilk adımda, anti-faşist siyasi ve toplumsal güçlerin kararlı siyasi birliği sorununu çözmek bulunmalıdır.[1] Bu birliğin siyasi merkezinde (istese de istemese de) Emek ve Özgürlük İttifakının bulunacağı açıktır. Anti faşist güçlerin ortak mücadele zemininin geniş spektrumunda, Emek ve Özgürlük İttifakı, Sosyalist Güç Birliği, herhangi bir ittifakta yer almayan sosyalist siyasi yapılar, Kadın ve LGBTİ+ hareketi, Ekoloji hareketi, Alevi örgütleri, CHP’nin sol tabanının çeşitli türlerden öbekleşmeleri, küçük tarım üreticileri, barınma hakkı savunucuları gibi yerel direniş ağları, devlet güdümlü olmayan sendikalar ve işçi inisiyatifleri ve bugünden öngörülemeyecek “taraftar grupları”, “anti-türcü hareketler” gibi çeşitli türden “kent muhalefeti hareketleri” yer alacaktır. Bu birliğin faşizmi yenecek bir siyasal-toplumsal güç olarak teşekkülünün uzun ve çok yönlü bir mücadeleler süreci olacağı açıktır. Türkiye solunun (burada sayıp dökerek canımızı sıkamayacağımız) sorunları nedeniyle başlangıçta mutlaka zayıf ve sınırlı bir temel üzerinde birleşecek bu oluşumun niteliğinin geliştirilmesinde, devrimciler, daha önce de yaptıkları gibi, iyi hesaplanmış, zamanlanmış, odaklanmış, politikalandırılmış girişkenlikleriyle ön açıcı bir rol oynamaya aday olmalıdırlar.
Anti-faşist güçlerin Emek ve Özgürlük İttifakı düzlemindeki bir araya gelişinin yukarıdaki öngörüye karşılık verebilecek bir potansiyele sahip olup olmadığı sorusunun cevabı, bu ittifakın kendisini bir “seçim ittifakı” mı bir “mücadele ittifakı” mı olarak sunduğuna bakılarak verilemez. Çünkü bir politik platformun “ne olacağını” belirleyecek olan sadece “kendisine ilişkin fikirleri ve beklentileri” değildir. Türkiye toplumunun demokrat toplumsal tabanının neredeyse tümüyle etkileşim halinde olan bu “anti-faşist” güç merkezinin gelişim sürecini, harekete geçirdiği/onu harekete geçiren toplumsal dinamikler, karşı karşıya geleceği saldırılarla baş etme yeteneği gibi çok sayıda faktör belirleyecektir.
İttifakı, halkın ihtiyacı olan faşizme ve neoliberalizme karşı direniş, mücadele ve örgütlenmelerinin önündeki bir engel değil, bir kolaylaştırıcı altyapı haline getirmek olanaklı mıdır? İttifak karşısındaki tutumumuzu bu soruya vereceğimiz yanıtla belirlememiz gerekir.
Bu yanıtı vermeden önce hatırlatmamız gerekir ki, üzerinde konuştuğumuz şey birbirinden farklı siyasi önceliklere sahip partilerin bir ittifakıdır. İttifak, düzen güçlerinin seçim sürecinde oluşturdukları birlikler karşısında, siyasi sürece demokratik bir politik düzlemden müdahale edecek bir birlik ihtiyacı üzerinden bir araya gelmiştir. İttifak, “seçim ittifakı” görünümünü veren ama bu işbirliğini, demokratik ve sosyalizan ortak politik hedefler doğrultusunda uzun vadeli bir mücadele birliğiyle gerçekleştirmeyi amaçladığını ifade eden bir güç birliği zeminidir. İttifakın kuruluş sürecinde olduğu kadar, bundan sonraki pratikte ortaya koyacağı güç ve eylem birliğinin de, bileşenlerinin siyasi önceliklerindeki yakınsamalar üzerinden gelişeceği açıktır. Ancak İttifakın, eyleminin somut içeriğini, içinde yer aldığı gerçek siyasi süreçle etkileşim içinde geliştireceği de bir başka gerçektir.
Yakın tarihimizde, devrimcilerin, sosyalistlerin içerisinde etkin bir biçimde yer aldıkları çok sayıda ve birbirinden farklı türde ittifaklar oluşturulmuştur. Yukarıdaki soru açısından bu ittifaklardan içerisinde yer aldığımız üçü üzerinde özel olarak duracağım: “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”, “Hayır Bloku” ve “Taksim Dayanışması”
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, 19 Aralık 2000 Cezaevi katliamı sonrasının pasifikasyon ortamında, AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından, 1 Aralık 2002’de yapılacak “Savaşa Hayır!” mitinginin örgütlenmesi için 16 Ekim’de oluşturulan “1 Aralık mitingi koordinasyonu” olarak ortaya çıktı. O güne dek politik niteliği ön planda olmayan “savaş karşıtı”, “anti-militarist”, “sol liberal” toplulukların zayıf propaganda etkinlikleri olarak seyreden süreç, 16 Kasım’da 250 kişilik bir grupla İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçen Halkevciler’in polis barikatını yardığı, çok sayıda polisin yaralandığı ve 60 Halkevci’nin gözaltına alındığı gösterisinin ardından ciddi bir ivme kazandı. Bu ivme önce Türkiye sosyalist hareketinin birçok grubunu olduğu gibi ilerici emek örgütlerini de daha etkin bir hareket zeminine çekti. Bu noktadan sonra koordinasyon içindeki sosyalistler, 1 Aralık miting kürsüsünün, sol-liberallerin zorladığı gibi “İslamcılarla ortak bir kürsü” haline getirilmesi karşısında güçlü bir biçimde karşı koyabildi. Koordinasyon, savaşın başlamasının ardından sol liberaller (BAK) tarafından bölünüp sönümlenmesine kadar, AKP hükümetinin savaş politikasına karşı açık bir sol-savaş karşıtı mücadele merkezi haline geldi. Bu süreçte aldıkları inisiyatif, Halkevciler’in neoliberalizme karşı yoksul halkın direniş hareketlerini örgütleyen önemli bir siyasi inisiyatif merkezi haline gelişinin başlangıcı oldu. Bu yükseliş, Halkevciler’in, 2004’teki NATO eylemleri sürecinde (pratik hatalar nedeniyle değerlendiremedikleri) bir başka siyasi sıçrama anını yakalamalarının alt yapısını oluşturdu.
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu öncesinde EMEP, Halkevleri, ÖDP ve TKP tarafından kurulan “Hayır Bloku”nun gelişmesinde de benzer bir etkileşim sağlandı. Blok başlangıçta temsili bir “tutum birliği” platformu görünümündeydi. Halkevcilerin ve Öğrenci Kolektiflerinin, Anayasa Referandumundaki “Hayır” çizgisini, “Yetmez Ama Evet!” çizgisini de karşılarına alarak, Türkiye’nin dört bir yanında enerjik bir biçimde ifade etmeye girişmesi, AKP otobüslerinin yollarının kesilmesi, “yumurta atma” eylemleri, AKP ve yandaşlarının düzenlediği destek etkinliklerinde, gösterilerinde gerçekleştirilen protestolar, Hayır Bloku’nu giderek daha etkin bir ortak mücadele düzlemine taşıdı. Bu süreç, sol-liberalizmin Türkiye sosyalist hareketinden tasfiyesiyle sonuçlandı. Aynı süreçte neoliberal yıkıcılığa karşı halkın hakları mücadelelerinde ve güvencesiz işçiliğe karşı mücadelelerde sağlanan ilerlemeyle birlikte Halkevciler, Türkiye sosyalist hareketi içinde, neoliberalizme ve Siyasi İslamcı iktidara karşı militan kitle mücadelelerinin en etkili politik merkezi olarak 2012 sonuna kadar hızlı bir ilerleme gösterdi.
“Taksim Dayanışması”, 2011’de “Taksim Yayalaştırma Projesi”ne Taksim esnafının ve ilgili meslek örgütlerinin katılımını sağlama amacıyla kuruldu. Projenin bir “betonlaştırma” projesi olarak kabulünün ardından, ekoloji inisiyatiflerinin katılımıyla barışçıl bir kitle mücadelesi koordinasyonu yönüyle gelişen platform, Gezi Parkı’ndaki direnişçilere saldırılması üzerine, neoliberalizme ve AKP faşizmine karşı direniş merkezine dönüştü. Dayanışma, “Gezi Protestoları”nın Türkiye’nin dört bir yanına yayılarak “Haziran İsyanı” biçimini kazanmasıyla birlikte sol ve sosyalist siyasi ve toplumsal muhalefetin yönlendiriciliğinde hareketin temsili merkezi haline geldi. Neoliberalizme ve AKP faşizmine karşı yoksul halkın ve güvencesiz işçilerin hak mücadelelerinin militan kitlesel örgütü olarak Halkevciler, hareketin ve Taksim Dayanışmasının bu evriminde etkili bir rol oynadı. Ancak Halkevcilerin hak mücadeleleri temeli üzerinde geliştirmeyi öngördükleri siyasi örgütlenme sürecini 2012’ye kadar önemli ölçüde olgunlaştırmış olmalarına karşın tamamlayamamaları, Haziran İsyanı’nın ihtiyaç duyduğu siyasi sıçrama ihtiyacına yanıt verememelerine neden oldu. Hareketin geri çekilmesi, bu siyasi-örgütsel başarısızlığın bir politik tıkanıklığa ve giderek örgütsel bir krize dönüşümünü hızlandırdı.
Burada en kalın çizgileriyle vermeye çalıştığım bu üç örnekte, “ittifaklar” ile “devrimci siyaset” arasındaki ilişkinin hareket içindeki karşılıklı etkileşiminin hem hareketin gelişmesini hem de devrimci örgütlenmenin kendisini olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilen bir süreç olarak ele alınması gerektiğini görüyoruz. Gerçek bir siyasal-toplumsal çatışma sürecinin ihtiyacı olarak ortaya çıkan “ittifak”ların, sürecin başlangıcındaki “sınırlılıkları” üzerinden değerlendirilmesi, genellikle yanıltıcı sonuçlara ulaşılmasına neden olur. Çatışma sürecinin gelişmesi boyunca ortaya konulacak devrimci inisiyatifler, bu sınırların aşılmasında, ittifakların içeriğinin genişlemesinde, ittifakın siyasi niteliğinin dönüşümünde özel roller oynayabilir. Politik önceliğini, “işçi sınıfının devrimci partisini kurmak” olarak tanımlayan bir devrimci politik oluşum, başka birçok şeyin yanında, pratik politik mücadelenin bu “sınavlarını” da başarıyla vermek zorundadır.
Harcının karılmasına katkıda bulunduğumuz ve şimdiden anti-faşist güçlerin seçimler sürecindeki en güçlü siyasi birlik zemini olarak ortaya çıkan “Eşitlik ve Özgürlük İttifakı”nı bu deneyimler ışığında incelediğimizde, İttifak’ın bu üç örnekten daha zayıf bir siyasi gelişme potansiyeline sahip olmadığını söyleyebiliriz.
Bugünün devrimci siyasi görevi, Erdoğan faşizmine ve saldırılarına karşı, faşizmin devlet ve toplum içindeki temellerini karşısına alan, faşizme ve neoliberalizme karşı “halk demokrasisi”ne ve “sosyalizm”e yönelen, yani “eşitlik ve özgürlük” mücadelesine odaklanan bir siyasi programla ve bu programı destekleyen kitle hareketleriyle demokratik ve eşitlikçi bir dönüşüm talebini toplumsal bir güç haline getirmektir. Bu ise faşizme ve neoliberalizme karşı direnen güçlerin en geniş birliğinin, halkın ilerici kesimlerini merkezine alan bir anti faşist/anti-neoliberal kitle seferberliğini örgütlemeye girişmesiyle ulaşılabilecek bir hedeftir. Emek ve Özgürlük İttifakı, gerek siyasi bileşenleri, gerekse bu bileşenlerin neoliberalizme ve faşizme karşı gelişen kitlesel direniş hareketleri içerisinde tuttukları yer bakımından[2], bu potansiyelle en çok temas eden siyasi birlik zemini durumundadır. Bu zemini dışta bırakarak, faşizme ve neoliberalizme karşı direnişleri birleştirmek ve bu direnişlerin temsil ettiği halk direnişi potansiyeline ulaşmak bugünün koşullarında ve kısa vadede olanaklı değildir.
Bütün bu değerlendirmelerden hareketle, “İttifakı, halkın ihtiyacı olan anti-faşist direniş, mücadele ve örgütlenmelerinin önündeki bir engel değil, bir kolaylaştırıcı altyapı haline getirmek olanaklı mıdır?” sorusunun yanıtı “olanaklıdır” ya da “olanaksızdır” değildir; yanıt, “bunun için içerisinde mücadele edeceğimiz bir pratik siyasal zemindir” olmalıdır. İttifakın içerdiği bu potansiyeli içerisinde yer alarak geliştirmeyi seçmek yerine dışına çıkıp, seçimlerde destekleyeceğimizi ifade ederek “kendi haline” bırakmamız, belki de ittifaka ilişkin “seçim işbirliği ile sınırlı bir yapı” değerlendirmesinin “kendisini gerçekleştiren bir kehanete” dönüşmesine katkıda bulunacaktır.
Elbette faşizmin ve neoliberalizmin tarihsel krizinden bir “Devrimci Durum”a “sandıktan çıkacak bir sonuçla” ulaşamayız. Faşizmin özü devletin, “terörizmi” siyasi egemenliğin temel yöntemi haline getirmiş kurumsal temelidir. Bu temel yenilmeden, yıkılmadan, tasfiye edilmeden “emekçi halkı devlet olarak örgütleyen” bir yeni siyasi egemenlik altyapısı kurulamaz.
Bu nedenle, “sandıktan çıkacak sonuç”, bu sonucun temsil alanında ortaya çıkaracağı güçler dengesi önemlidir ama bundan daha önemlisi, anti-faşist siyasi güçleri, iktidar mücadelesi sürecinin, zor momenti de dahil, bütün yönleri üzerinde belirleyici bir güç merkezi haline getirecek bir devrimci yolun katedilmesidir. Devrimcilerin çalışmalarını ve örgütlü güçlerini odaklamaları gereken asıl mücadele düzlemi de budur. Devrimcilerin bütün diğer çalışmaları ve politikaları bu mücadele düzlemindeki görevlerine bağlı olarak biçimlendirilmelidir.
Bunun için tek başına “ittifakın içinden” çalışmak da yeterli olmayacaktır; İttifak güçlerini bu yönde etkileyebilmek için yerel ve bölgesel düzlemlerde güçlü anti-faşist birlikler oluşturmak üzere inisiyatif almak ve öncü mücadelelere girişmek de gerekmektedir ve bu ihtiyaç yerli yerinde durmaktadır; karşılamak için “faşizme karşı direniş eğilimlerini “usulünce” örgütlemek gerekir.
Halkevciler, “Yedili Platform”un safahatı hakkında, buradan çıkacak ittifakın bir “seçim ittifakı” olarak biçimleneceği sonucuna vardı ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ilanı öncesinde çalışmalardan çekildiğini açıkladılar. Artık içinde yer almadığımız bir ittifakın bizim yokluğumuzda hangi biçimde gelişeceğini belirleyemeyeceğimiz için, burada, yapılan açıklamalara temel oluşturan “kanaatin” doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde durmayacağım. Üzerinde duracağım şey, faşizme ve neoliberalizme karşı mücadelenin politik güç/temsil merkezinin oluşturulmasında, anti faşist güçlerin “seçim ittifakı” üzerinden oluşturdukları bir birliği, “direnişlerin birliği”nin karşısına koyan yöntem hatasıdır. Bu yöntem hatası, Halkevciler içerisinde, ittifakın bir “seçim ittifakı”na dönüşmesi halinde, bu ittifakın “direnişlerin birliğini dışta bırakan” bir “siyasi ipotek” oluşturmasından şiddetli bir kaygı duyulmasına yol açmıştır. Ama bu kaygıyla alınan tutum, faşizmin ve neoliberalizmin karşısındaki güçlerinin siyasi birliğinin temel gelişme zemini olmasını isterken, ittifak bileşenlerinin bu direnişler içinde tuttukları yeri ihmal etmektedir. Böyle yapınca da “sakındığımız göze çöp batırma” ihtimalimiz doğmaktadır. Üstüne üstlük, sandık tutumu düzleminde “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın desteklenmesine karar verilmesi halinde bu tutum, “direnişlerin birliğine engel olacağı” varsayılan bir “seçim ittifakı”nın desteklenmesi gibi bir tuhaflığa da yol açacaktır.
Bu açık mantık hatası, şu üç noktadaki hatalı kavrayışlara bağlı olarak ortaya çıkmış görünüyor:
Birincisi; içinde bulunduğumuz (objektif ve subjektif) koşullarda anti-faşist güçleri bir araya getirecek en güçlü birleştiricinin “seçim süreci” olduğu ve bu sürecin “temsil ilişkileri düzlemi”ni öne çıkarması başından beri bilinen bir eğilimdi. Önümüzdeki “seçim süreci”nin faşizmin krizinin önümüzdeki aylardaki gelişme sürecinde merkezi bir yer tutacağı, bu krizin seçim sürecinin çeşitli aşamalarında kendine özgü çatışmalar, saldırılar, darbeler ve karşı darbeler biçimini alarak gelişeceğini de biliyoruz. Dolayısıyla devrimciler için önemli olan, bu süreçteki siyasi kümelenmelerin “seçime odaklı” olup olmamaları değil, faşizme karşı mücadele açısından hangi tarihsel politik birlik zemininde yer aldıkları/alacaklarıdır.
İkincisi; “Seçimler düzlemi”, anti-faşist güçler için çok uzun bir zamandan bu yana ve özellikle Haziran İsyanı’ndan sonra “meclis koltukları için mücadele”yle sınırlı bir “parlamentocu yarış” olarak yaşanmamaktadır. 7 Haziran seçimi sürecinden başlayarak bu süreç, “Erdoğan rejimi”ne karşı mücadelenin önemli bir gelişme eksenidir[3] ve faşist saldırganlığın en iğrenç biçimleriyle denetim altına alınmaya çalışılmaktadır. Sonuç, HDP’li milletvekillerinin en döğüşken grubunun tutuklanması ve 6 yılı aşan bir süredir cezaevinde tutulması, sürgüne çıkmaları, HDP yöneticilerinin binlercesinin tutuklanmasıdır. “Parlamenter temsil alanı”na ilişkin konuşurken, bu alanı, bugünkü “toplumsal direniş örnekleri”yle karşıtlık içinde ele almak, “parlamentaristler”/“direnişçiler” jargonu kurmak, “abesle iştigal”dir. Seçim süreçleri, Türkiye’de anti-faşist mücadelenin önemli bir düzlemi olarak yaşanmaktadır. Bu nedenle anti-faşist güçlerin yapacağı bir “seçim ittifakı”, istese de kendisini “seçimlerle”, “koltuk paylaşımıyla” sınırlayamaz, sınırlayamamaktadır. Devrimciler olarak bu süreçte bugüne kadar HDP’ye verdiğimiz destek, “parlamentoda koltuk kapma”yı değil, faşist saldırganlığa karşı demokratik güçleri ve haklarını savunmayı ve en önemlisi faşizmin hesaplarını bozmayı amaçlamıştır ve bu bakımdan etkili de olmuştur. HDP’yi “konumu kurumumuzla özdeşleştirilebilecek bir aday vererek destekleme” kararını 7 Haziran sonrasındaki kanlı süreçte aldığımız unutulmamalıdır. Dolayısıyla “seçimler ve siyasi temsil düzlemi”, bugün hangi öncelik sırasına koyarsanız koyun, Türkiye’deki anti-faşist mücadelenin önemli bir düzlemidir; bu düzlemde konum almamak, anti-faşist mücadelenin önemli bir alanını ihmal etmek demektir. Ülke seçimlere giderken, seçim süreci siyasi iktidar mücadelelerinin odağına yerleşmişken, anti-faşist mücadelenin zeminini seçim sürecini dışlayarak oluşturabilmek mümkün değildir. “Biz seçim sürecine öncelik vermiyoruz” bu nedenle de “seçim sürecine öncelik veren” bu birliktelikte yer almayacağız ancak “neoliberalizme ve faşizme karşı direnişte … omuz omuza olmaktan geri durmayacağız” demek bu nedenle mantıken hatalıdır. Bu tutum, faşizme karşı mücadelenin önümüzdeki dönemde (başarılı olsun, olmasın) önemli bir merkezi olma kapasitesi yüksek bir odağının kuruluş sürecinden çekilmekten başka bir anlam taşımaz.
Üçüncüsü; Elbette işçi sınıfının öncü-devrimci partisinin olmadığı koşullarda, devrimcilerin temel görevi bu partiyi inşa etmektir. Devrimci siyasi öncünün örgütlenmesi sürecinin “militan kitle mücadelelerini temel alan bir devrimci kitle örgütleri ağı” temelinde geliştirilmesi de elbette doğru bir yöntemdir. Ancak bir “kitle örgütleri ağı”nın devrimciliği, bu ağın oluşumuna öncülük eden, yöneten kadroların politik nitelikleriyle değil, bu ağı oluşturan örgütlerin politik nitelikleriyle belirlenir. Bir kitle örgütüne devrimci niteliğini kazandıran, onun politik iktidar mücadelesi karşısındaki tutumu ve yeridir. Bugünün Türkiye’sinde faşizme karşı mücadeleyi merkezine al(a)mayan bir “kitle örgütü”nün, sadece kendi alanında ifade ettiği “devrimci” nitelik, onu “devrimci kitle örgütü” haline getirmez. Devrimciler, devrimci sınıf ve kesimlerin gündelik, somut kitlesel mücadelelerine, o alanın devrimci dinamiklerini, olanaklarını temel alan örgütsel biçimleri kazandırarak müdahale ettiklerinde tabii ki bu mücadele örgütlerini “devrimci kitle örgütü” olarak inşa etme yönünde önemli bir adım atmış olurlar. Ama müdahalelerini bununla sınırladıklarında, sözkonusu örgütlerin kurulu düzen tarafından emilmesine, reformist yapılara dönüştürülmesine engel olamazlar. Bu nedenle devrimciler, sadece devrimci sınıfların kitlesine “gitmek”le yetinemezler, bu kitleye “devrimci siyaseti”, yani güncel iktidar mücadelesinin somut devrimci siyasetini de götürmelidirler. Lenin’in yüz yıl önce bilincimize çıkardığı bu gerçekle çeyrek yüzyılı bulan mücadele pratiğimiz içerisinde defalarca yüzleştik. Sadece “seçimlerdeki devrimci tutumumuzu” değil, ulusal politika düzlemindeki herhangi bir konudaki devrimci politik tutumumuzu, içerisinde çalıştığımız, önderlik ettiğimiz kitlelere götürmekten kaçınma eğilimlerinin, politik bakımdan heterojen “kitleler”in içindeki geri eğilimlerden (somut olarak yoksul mahallelerdeki CHP tabanından, işçi örgütlerindeki sağcı ve CHP’li işçilerden) ayrışmaktan duyduğumuz endişelerden beslendiği de açıktır. Devrimciler bu açmaza teslim oldukları için değil, onu aşmanın araçlarını, politikalarını ürettikleri için devrimcidirler.
İçinde bulunduğumuz siyasi sürecin başlangıcında yayınlanan tutum belgesi “Direnişte Birleşelim” bildirisinde şöyle deniliyordu: “Elbette Cumhur İttifakı’nı iktidardan uzaklaştırma mücadelesini faşizmin yıkılması sürecine hizmet edecek en doğru somut seçim alternatifiyle buluşturmak için mücadele edeceğiz. Ve elbette Türkiye toplumunun anti-faşist ve sol siyasi güçlerinin en geniş birliğini somutlaştıran bir devrimci alternatifin içerisinde yer alacağız. Ancak, Erdoğan-MHP faşizminin kaçınılmaz sonuna doğru gidişi sürecinin devrimci eksenini oluşturmaya bir “seçim ittifakı” kurarak başlamayı, bugünden zorunlu bulmuyoruz.” Yedi sosyalist/sol örgüt arasındaki mücadele birliği görüşmeleri bu temel üzerinde kuruldu. Ancak “seçim uğrağını da içeren bir mücadele ittifakı” yaratmak üzere yürütülen çalışma, ülkenin açık bir biçimde seçim ortamına girdiği günlerde olgunlaştırılabildiği için[4], ittifak, esas olarak bir “seçim ittifakı” görünümü kazandı. Bu bizim “tercih etmediğimiz” bir başlangıç noktasıydı. Peki anti-faşist bir birlik zeminin bizim istediğimiz yol haritası üzerinden oluşmaması halinde izlememiz gereken taktik ne olmalıdır? Biraz daha geniş bir açıdan bakalım.
Neoliberalizme ve faşizme karşı kitlesel direniş hareketlerinin kendisini devrimci bir siyasi birliğin temeli olarak gösterebilecek niteliksel gelişme düzeyine ulaştığı bir durumda elbette sol güçlerin siyasi birliğini bu temele dayandırarak inşa etmesini istemek, gerçek bir temele dayanan bir devrimci birlik yaklaşımı olabilir. Ancak bugünkü durumun bu olmadığı, anti-faşist güçlerin en geniş birliğini sağlamak için buradan başlayamayacağımız artık ortadadır. Anti-faşist güçlerin en geniş birliğini devrimci bir siyasi güç merkezi olarak yapılandırmaya giriştiğimizde, bu birliğin asıl gövdesini neoliberalizme ve faşizme karşı direnişlerin üzerine oturtması gerektiği de doğrudur. Ancak bunun için “akıl vermek” yetmez; bu direnişleri örgütlemek, bütünleştirmek ve alternatif bir iktidar mücadelesi düzlemi haline getirmek, hiç değilse böyle bir gelişme çizgisinin hayalden ibaret olmadığını gösterecek örnekler yaratmak gerekir. Bu yönde gösterdiğimiz çabanın “yetersizliği” ortadayken “sonuçsuzluğu”nu yargılamak doğru bir tutum değildir.
Öte yandan, özellikle 2021 sonbaharından bu yana, neoliberalizmin çöküşüne bağlı olarak Türkiye’nin dört bir tarafında çok sayıda işçi direnişinin geliştiği doğrudur. Kadın direnişinin Erdoğan faşizmine boyun eğmediği ve anti-faşist direnişin sürekliliğini sağlayan bir toplumsal muhalefet gücü haline geldiği de doğrudur. Bu direnişlere ekolojiyi savunma hareketlerini, hasat zamanında gelişen küçük köylü hareketlerini ve meclislerini, öğrenci gençliğin barınma hakkı temelinde geliştirdiği mücadeleleri, Erdoğan rejiminin akademiyi işgaline karşı bir “dip akıntısı” olarak gelişen ve Boğaziçi Üniversitesinde simgeleşen üniversite direnişini de ekleyebiliriz. Bu direnişlerin büyük bir çoğunluğunun içerisindeki örgütlü ve örgütsüz sosyalistlerin büyük emek ve çabasıyla yeşertildiği, ayakta tutulduğu ve geliştirildiği de bir başka gerçektir. Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü sıkışmışlığı karşısında bu direnişleri geliştirmeye çalışan devrimcilerin, bulundukları bütün siyasi yapılar içerisinde bir “direniş fraksiyonu” olarak ayırt edilebileceğini de söyleyebiliriz. Hatta bu direngen unsurun, Türkiye devrimci hareketinin politik öncüsünü şekillendirecek bir sürece temel oluşturacağını da hayal edebiliriz. Ama bu gözlemlerimizden hareketle, bugün ihtiyacını duyduğumuz anti-faşist birlik zemininin “direniş fraksiyonunu” oluşturan devrimcilerin “barikattaki birliği” ile üretileceği rüyasını kurar ve kendimizi bu rüyamızın somut ve gerçek güçlere dayanan somut ve gerçekçi bir planlı çalışmaya dayanmadan, gerekli zamanda ve yerde gerçekleşeceği hayaline kaptırırsak, devrimin ihtiyaç duyduğu “hayalciler”[5] değil, kendi rüyasından çıkamayan boş hayalciler oluruz. “Hayatı dikkatle izlersek”, bugün gelişen direnişlerin kadın hareketinin dışındaki bölümünün, yerel ve sektörel düzlemde takıldığını ve dışardan bakıldığında süreklilik göstermekle birlikte, kendi içinde gelip geçici olgular olarak parlayıp söndüğünü, kadın direnişinin ise bir süreklilik oluşturmakla birlikte devrimci dinamizmini politik örgütlenme alanına “kurucu” bir inisiyatif olarak aktarmaktan uzak olduğunu, bu yöndeki zorlamalara da yanıt vermediğini görürüz. Hayalimizle arasında bağ kuracağımız gerçek temel ne yazık ki budur! Önümüze aylar içinde büyük bir şiddetle karşımıza gelecek anti-faşist mücadele görevlerini bu hayale dayandırılmış “proje”ler le karşılamaya kalkışmamız halinde, sadece bu görevlerin yerine getirilmesinde işe yarayacak potansiyellerimizi “kendimize saklamış”, kendimizi de “örgütümüzü geliştirme” adına pratik politik mücadeleden tasfiye etmiş oluruz.
Eğer bir “hayal” kuracaksak, bu hayali, kökünü Haziran İsyanı içerisinde oluşan direniş ve dayanışma kültüründen ve Erdoğan rejiminin saldırganlığına karşı boyun eğmeyen devrimci direnişler içerisinde verilen emeğe ve direnişe saygıdan alan anti-faşist güçlerin en geniş birliğini hedefleyen bir siyasal birlik zemini üzerinden kurmalıyız. Hayalimizi gerçeğe dönüştürmek için, bu zemini derinleştirmeye yönelik sistemli bir çaba göstermeyi göze almalıyız. Bunun için, faşizme ve neoliberalizme karşı militan kitle direnişlerini, anti-faşist halk güçlerinin öz savunma kapasitelerini geliştirmeliyiz. (Seçim sürecinde oluşmak gibi bir “doğum kusuru”na sahip olduğunu varsaysak dahi) hali hazırda anti-faşist güçlerin en geniş güç birliğini ifade eden Emek ve Özgürlük ittifakını bu direnişler temelinde yerel, bölgesel ve ulusal çapta birleşik anti-faşist hareket kampanyalarının önünü açacak bir siyasi olanak olarak değerlendirmeli, olanak haline getirmeliyiz.[6] Ve bütün bunları yaparken, Güney Amerika’da olduğu gibi, sömürge tipi faşizmin ve neoliberalizmin defterini dürmeye yönelen bir çok ilerici halk hareketinin yakaladığı siyasi uğrağı, en geniş anti-faşist güçlerin, sosyalist bir temel üzerinde şekillenen iktidar alternatifi “geniş cephe”sinin hayalini kurmalı ama onların zayıflıklarını aşmamızı sağlayacak “tedbirleri” şimdiki kuruluş sürecinin içerisinde almaya girişmeliyiz.
Dipnotlar:
[1] Bizim “birlik anlayışımız”ın ayırt edici özelliği, “hareketin/eylemin birliğini” temel almasıdır. Bu anlayış çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi “yukarıdan birlik” modeline karşı “aşağıdan birlik”in, “siyasi merkezlerin birliği”ne karşı “toplumsal muhalefet hareketlerinin birliği”nin , “seçim ittifakı”na (/parlamentarizme) karşı “geçim ittifakının”(/ekonomizmin) savunulması değildir. Cephe deneyimlerimizin başında THKP-C’nin ilk adımında bütün üyeleri aynı zamanda parti üyesi olan “Cephe”si, 70’li yıllarda Direniş Komiteleri temeli üzerinden geliştirmeyi hedeflediğimiz (ancak gerçekleştiremediğimiz)anti-faşist direniş cephesi, 12 Eylül sonrasında, “cuntaya karşı direnebilecek siyasi merkezler” ile oluşturduğumuz Anti Faşist Birleşik Direniş Cephesi” yer alır. Faşizme ve neoliberalizme karşı “direnişlerin birliği” üzerinde yükselen bir siyasi birliği, “aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı” gibi soyut yöntemsel bir koşula veya “işçi sınıfının/yoksul halkın gündelik direniş eylemlerinden siyasi eyleme” gibi “içeriğin evrimsel gelişmesi” koşuluna bağlı olarak düşünmek doğru değildir. Özellikle siyasi kırılma anlarında “evrimci” bir siyasi gelişme/olgunlaşma ortamını yakalamak mümkün değildir. Böyle anlarda, o güne kadar “oluşmuş” olan mevcut güçleri veri almamız ve bunları “hareket içinde” dönüştürmeyi öngören dinamik birlik politikaları gerekir. Şu andaki “birlik/ittifak” tartışmasını böyle bir anın içinde yaptığımızı aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
[2] Kürt hareketinin faşizme karşı toplumsal direnişin en güçlü bileşenlerinden biri olduğu açıktır. Erdoğan’ın neo-faşist iktidarına karşı toplumsal direnişin ikinci büyük başlığını oluşturan patriyarkaya ve homofobiye karşı mücadele eden Kadın hareketi ve LGBTİ+ hareketinin Emek ve Özgürlük ittifakı bileşenleriyle kesişim kümesi, bütün diğer siyasi yapılardan geniştir.
[3] Erdoğan’ın faşizme karşı mücadeleyi yenilgiye uğratabilmesinin nedeni “seçim oyununa gelmemiz” değildir. Biz Erdoğan faşizmi karşısında “seçim oyununa geldiğimiz” için yenilmedik; Haziran İsyanı’nın rejimin savunma duvarını aşamayıp geri çekilmesi, anti-faşist güçlerin Erdoğan rejiminin şiddetini karşılayacak bir devrimci atağa geçememesi, Kürt siyasi hareketi başta olmak üzere Türkiye’nin demokratik toplumsal muhalefet zemininin çok kanlı bir bastırma hareketiyle terörize edilmesi ve CHP’nin kitlesini sokaktan çekmesi ve bu terör kampanyasına yol vermesi nedeniyle yenildik. HDP’nin parlamentodaki ve temsil alanındaki varlığı (1960’lı ve ‘70’li yıllardaki “parlamentarist sol”dan farklı olarak) anti-faşist mücadelenin önünde bir engel olmamıştır; aksine iktidarın kanlı terörüne rağmen anti-faşist mücadelenin sürdürülebilmesine güç vermiştir. Türkiye sosyalist hareketini “boğan”, “yasallık” değil, faşizmin terörü ve faşist teröre karşı direnme araçlarının zayıflığıdır. Bu zayıflığı aşamamanın “kabahati”ni, “seçim düzlemi”nin kendisinde değil, bu zayıflığı görüp, aşacak araçları üretemeyen devrimci siyasi merkezlerde aramalıyız.
[4] Elbette ittifak “olgunlaşan” bir elma değildir; ittifakta ürün zamana değil, zaman “ürüne” tabidir. İttifakın siyasi çerçevesi ve programının üretilmesinin ancak seçim ortamına iyice girildiği bir zamana “sarkıtılması”, ittifakın zemininin bir “ortak yazılı metin üretimi”nin ötesine geçirilememesi, ittifak çalışmaları boyunca sinerji yaratan bir ortak pratik mücadele zemininin yaratılmasına odaklanılmaması, bileşenlerden bazılarının, ittifakı seçime odaklı bir ittifakın ötesine geçirmeme iradesinden kaynaklanmıştır. Bununla birlikte, tüm bileşenler seçim sürecinin kurallı/olağan bir “sandık pratiği” olarak yaşanmayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle ittifakı tanım düzeyinde başlangıçtan itibaren “seçim ittifakı” değil bir “mücadele ittifakı” olarak tanımlamaktadırlar. Yaptığım tartışmanın “pratik tutumumuz”a ilişkin konusu, “söz”le içerik arasındaki bu çelişkiye işaret ederek ittifak zeminini terk etmenin doğru olup olmadığıdır.
[5] Elbette “düşlerim(iz) olayların doğal akışını geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman geçmeyeceği bambaşka yollara sapabilir. Birinci durumda düş görmek zararlı değildir; hatta çalışan insanın enerjisini geliştirip güçlendirebilir… Eğer düş gören kişi, düşüne inanıyorsa, hayatı dikkatle izliyor ve genel olarak fantezisinin gerçekleşmesi için sorumluluk duygusuyla çalışıyorsa, düş ile gerçeklik arasındaki ayrılık zararlı değildir. Düş ile gerçeklik arasında herhangi bir kesişme varsa, herşey yolundadır.” Pissarev’den aktaran Lenin, “Ne Yapmalı?”, İnter Yay. Sf. 181
[6] Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçim düzleminde oluşmuş bir ittifak olarak, devrimci sınıfların neoliberalizme ve faşizme karşı direniş ve dayanışmalarının yerel/pratik zeminleriyle izdüşümsel bir birliğe karşılık vermediği, bu nedenle direnişlerin birliğine engel oluşturacağı düşünülebilir. Bu yaklaşım, neoliberalizme ve faşizme karşı mücadelenin yerel-genel, parlamenter temsil alanı-gündelik sınıf mücadelesi alanı gibi birbirinden farklı düzlemlerinin, düzeylerinin içerdiği çelişkileri ön plana çıkarmaktadır. Elbette böyle çelişkiler vardır ama sadece aşılması gereken sorunları ortaya koyarlar. Bunlar, “devrimci siyasi irade”nin aşması gereken sorunlardır. “Cephesel” süreçlerin “yukarıdan aşağıya” tek yönlü işleyen bir süreç olarak tasarlanması yanlıştır. İçinde bulunduğumuz dönemde anti-faşist güçlerin en geniş güç ve eylem birliğini sağlama sorunu çok yönlü, çok eksenli ve heterojen bir süreç olarak tasarlanmalıdır. Herhangi bir siyasi ittifakın, neoliberalizme ve faşizme karşı mücadelelerde birliğin tek kanalı olmasını istemek doğru değildir, isteyenler olsa bile bu mümkün değildir ve hele de bahsini ettiğiniz tehdit kaynağı sizin için bir “seçim ittifakı”ndan başka bir şey değilse böyle bir sınırlayıcı otorite oluşturması düşünülemez bile. İttifakı, kitlesel direniş hareketlerinde yer alanların “seçmen tercihleri” nedeniyle “direnişlerin birliği”nin engeli olarak ele almak ise “kitle kuyrukçuluğu”ndan başka bir şey değildir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.