Karşı karşıya olduğumuz durum, içerdiği devrimci güçlerin açığa çıkarılabilmesine olanak vererek derinleşmesini sürdürecek bir milli krizdir. Bir milli kriz ortamında devrimci siyasi taktik milli krizi derinleştirmek, içerdiği devrimci güçleri açığa çıkarmak ve sürecin bir devrimci duruma doğru ilerlemesi için çalışmaktır
Buraya kadar, sömürge tipi faşizm sonrasına ilişkin düzen içi alternatiflerin hangi güçler ve politikalarla şekillendiğini kaba çizgilerle göstermeye çalıştım.
Bu analizden hareket ettiğimizde, günün devrimci politikasını belirlemek için sürecin hangi doğrultuda gelişeceğine ilişkin bir fikrimizin de olması gerekir. Önümüzde iki olasılık var:
Bunlardan birincisi önümüzdeki sürecin bir bütün olarak düzenin iktidar alternatiflerinin ve kurumsal faşizmin devlet iktidarında halen faal olan yapılarının hegemonyasında şekillenmesidir. Bu durumda anti-faşist güçler olarak, ya Cumhur İttifakı yönetiminde bir ultra faşist karşı devrim sürecine göğüs germek zorunda kalacağız; ya da Millet İttifakı yönetiminde, sınırlı demokratik haklarla faşist kurumların baskısı arasında “kenardan/marjinal muhalefet gücü” konumuna sürükleneceğiz.
İkinci olasılık ise, düzenin iktidar alternatiflerinin sürecin bütününü yönetme gücünü elde tutamamaları, anti-faşist güçlerin politik birliğinin bu süreçte tutacağı konumun da içinde yer alacağı değişik kaynaklı etkiler nedeniyle düzen alternatiflerinin birbirlerine mutlak bir üstünlük kuramadıkları uzun bir siyasi belirsizlik (“fetret”) sürecinin ortaya çıkmasıdır.
Böyle bir belirsizlik süreci başlangıçta, düzenin iktidar alternatiflerinin ve bileşenlerinin devlet iktidarı için mücadeleleriyle tanımlanacaktır. Sağ parçalanmış, ayrışmış, bütün ana kulvarlarında (merkez, ırkçı, dinci) birden fazla parti ortaya çıkmıştır. Bu parçalanma sağı birbirine karşı iktidar mücadelesi yürüten bloklarda yer almaya yöneltmiştir. Millet İttifakı bu bloklaşma eğiliminin CHP tarafından değerlendirilmesiyle oluşmuştur. Ancak bu ittifak, devletin çekirdek güçlerinin %12-15’lik HDP’yi iktidar denkleminin dışına sürüklemeye azmeden genel iradesinin sınırları içinde hareket etmektedir. Bu koşullar altında düzen güçlerinin temsil alanında istikrarlı bir siyasi düzen tesis edebilmeleri olanaklı değildir. Yani şu an oluşan seçim ittifaklarının, seçime kadar sürdürülebilseler bile, iktidar ittifakları olarak uzun süre devam ettirilebilmeleri olanaklı değildir.
Egemen güçlerin tek sorunu bu da değildir. Devletin faşist kurumsal temeli parçalanmış ve birbiriyle “iktidar paylaşım savaşı” yapan çok sayıda alt kümeye bölünmüştür; devlet içindeki biçimsel birliklerini sağlayan, PKK’nin Ortadoğu’da siyasi bir statü edinmesini engellemeye odaklanan devlet güvenliği konseptidir. Ancak bu “tehdit algısı” kontrgerillanın biçimsel birliğinin bir “kaynaşmaya” dönüşmesi için yeterli değildir. Bunun için emperyalizmin bölgesel egemenlik stratejisinde yaşanmakta olan krizin aşılması ve yerel gericiliklerle güçlü bir çıkar birliği de sağlayan yeni bir “bölge planı”nın oluşması gerekir.[1] Yakın gelecekte böyle bir olasılık bulunmamaktadır. Bugünkü siyasi iktidar mücadeleleri kontrgerilla kümelerinin birbirlerine karşı çıkar mücadeleleriyle ilişki halinde gelişmektedir. Siyasi iktidar dengelerinin değişiminde somutlaşacak bu “çıkarları” değiştirme potansiyeli, kontrgerilla kümelerinde yeni saflaşmalara, karşıt güç kompozisyonları oluşturmaya yol açacaktır.
Öte taraftan, neoliberalizmin tarihsel krizi, işçi sınıfının vasıflı ve yarı vasıflı kesimlerinin (“ücretli orta gelir grubu”nun) güvencesizleşmesine (/prekarizasyonuna), ardından da ani ve şiddetli bir biçimde yoksullaşmasına neden olarak, işçi sınıfı içerisindeki parçalanmayı ve çıkar farklılaşmasını azaltmıştır. Bu nedenle proleterleştirme sürecinin yönetilebilmesini sağlayan ırkçı ve dinci faşist iç savaş aygıtı etrafında oluşturulan hegemonya ilişkilerinin temeli önemli ölçüde daralmıştır. Dolayısıyla, düzen güçleri içerisindeki siyasi iktidar mücadeleleri, proleterleşmiş Türkiye toplumunun asgari taleplerini denetim altında tutabilecek ve oligarşinin çıkarlarına eklemleyebilecek bir yönetme kapasitesi oluşturmasını aşırı ölçüde güçleştirmektedir. Toplumsal muhalefetin iflas eden neoliberalizmin temellerine yönelik pratik eleştirisi, yani “kamulaştırma”, “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “ekolojinin önceliği” talepleri eksenindeki toplumsal eşitlik, özgürlük ve hak mücadeleleri, önümüzdeki dönemin siyasi iktidar mücadelelerinde düzen içi seçenekleri zayıflatacak, eşitlikçi, özgürlükçü, halkçı arayış ve seçenekleri güçlendirecektir. Bu etki, söz konusu hareketlerin bu seçeneklerin söz konusu hareketleri somut varoluşunun bir parçası haline getirebilmesi halinde katlanarak büyüyebilecektir.
Millet İttifakı’nın ırkçı ve dinci bileşenlerinin arka kapı anlaşmalarıyla, AKP-MHP koalisyonunun ırkçı ve dinci faşist yasa, düzenleme ve kurumlarının vaat edilen tasfiyesinin sağlanamaması, toplumdaki laiklik, adalet, eşitlik ve özgürlük yönündeki beklentilerin karşılanamaması da bu doğrultuda etkide bulunacaktır.
Bu nedenle Türkiye’de siyasi sürecin gelişme yönü büyük olasılıkla bu ikinci seçenek doğrultusunda olacak gibi görünmektedir. Kurulu düzen güçlerinin önünde uzun bir siyasi alt üst oluşlar, çalkantılar süreci bulunmaktadır. Günün devrimci politik taktiği ve programatik perspektifi bu öngörüye dayandırılarak tartışılmalıdır.
Krizin gelişme yönüne ilişkin belirlememize karşılık veren “süreç modeli” ilk defa Türkiye’de ve ilk defa şimdiki zamanda ortaya çıkmıyor. Güney Amerika ülkelerinin birçoğunda siyasi süreç on yıllardır bu model üzerinden işlemektedir. Sömürge faşizmlerinin kurumsal temelleri çeşitli tarihsel nedenlerle zayıflamakta, oligarşilerin siyasi hegemonyası parçalanmakta, dünyanın ilk neoliberal laboratuvarlarında muazzam ekonomik krizler ve toplumsal hoşnutsuzluk dalgaları ortaya çıkmakta ve emperyalizm de oligarşiler de toplumun yeterli bir çoğunluğunu kendi iktidar sistemlerine entegre etmeyi artık başaramamaktadır. Buna karşılık, sol, demokratik siyasi güçleri, işçi sınıfının “sınıf bilinçli” hareketlerini, toplumun ezilen, dışlanan devrimci ögeleri (yerli halklar, yoksul köylüler, kadınlar) bir araya getiren “geniş cepheler” on yıllardır Güney Amerika’nın kargaşa halindeki siyasi zemininin belirleyici bir odağı haline gelmeyi başarabilmektedir. Bu başarının sağlanabildiği durumlarda siyasi iktidar mücadelesi oligarşi (ve onun neo-faşist iktidar seçenekleri) ile halk (ve onun demokratik iktidar seçenekleri) arasındaki bir mücadele ekseninde gelişmektedir.
Bu geniş cepheler, zaman zaman siyasi iktidarı da ele geçirebilmektedir. Söz konusu “geniş cepheler” bir yandan siyasi iktidar mücadelesi yürütürken, diğer yandan da ilerleyen bir “toplumsal devrimi” yansıtmaktadırlar. Yerli halkların, yoksulların ve kadınların eşitlik mücadeleleri bu toplumları bir “dip akıntısı” oluşturarak “ilerletmeyi” başarmaktadır. Bu ilerleme, şu anda sadece “sosyalizan” diyebileceğimiz halk muhalefeti merkezlerinin iktidar mücadelelerini kaybetseler bile yenilenmelerini ve yeni hamleler yapabilmelerini sağlamaktadır. Bu temel, oligarşilerin faşizm-sonrasının devlet biçiminin belirlenmesi süreci üzerinde hegemonya kuramamasında belirleyici bir rol oynamaktadır.
Yine bu onyıllar içerisinde gördüğümüz gibi, bu cepheler iktidar yürüyüşlerinde genel grev, halk grevi, iç savaş, isyan araçlarını kullanabildikleri ve kurumlaştırabildikleri ölçüde (Bolivya) veya kurulu düzenin ordusunu halkçı bir temel üzerinde parçalayabildikleri, emperyalizm ve oligarşinin etki alanı dışına çıkarabildikleri ölçüde (Venezüella) faşizmi hortlatan karşı devrimleri püskürtebilmekte veya önleyebilmektedir.[2] Aksi durumda, eski devlet iktidarının kurumsal alt yapısının özerkleşmesi ve karşı devrimlerin motoru haline gelmesi önlenememektedir (Brezilya).
Türkiye, siyasi ve toplumsal mücadele sürecinin bu model çerçevesindeki gelişmesini kendine özgü bir çizgide deneyimlemektedir.
Emperyalizm ve oligarşi, faşizm-sonrasının devlet biçimini belirleyecek bir stratejik perspektif üretememektedir. 15 Temmuz olayı bu olgunun niteliksel dışavurumu ve tetiklediği sürecin son perdesinin açılış anıdır. 15 Temmuz’da sömürge faşizminin örgütleyici merkezi parçalanmış ve sonrasında emperyalizm-oligarşi-faşizmin kurumsal merkezleri arasında siyasi egemenliğin reorganizasyonunu sağlayacak bir birlik sağlanamamıştır. Erdoğan’ın neo-faşist başkancı rejiminin kaynağı, bu parçalanmışlıktır. Geldiğimiz noktada bu rejimin ultra-faşist bir sıçrama yapılmaksızın sürdürülebilmesi olanaksız hale gelmiştir. Bu tip bir karşı devrimci sıçramanın yaşamakta olduğumuz “seçim süreci”nin bir noktasında (öncesinde-sırasında-sonrasında) ortaya çıkması da kaçınılmaz görünmektedir. Erdoğan ve koalisyonu şu anda aktif bir biçimde böyle bir sıçramanın zemini oluşturmaktadır. Örneğin sosyal medyaya sansür yasası bu bağlamdaki bir adımdır.
Erdoğan ve koalisyonunun hazırlandığı karşı devrimci sıçrama karşısında, başta Millet İttifakı olmak üzere düzenin diğer güçlerinin nasıl bir karşılık vereceğini şimdiden kestirmek güçtür. Ancak, benzer momentlerde, 7 Haziran ve 15 Temmuz sonrasında gördüğümüz “ana muhalefet çizgisi”ni dikkate alırsak, Erdoğan’ın, “ayaklanmayı bastırma” operasyonları zeminine oturtarak geliştireceği bir genel saldırıya yol vermesi ciddi bir olasılıktır. Ana muhalefetin bu zafiyeti, özellikle Kürt sorunu ve fırsatçı/saldırgan dış politika hamleleri karşısındaki teslimiyetinde somutlaşmaktadır.
Daha önce de defalarca görüldüğü gibi, düzen muhalefetini sınırlı da olsa iktidar tezgahından ayrılmaya zorlayabilecek tek şey anti-faşist halk güçlerinin bu süreçte yaratacakları güçlü, kitlesel bir direniş hareketidir. Erdoğan’ın olası ultra-faşist darbesini önlemeyi birincil sorun haline getiren bir politikayı merkezine koyan ve seçim sürecini kontrol etmeye yönelik adımları karşısında anti faşist güçlerin en geniş direniş hareketini yaratmayı hedefleyen bir mücadele, bugünkü anti-faşist güç öbekleşmesinin, sürecin gelişmesine damgasını vuracak üçüncü bir politik güç merkezine dönüşmesini sağlayacak temel zemindir.
Genel bir kural olarak, halkın egemen sınıf ve güçlere karşı “bağımsız, kitlesel, militan hareketi”, sadece ve esas olarak devrimci politik öznenin iradi eyleminden doğmaz. Hatta bu tip hareketlerin, Haziran İsyanı’nın gelişiminde görüldüğü gibi toplumun içerisinde mayalanırken, hareket ortaya çıktıktan sonra (a posteriori) fark edilen belirtileri, devrimci politik özneler tarafından zamanında anlaşılmayabilir. Ancak, ister gelişme sürecinde fark edilsinler, ister fark edilmesinler, bu hareketler, ortaya çıktıktan sonra, oluşumlarında şu ya da bu ölçüde ön açıcı rol oynayan politik öznelerle karşılıklı etkileşim içinde gelişirler; gelişmelerinin yönünü belirleyen de bu etkileşim sürecindeki politik olgunlaşmalarıdır. Devrimci politik öznenin/öznelerin bu hareketleri ortaya çıkaran süreçlerde gösterdiği direniş, dayanışma ve önderlik kapasitesi, bu hareketlere kaynak oluşturabildiği ölçüde onun politik iradesinin oluşumunda ve temsilinde de yansımasını bulur.
Türkiye’de faşizmin tarihsel krizi, Susurluk skandalından itibaren görünür hale gelmiştir. Anti-faşist halk güçleri, faşizmin tarihsel krizinin gelişim sürecinin değişik aşama ve momentlerinde birleşik bir kitlesel hareket zemini üretebileceklerini göstermektedir. Bu sürecin başlangıcında “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” hareketi, devamında “1 Mart Tezkeresi”ni durdurmaya yönelik savaş karşıtı hareket[3], en yüksek noktasında ise Haziran İsyanı bulunmaktadır. Anti-faşist halk güçlerinin birleşik hareketinin bu belirişlerine devrimci bir biçimde karşılık veren bir siyasi özneye ise bütün bu tarihsel gelişme momentlerinde ulaşılamamıştır. Bu büyük anti-faşist toplumsal muhalefet dalgalarının siyasi olgunlaşmasındaki tıkanıklık, Sürekli Aydınlık için Yurttaş Girişimi”nde ÖDP’nin, “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nda Barış ve Adalet Koalisyonu’nun (BAK) ve Haziran İsyanı’nda “Birleşik Haziran Hareketi”nin temsil ettiği deviasyonlarla (çarpılmalarla) kendisini göstermiştir.
Anti faşist halk hareketinin bu gelişme momentlerini, emperyalizmin ve oligarşinin, sömürge tipi faşizmin tarihsel krizini kısa ve orta vadede aşamayacağı gerçeği ile birlikte ele almamız gerekir. Bugüne kadar, hareketin kitlesel temeli ile politik öznesinin, sömürge tipi faşizm sonrasının iktidar mücadeleleri düzlemini bir “devrimci duruma” dönüştüremediği[4] bir gerçektir. Bunun nedenlerini hem kitlesel hareket temeli düzeyinde hem de politik öznesinin oluşum özellikleri düzeyinde ele almamız, çözümlememiz ve bunların önümüzdeki mücadele döneminde nasıl aşılabileceğine ilişkin çözücü perspektifler üretmemiz gerekir. Bu çözümlemelerin birinci yönünü, Türkiye toplumunun proleterleştirilmesi sürecinin siyasallaşma özelliklerinin bir çözümlemesine, ikinci yönünü ise Türkiye sosyalist ve sol hareketinin devrimci sınıfların ve toplumsal güçlerin politik eylemine öncülük ve önderlik etme kapasitesinin derinlemesine bir sorgulamasına odaklamalıyız. İçinde bulunduğumuz sürece etkili bir devrimci müdahale planı bu çözümlemelerden hareketle tasarlanabilir. Ne yazık ki, Türkiye sosyalist hareketinin uzun zamandır “kavruk kalmış” teorik-politik tartışma zemininde bu sorunlar kendisine ancak “kişisel ilgi alanları” olarak yer bulabilmektedir. Hareket, gündelik etki ve tepkilerin belirlediği bir “dar pratikçi” düşünce evreninde, el yordamıyla ilerlemektedir.
Anti faşist halk hareketinin politik deviasyonlarının bu iki düzlemdeki kaynaklarını ayrıntıya girmeden tanımlamaya çalışalım:
Kitlesel unsurun iç sınırı: Anti-faşist halk hareketinin bugünkü başlıca kitlesel bileşenleri Kürt özgürlük hareketi, kadın kurtuluş hareketi ve (pratikte ana unsurunu Alevi kent yoksulları, toplumsal statü kaybına uğrayan ücretli profesyoneller ve yüksek öğrenim gençliğinin oluşturduğu, sözcüğün geniş anlamıyla) “sol” harekettir. İşçi sınıfı, (örgütlü işçi hareketi de güvencesiz işçi hareketleri de) anti-faşist halk hareketlerinin yükselen dalgalarının belirgin ve sürekli bir bileşenini oluşturmamaktadır.[5] Anti-faşist halk hareketi “barışçı-protestocu” niteliğin ötesine geçememektedir ve sınıfsal kompozisyonu bakımından, toplumun devrimci potansiyellerinin bütününe ulaşma yeteneği kazanamamaktadır.
Politik unsurun iç sınırı: Türkiye sosyalist hareketinin varlığı önemli ölçüde “temsil alanıyla”[6] sınırlanmıştır. Hareketin uzun yıllar boyunca kendisini bu sınırlı varoluşa hapseden koşulları aşacak bir örgütsel ve eylemli varoluş kazanamaması, sosyalist hareketin durağanlaşmasına, bürokratikleşmesine, seçkincileşmesine ve siyasi oportünizmin genelleşmesine yol açmaktadır.
Sorunun bu biçimde saptanmasından hareketle, anti-faşist kitlesel hareket zeminin sınıfsal darlığını aşmak için mevcut hareket zeminini bir kenara bırakarak “işçi sınıfı içerisinde çalışma”ya gömülmeyi, sosyalist hareketin temsil alanındaki mücadelelere daralması sorununu aşmak için temsil alanını terk etmeyi savunmak devrimci çizginin tasfiyesinden başka sonuç üretmeyecek bir “düz mantık” zorlamasıdır.
Hareketin “sınıfsal sınırları”, oligarşinin, proleterleştirme sürecinin yönetimi için halk içindeki çelişki ve karşıtlıkları[7] birbirine karşı yönetmeyi temel alan politikalarının kendisine somut karşılıklar bulmasından kaynaklanmaktadır. Sorunun çözümü, tıpkı devletin ve düzen partilerinin yaptığı gibi, politik mücadele düzlemini, yani toplumsal sınıflarla devletin ilişkiler alanını temel alan bir devrimci kitle mücadelesinin geliştirilmesindedir. Bu noktada düzen partileri ile devrimci “parti” arasındaki fark, düzen partilerinin ürettikleri somut politikaların bu ayrım ve çatışmaları derinleştirip, bu çelişkileri işçi sınıfının değişik katmanlarını teker teker devletin güdümüne sokması ve kurulu düzene entegre etmesiyken, devrimci partilerin ürettikleri somut politikaların aynı kesimleri devletten ve kurulu düzenden özgürleştirici muhtevasıdır.
Benzer bir biçimde “temsil alanına sıkışma” sorununun çözümü, temsil alanındaki mücadeleye havlu atmak değildir. Tam aksine çözüm, sosyalist ve Kürt demokratik hareketinin bu sınırlı varoluş koşulları içinde, dişe diş mücadelelerle sokakta ve parlamenter temsil düzleminde kazandığı mevzilerin, kitle hareketi ve devrimci eylem düzlemindeki karşılıklarının yeniden yaratılması ve aşılmasındadır. Bu ise bu amaca uygun bir “devrimci kitle çizgisi”nin[8] hareketin her aşamasında ortaya çıkarılması ve uygulanmasında aranmalıdır.
İçinde bulunduğumuz anda, Erdoğan rejiminin yeni bir karşı devrimci sıçrama ile vadesini uzatmasını önlemek, anti-faşist halk güçlerinin önündeki yakıcı mücadele hedefi olarak somutlaşmaktadır.[9] Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını yeniden kazanması ve AKP-MHP koalisyonunun meclisteki mevcut çoğunluğunu korumasıyla sonuçlanacak bir seçim, Erdoğan rejiminin ultra-faşist bir rejime dönüşümünün (bu sıçrama seçim öncesinde ve seçim anında zaten gerçekleştirilmemişse) sıçrama tahtası olacaktır. Buna karşılık Erdoğan rejiminin “çözülmesi”ni Cumhurbaşkanlığı seçiminin Erdoğan dışı bir aday tarafından kazanılması ve parlamentodaki güçler dengesinin AKP-MHP koalisyonu karşısında çoğunluk oluşturmasına bağlayan yaklaşımın hatalı olduğu apaçıktır. Erdoğan rejiminin kaybedeceği bir seçime girmesi, oligarşi ve devlet içindeki dayanaklarındaki bir çözülmeye bağlı olacaktır. Erdoğan rejimi seçimi kaybettiği için çözülmeyecek, çözülmeye başladığı için kaybedeceği bir seçime girmek zorunda kalacaktır. Ancak böylesi bir gelişme, Erdoğan rejiminin yenilgiyi kabullenmesine değil, elinde tutabildiği güçlere bağlı olarak 7 Haziran 2015 sonrasından çok daha şiddetli darbe girişimlerine yönelmesine veya uzun ve kanlı bir “yıpratma savaşı”na girmesine yol açacaktır. Bu ise, antifaşist güçlerin etkin bir muhalefetinin yokluğunda, kontrgerillanın rejim üzerindeki belirleyici konumunun süreklileşmesine neden olacaktır.
Türkiye’nin anti-faşist güçleri, Erdoğan rejiminin seçim sürecini terörle yönetme politikasını püskürtecek bir kitlesel direniş çizgisine odaklanması halinde, (Haziran İsyanı sonrasında oldukça ciddi bir seviyeye ulaşmış olan demokrat, sol ve sosyalist seçmen tabanında somutlaşan) güçlü bir kitlesel hareket potansiyeli ile diyalog kurabilecektir. Böylesi bir direniş hareketi, Erdoğan rejiminin olası bir seçim zaferi sonrası yöneleceği faşist saldırı dalgası karşısında anti faşist güçlerin direnme zeminini güçlendirecektir. İkinci seçeneğin gerçekleşmesi ve Millet İttifakı’nın faşizmin kurumsal temeli ile uyumlu bir “restorasyon” projesine yönelmesi halinde ise hem parlamenter temsil alanındaki dayanakları sarsılabilecek, hem de bu güçlerin sömürge tipi faşizm sonrasının rejim biçiminin belirlenmesi sürecindeki egemenliğini sarsacak halkçı-demokratik bir politik güç merkezini yaratma yönünde önemli bir mesafe alınmış olacaktır.
Bu nedenle, düzenin iktidar alternatiflerinin ikisi de HDP’nin (ve dolayısıyla Emek ve Özgürlük İttifakının), bir oyun bozan olarak bu sürecin dışına itilmesinden yarar ummaktadır. Böylesi bir sonucun mutlak olarak sağlanabilmesi halinde Erdoğan rejimi seçim uğrağındaki amacına ulaşmış olacaktır. Ancak düzen güçlerinin böyle bir sonucu elde edebilmeleri kolay olmayacaktır. Birinci engel, Kürt halkının siyasallaşma düzeyidir. Kürt halkı yaklaşık 30 yıllık “ambargolu” yasal siyaset tecrübesinin kazandırdığı muazzam bir esnek hareket yeteneğine sahiptir. İkinci büyük engel, Türkiye Sol ve Sosyalist Hareketinin Haziran İsyanı sonrasında güçlenen, iktidar mücadelesinin temsil düzlemindeki “matematiği”yle uyumlu taktikleri kullanabilen rasyonalitesidir. Bu nedenle Emek ve Özgürlük İttifakının seçim sürecinde önüne çıkarılacak engelleri aşmanın, İttifak için seçme ve seçilme özgürlüğünü etkin bir biçimde savunabilmenin, “sandık güvenliği” sağlamanın etkili araçlarını üretmek bir “imkansızın peşinde koşmak” olmayacaktır. Bu pratik aynı zamanda şu an “seçimler zemini”ne oturan anti-faşist güç birliğinin sürekli bir “hareket” haline getirilebilmesinin olanaklarını da yaratabilir.
Bütün bunlar, karşı karşıya olduğumuz durumun, içerdiği devrimci güçlerin açığa çıkarılabilmesine olanak vererek derinleşmesini sürdürecek bir milli kriz olduğunu göstermektedir. Bir milli kriz ortamında devrimci siyasi taktik milli krizi derinleştirmek, içerdiği devrimci güçleri açığa çıkarmak ve sürecin bir devrimci duruma doğru ilerlemesi için çalışmaktır. Bugün, bu taktiğin somut[10] siyasi karşılığı, anti-faşist güçlerin en geniş siyasi birliğini sağlamak ve bu birliği iktidardaki faşizme karşı, halkın öz-savunma eğilimlerini de kucaklayan geniş bir kitle seferberliği yaratmak için değerlendirmektir.
Düzenin iktidar alternatiflerinin birbirine üstünlük sağlayamadığı, siyasi ve ekonomik krizin derinleşmesini sürdürdüğü bu sürecin herhangi bir noktasında (tabii ki devrimciler başından itibaren böyle olmasını isterler, istemelidirler ve bunun için çalışmalıdırlar) anti-faşist güçlerin kararlı bir birlik üzerinden ortaya koyacakları ve kitle hareketleriyle destekleyecekleri bir “halkçı-demokratik dönüşüm” programı, gerçek bir iktidar alternatifi haline getirilebilir. Sürecin bu biçimde geliştirilebilmesi halinde, düzenin iktidar alternatifleri arasındaki iktidar/muhalefet denkleminin karşısına “devrimci iktidar süreci”ni örgütleyen gerçek bir hareketle çıkılabilir.
Gelecek Bölüm: İttifaklar ve Devrimci Siyaset
Dipnotlar:
[1] Çünkü kontrgerilla emperyalizmin gizli işgal aracı olarak kurulmuştur ve kurumsal bileşenleri, emperyalizmin bölgesel hegemonya krizi nedeniyle emperyalist merkezlerce bire bir güdümlenemeseler de manipüle edilebilirlikleri sürmektedir.
[2] Halkçı-demokratik-sosyalizan siyasi iktidarların yozlaşmalarına ilişkin tartışmalar şu anki konumuzun dışında kalıyor.
[3] Bu hareketin “savaş karşıtı” yönünün ön planda oluşu, onun temelindeki anti-faşist karakteriyle çelişmez. Türkiye’nin ABD’nin Irak’ı işgali planına Güney Kürdistan’dan geçecek bir kara harekatı üzerinden eklemlenmesi halinde ortaya çıkacak birinci sonuç, emperyalizm-oligarşi-faşist güvenlik bürokrasisi arasında, ülkenin geleceğini uzun yıllar belirleyecek gerici bir birlik olacaktı. Savaş karşıtı hareket, bu birliğin üzerinde gelişeceği zemini parçaladı. Bu birlik, ancak 2010’daki 12 Eylül Anayasa referandumu sonrasında, daha dar bir temel üzerinde, AKP-Gülen Koalisyonu biçiminde oluşturulabildi ve kısa sürede parçalandı.
[4] “”Devrimci durum”un tamamen iradi bir zorlamayla “inşa edilemeyeceği”, çok faktörlü bir süreçte “oluşacağı” genel bir doğrudur. Ancak bizim gibi ülkelerde, halkın “politik pasifliği” sorununu çözecek devrimci bir iradi zorlamanın “devrimci durum”un oluşması için zorunlu olduğunu da 1971 devrimci direnişinden bu yana biliyoruz.
[5] Örneğin “gündüz işte gece direnişte” mottosunun sınırlı çerçevesi içinde gelişen Haziran İsyanı’nın kitlesi içinde “işçi sınıfı” ayırt edilebilir bir biçimde var olmamıştır ve kendi sınıf kapasitesini ortaya koyduğu “üretimden gelen gücünü” kullanma eğilimi göstermemiştir. Hareketin “siyasi önderliği”ni üslenmeye çalışan güçlerden gelen bu yöndeki zorlamalar, işçi sınıfı içerisinde bir karşılık da bulmamıştır. Sorun, bugün de geçerliliğini hissettirmektedir. Son olarak, Erdoğan neo-faşizminin apaçık sınıf düşmanı politikalarının bir sonucu olarak yaşanan, 41 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Amasra katliamı sonrasında, sözcüğün en geniş anlamıyla “işçi sınıfı hareketinin” verdiği tepki ortadadır.
[6] “Temsil alanı” ile sadece “parlamenter temsil”den söz etmiyorum ve “temsil”e olumsuz bir anlam da yüklemiyorum. Tam tersine, Devrimci sınıfların ve toplumsal kesimlerin faşizmi ve neoliberalizmi yıkmayı öngören siyasetlerinin bütün düzlemlerde temsil edilmesi, devrimci politik mücadelenin önemli bir bileşenidir. Türkiye sosyalist hareketinin öncülük ettiği demokratik toplumsal muhalefet, hem parlamenter temsil alanında hem de politik örgütlenmelerinin büyük bir direngenlikle yürüttüğü protesto hareketleriyle sokaklarda, halkın ekonomik ve politik taleplerini sosyalist/radikal demokratik temelde etkili bir biçimde temsil etmektedir. Bununla birlikte günün bu devrimci siyasetlerinin kitlelerle buluşturulması, somut bir toplumsal güce dönüştürülmesi ve siyasi sürecin yön verici bir unsuru haline getirilmesi, kitlelerin somut politik varlığını seçmenlikle sınırlayan/seçmenliğe sıkıştıran koşulların aşılmasını gerektirir. Anti-faşist halk güçlerinin “siyasi olgunlaşması”, kitleleri bu yöne doğru eğiten bir mücadele ve asıl önemlisi örgütlenme çizgisini temel alarak sağlanabilir. Sosyalist hareketi yasallığın ve pasifizmin dar varlık zeminine daraltan, başlıca tarihsel dönemeç noktalarını 12 Eylül yenilgisi, ’93 Kirli Savaşı, 19 Aralık 2000 ve 10 Ekim 2015 katliamlarının oluşturduğu zincirleme yenilgiler sürecinin bir bilançosunu çıkarmamız ve sosyalist harekete yeniden bir “devrimci varlık alanı” oluşturacak “kurucu süreç perspektifi” geliştirmemiz zorunludur. Ancak böyle bir varlık alanı, Türkiye devrimci hareketinin büyük atılımlarında gördüğümüz gibi laboratuvar koşullarında ve fanusta değil, Türkiye’nin sıcak devrimci politik ve toplumsal mücadelelerinin pratiği içerisinde oluşturulabilir.
[7] [7]Bu çelişki ve karşıtlıklar, üretim sürecinde, yaşam alanlarında ve siyasi yaşamda kendilerini göstermektedir. Örneğin, işçi sınıfının güvencesiz katmanları, yüksek eğitimli, yüksek ücretli ve önemli bir bölümünü “yönetici” olarak karşılarında gördükleri “kadrolu” işçileri, kendilerinin sömürü/iktidar hiyerarşisinin dibine itilmesinden sorumlu tutmakta ve içgüdüsel olarak “düşmanının” bir parçası saymaktadır. Taşeron işçisi için taşeron patronu kendisine, ana şirket muhasebecisinden daha yakındır. Bunun tersi de örneğin üst işverenin kalite kontrol denetmeni, insan kaynakları yöneticisi, muhasebecisi vb. için geçerlidir; kendi performansını belirleyen taşeron işçisinin verimliliğidir ve “performans zammı alamamasının” nedenini, ağır iş yükü ve düşük ücret koşullarında “kaytaran”, hatta sendikalaşıp hak talep eden taşeron işçisinde görmektedir. Bu karşıtlık, birinci kesimin taşeron işçiye yönelik sınıfsal tepkisini, onun “dindar/Kürt/göçmen” kimliğine yöneltmesine; ikinci kesimin ise “kadrolu” işçilerin “üst” statülerini ayrımcılık, mesleki kayırma gibi “grup içi dayanışma” pratiklerinin veya ana şirket patronu ile çıkar birliğinin bir sonucu olarak kavramasına ve tepkisini onun “seküler/eğitimli/”beyaz Türk” kimliğine yöneltmesine neden olmaktadır. Neoliberalizm, işçi sınıfı ve halk içerisinde, gündelik sınıf mücadelesinin “içinden” aşılabilmesi olanaklı olmayan böyle çok sayıda çelişki üretmiştir.
[8] “Kitle çizgisi” ile “kitle hareketinin çizgisi” birbirine karıştırılmamalıdır. “Kitle çizgisi”, belirli bir siyasi konumdan kitlelerle eylemli diyalog kurmanın “mücadele çizgisi”dir. ’71 Devrimci direnişi, “sivil faşist teröre karşı aktif direniş çizgisi”, “devrimci kitle çizgisi”nin mücadele tarihimizdeki ayırt edici örnekleridir.
[9] Bu sıçramanın “önlenemeyeceği” yargısı, bu mücadelenin bir tarafa bırakılmasını gerektirmese de, anti-faşist mücadelenin, kapsamı genişlemiş ve şiddeti katlanmış faşist saldırganlık koşulları altında sürdürülebilmesini ve geliştirilebilmesini sağlayacak araç ve biçimlerini bugünden hazırlayan bir mücadele çizgisiyle yürütülmesini gerektirir. “Nasıl olsa bu sıçramayı önleyemeyiz” deyip, bu karşı devrimci sıçramayı önleme mücadelesini siyasetinin merkezine koymayanlar, “sonrası”na da hazırlanamaz.
[10] Elbette, soyut ve mantıksal olarak milli krizi derinleştirmenin başka yolları da vardır; ama görebildiğim kadarıyla bu yollara yönelen ve gerçekleştirme yeteneğinde bir siyasi inisiyatif bulunmamaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.