Ülkemizde Neoliberalizmin ve Sömürge Tipi Faşizmin “sürdürülebilirliğini sağlayan tarihsel temel” tükenmiştir. İçinde bulunduğumuz anın temel çatışma düzlemini doğru olarak kavrayabilmek için bu olgunun somut içeriğinin ortaya konulması ve içerdiği devrimci olanakların görülmesi ve gösterilmesi gerekmektedir
Bilindiği gibi Halkevleri, 22 Ağustos tarihinde kurucuları arasında olduğu ve daha sonra Emek ve Özgürlük İttifakı adını alan Yedili Platform’a, bu çalışmadan çekildiğini bildirdi. Çekilme gerekçeleri ise Emek ve Özgürlük İttifakı’nın 25 Ağustos’daki ilanının ardından Genel Başkan’la sendika.org’un yaptığı bir röportajla 26 Ağustos’ta açıklandı. Bu tutuma karşı olduğumu ve daha derinlikli bir tartışmayla ele alınması gerektiğini bu açıklamaların öncesinde ifade etmiştim. Bir tutuma dönüştürülerek fiilen bitirilmiş olan bu tartışmayı bir “karar süreci tartışması” olarak yapabilmem artık mümkün değil. Ama bu tutuma karşı çıkışımın arkasında yatan teorik-politik perspektifi tartışmanın zamanı geçmiş değil. Çünkü bu perspektifin aynı zamanda atılan hatalı adım sonrasında ortaya çıkan durumun yaratacağı zararları telafi etmek için de esas alınması gerekeceği kanısındayım.
Eleştirilerim, bir görüş ayrılığını ifade etmekle birlikte, kökleri benim için 34 yılı bulan politik mücadele zeminiyle bir ayrılık değil. Tam tersine, yapmaya çalıştığım tartışma, içinde bulunduğumuz dönemin devrimci kavranışına katkıda bulunarak bu zemini güçlendirmeyi hedefliyor. Bu amacıma ancak açık politik tartışma yoluyla ulaşabileceğim kanısındayım. “Geleneğimiz” için bu alışılageldik bir şey değil. Alışılageldik olmayan zamanların tartışmalarının alışılageldik şekilde yürütülebilmesi de mümkün olmuyor.
Bugünkü krizin niteliği ve gelişmesinin yönü
Karşı karşıya olduğumuz durum, derinleşmekte olan bir “Milli Kriz” tablosudur. “Milli Kriz, ekonomik, sosyal ve siyasi krizin aynı zamanda ve bir arada gerçekleştiği ulusal çaptaki krizdir.”[1]
“Milli Kriz”e ilişkin belirlemeler, günün devrimci politikasını oluşturmak açısından önemlidir. Yeni sömürge devrimi perspektifini oluştururken Mahir Çayan’ın başlıca hareket noktalarından biri, emperyalizmin bütün sömürgelerinde milli krizin “tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile” mevcut olduğu saptamasıdır.[2] Giderek derinleşen bir milli krizin bir Devrimci Duruma onun da bir devrime dönüşmesi olanaklıdır. “Devrimci strateji ve program” bu dönüşüm olanaklarının nasıl gerçekleştirileceğine odaklanarak geliştirilir. Devrimciler için “ezeni de ezileni de etkileyen bir milli kriz”, aşılması gereken bir “sorun” değil, içerdiği devrimci güç ve dinamikleri açığa çıkarmak için derinleştirilmesi gereken bir “olanak”tır.
Derinleşmekte olan bir milli kriz tablosuyla karşı karşıya geldiğimizde, mevcut durumda krizi derinleştiren temel sürecin ne olduğunu, hangi çelişki ve çatışmaların sonucunda doğduğunu, hangi toplumsal güçleri harekete geçmeye zorladığını, egemen/sömürücü sınıf ve güçlerin ortaya çıkan politik ve toplumsal çatışmaları yönetme kapasitesinin ne olduğunu, ezilen/sömürülen sınıf ve toplumsal grupların bağımsız sınıfsal eyleme/halk eylemine yönelme eğilimlerinin, olanaklarının, kapasitesinin ne olduğunu anlayarak işe başlamamız gerekir.
İçinde bulunduğumuz sürece damgasını vuran gerçeklik Neoliberalizmin ve Sömürge Tipi Faşizmin tarihsel krizidir. Bu belirlemenin kritik kavramı “tarihsel kriz”dir. Bu kavramı, krizin belirli bir ekonomik, toplumsal, siyasal olgunun sürdürülebilirliğini sağlayan tarihsel temelin ortadan kalkmasından kaynaklandığını ifade etmek için kullanıyorum. Bir toplumsal olgu için tarihsel krizden söz ettiğimizde, o olgunun tarihsel temelinin ortadan kalktığını ve ortadan kalkmaya yargılı olduğu bir kriz içerisinde olduğunu ileri sürmüş oluruz. Böyle bir durumda söz konusu olgu için yapılacak tartışma, varlığını nasıl sürdüreceği değil, yerini neyin ve nasıl alacağı tartışmasıdır.
Ülkemizde Neoliberalizmin ve Sömürge Tipi Faşizmin “sürdürülebilirliğini sağlayan tarihsel temel” tükenmiştir. İçinde bulunduğumuz anın temel çatışma düzlemini doğru olarak kavrayabilmek için bu olgunun somut içeriğinin ortaya konulması ve içerdiği devrimci olanakların görülmesi ve gösterilmesi gerekmektedir.
Yaşamakta olduğumuz “Milli Kriz” tablosunun temeli ve çerçevesini bu biçimde belirlediğimizde, bu belirlemeden çıkaracağımız zorunlu sonuç şudur: Oligarşi bu krizi “aşacak” bir siyasi ve ekonomik program üretme kapasitesine sahip değildir. Buna karşılık “halk hareketi”nin bu uzayıp gidecek milli krizi bir devrimci duruma dönüştürüp dönüştüremeyeceği de sorgulama gerektirmektedir.
Bugünkü milli krizin somut tablosu
İçinde bulunduğumuz durumda, siyasal çatışmanın merkezi konusu sömürge tipi faşizmin restorasyonu veya Erdoğan’ın başkanlığı altında konsolidasyonu değildir; sorun bunun ötesindedir. Bugünkü siyasi iktidar mücadelelerinin merkezi konusu, “sömürge tipi faşizm sonrası”nın devlet biçiminin oluşturulması/saptanmasıdır. Erdoğan’ın, neo-faşizmin Türkiye’ye özgü bir biçimlenmesi olarak ele alınabilecek başkancı rejimi bu soruya verilen ilk ve başarısız[8] yanıttır. Geldiğimiz noktada bu sorunun merkezinde bulunduğu çatışma sürecinin olası gelişme doğrultuları ise ultra faşist[9] bir karşıdevrim, çeşitli şiddet biçimlerinin eşlik ettiği uzun süreli hükümet krizi, sosyalist nitelikte halkçı bir demokratik devrim veya iç savaştır.
Öte yandan burjuvazinin neoliberal birikim modeline alternatif bir sermaye birikimi modeli yoktur. Burjuvazi büyük bir çaresizlik içindedir. Toplumsal üretimin yaşamakta olduğumuz şiddetli yoksullaşmayı ve toplumsal çöküntüyü durdurarak sürdürülebileceği bütün çıkış yolları, sermayeyi, meta ekonomisini ve proleterleştirmeyi sınırlandıran bir içerik taşımak zorundadır. Oligarşinin böyle bir çözüm yoluna yönelebilmesi sınıfsal karakteri nedeniyle olanaksızdır. Bu doğrultudaki herhangi bir çıkış programı ancak ve yalnızca emekçi sınıfların gücü ve inisiyatifi üzerinde yükselen bir devrimci iktidar tarafından izlenebilir. Yani halk için, ekonomik çöküntünün aşılabilmesinin “tarihin olağan akışına uygun” tek yolu sosyalizmdir. İşte bu nedenlerle neoliberalizmin ve faşizmin tarihsel krizi, devrimi ve sosyalizmi günün politik çatışmasının merkezine getirmektedir.
Peki “günün temel politik çatışması” nedir ve hangi somut süreçte şekillenmektedir? Tabii ki günün temel politik çatışmasının somut konusu “Erdoğan(+Bahçeli+) faşizmi’nin[10] yıkılması/ayakta tutulması”dır.
İçinde bulunduğumuz tarihsel süreçte, genel olarak, faşist ve oligarşik kurum ve güçlerin devlet iktidarı için mücadelelerdeki şekillendirici etkisinin temel, “başkanlık mücadelesi” ve “parlamento içi dengelerin” etkisinin ise buna bağlı olarak gelişeceğini söyleyebiliriz. Ancak Erdoğan faşizmi etrafındaki mücadelenin bugünkü momentinde Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimi ön plana çıkmıştır, güçler arasındaki mücadeleler ve iktidara yönelen güç merkezlerinin biçimlenmesi de, somut olarak “seçim süreci” boyunca ilerlemektedir. Ancak tabii ki, Erdoğan faşizminin ayakta tutulabilmesi açısından tayin edici önemde olmakla birlikte, bu sürecin tek unsuru temsil ilişkilerinin nasıl teşekkül edeceği değildir. Şu anda önemli ölçüde Erdoğan faşizminin egemenliği altında biçimlenen devletin (ve özellikle de kontrgerilla ağının) bürokratik merkezinin, yapılarının ve kadrosunun konsolidasyonu/parçalanması/saf değiştirmesine yönelik mücadeleler de bu sürecin temel bir parçasıdır ve seçim süreciyle yakın ilişki içinde gelişmektedir. Örneğin kontrgerilla cephesindeki didişmelerin bir kısmı, Sedat Peker’in açıklamalarında somutlaşmakta ve seçim süreciyle bağlantılandırılarak geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu didişmelerin başka düzlemlerde sürdüğü de hissedilmektedir.
Bu süreçte siyasi iktidar mücadelesi ve dolayısıyla “sömürge tipi faşizm sonrasının devlet biçiminin belirlenmesine yönelik mücadelelerin, temsil alanındaki karşılığı üç ana politik güç merkezi etrafında oluşmaktadır. Birinci politik güç merkezi, Erdoğan+Bahçeli+ koalisyonunda somutlaşan “Cumhur İttifakı”dır. İkinci politik güç merkezi CHP ve İYİP’in merkezinde olduğu “Millet İttifakı”dır. Üçüncü politik güç merkezi ise HDP’nin merkezinde olduğu “Emek ve Özgürlük İttifakı”nda somutlaşan bir “anti-faşist güç öbekleşmesi” etrafında oluşmaktadır. İlk iki güç merkezi “düzen içi” karakterdedir ve faşist veya faşizmle uzlaşma arayışındaki siyasi yapılara dayanmaktadır. Üçüncü güç kümlenmesi ise nesnel olarak faşizmle uzlaşmaz karşıtlık halinde olan demokratik ve sosyalist güçlere dayanmaktadır. Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasındaki politik iktidar mücadelesinin çerçevesini, devlet iktidarının ele geçirilmesi mücadelesi belirlemektedir. Erdoğan faşizminin yıkılması sürecine anti-faşist ve toplumsal eşitlikçi bir konumdan müdahale etmeyi hedefleyen demokratik ve sosyalist güçlerin oluşturduğu güç kümelenmesi ise bu çatışma süreci içerisinde zorunlu olarak faşizmin yıkılmasına yönelen bir politik konumu temsil edecektir.
Bütün bu merkezlerin iktidar mücadelelerinin gelişmesi sürecinde kendi evrimlerini yaşayacaklarını, düzen içi iktidar bloklaşmalarının kompozisyonlarının ve bileşenlerinin birbirleriyle ilişkilerinin, özellikle de “sağ”daki yapıların, ilerleyen süreçte değişiklikler göstereceğini akılda tutmak gerekir. Antifaşist güçlerin şu anda temsil alanına odaklanan birlikteliklerinin somut iktidar mücadelesi düzleminde temsil ettiği bağımsız demokratik potansiyeli ne ölçüde gerçekleştirebileceği de bileşenlerinin politik yönelimlerine ve temsil ettikleri anti-faşist halk direnişinin somut gelişmesine bağlı olacağı ortadadır.
Sömürge tipi faşizm sonrasının devlet biçimi, yalnızca siyasi iktidar alternatifleri arasındaki bir mücadeleyle belirlenmeyecektir. Tarihsel iktidar temeli düzensizleşen kontrgerilla yapılarının, yani “kurumsal faşizm aygıtları”nın “siyasi iktidar alternatifleri” içerisinde ve iktidar-ana muhalefet ilişkileri düzlemindeki nüfuzlarını kullanarak, kendilerini devlet iktidarının belirleyici gücü haline getirecek rejim kompozisyonları oluşturmaya çalışmakta oldukları da görülmektedir.
Devlet iktidarını ele geçirme mücadelesinin bugünkü seyrinde, Erdoğan faşizminin ayakta durabilmek için seçim ortamını belirlemeye yönelik dolaylı ve dolaysız saldırganlığı ile polis ve adliye başta olmak üzere bürokrasiyi, iktidarıyla “kader birliğine” sokacak bir suç ortaklığına zorlama pratikleri; buna karşılık “Millet İttifakı”nın Erdoğan’ın bürokrasinin orta ve alt kademelerindeki hegemonyasını çözmeye yönelik manevraları ön plandadır. Her iki siyasi iktidar alternatifi de sömürge tipi faşizmin halen devlet iktidarını belirleyen kurumsal kalıntısıyla kendine özgü “işbirliği” modelleri oluşturmaya çalışmaktadır. Erdoğan iktidarının yıkılması ve yerini açık çatışmayla/didişmeyle/anlaşmayla Millet İttifakına bırakması, devletin kurumsal faşist yapılarının devlet iktidarı içindeki güçlerini yitirmesi anlamına gelmeyecektir. Kurulu düzenin bu “siyasi temel”inin bir görünümü olarak her iki güç merkezi için de “kitleler” iktidar mücadelelerinin dışında tutulması gereken ve sadece seçmen olarak “avlanması” gereken bir unsurdur.
Erdoğan iktidarı, temsil alanındaki güçler dengesinin kendi lehine oluşması için Millet İttifakı’nı parçalamayı, etkisizleştirmeyi ve bunun için/bunun yanında HDP’yi yalıtmayı ve çoğunluk denkleminin dışına çıkarmayı hedeflemektedir. Erdoğan’ın Millet İttifakı’nı parçalamak için kullandığı en önemli araçlar, Kürt siyasi hareketi üzerinden geliştirilen provokasyonlar ile din istismarına dayalı demagojik çıkışlardır. Etkisizleştirme politikasının ön planında ise İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediye başkanlarına yönelik saldırı ve manipülasyonlar geliyor. İktidar, HDP’yi kriminalize ederek ve faşist cinayetlere yol verecek kadar hedef göstererek yalıtmayı ve temsili siyaset düzleminin dışına sürüklemeyi amaçlamaktadır.
“Millet İttifakı” ise bir yandan HDP’nin yalıtılmasına suç ortaklığı ederken, diğer yandan CHP’nin HDP ile Cumhurbaşkanlığı seçimiyle kısıtlı bir düzlemde ilişki kurmasına “yol vermekte”dir. Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir; Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi halinde, başta Kürt sorunu olmak üzere, demokratikleşmenin özüyle ilgili bir çok sorunda, Millet İttifakı’nın sağ bileşeni meclisteki AKP ve MHP grubuyla birlikte hareket edecek ve bu işbirliğini yeni Cumhurbaşkanlığı kabinesine de yansıtacaktır. Benzer bir tablo devletin kurumsal altyapısının yeni iktidarla uyumlulaştırılması sürecinde de ortaya çıkacaktır. Sömürge tipi faşizmin kurumsal bakiyesi böyle bir yeni devlet iktidarında da rejimin siyasi sınırlarını belirleyici rolünü sürdürecektir.
Dipnotlar:
* “Genel olarak devrimci, sosyalizmin tarafında ya da Komünist olmak yeterli değildir. Her bir özel momentte, zincirin tamamını avucunuza almak ve bir sonraki halkaya geçişe sağlamca hazırlanabilmek için olanca gücünüzle kavramanız gereken özel halkayı bulabilmelisiniz. Halkaların düzeni, biçimleri, tarihsel olaylar zincirinde birbirlerine bağlanma tarzları, her birinin birbirinden ayrılma yolu bir demircinin elinden çıkan sıradan bir zincir gibi basit ve anlamsız değildir.” V.I. Lenin, Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri, Collected Works, PP c.27, sf. 274
[1] https://sendika.org/2015/05/tehlike-ve-firsat-olarak-kriz-ferda-koc-263378/ Bu yazı boyunca kullanacağım, kriz terminolojisinin içeriği için de bu makaleye baş vurulabilir. Son zamanlarda, yaşamakta olduğumuz krizin “çok yönlü” tablosunu tasvir etmek için kullanılan “çoklu kriz” kavramı, Marksist politik terminolojideki “milli kriz” kavramından farklıdır. Marksist politik terminolojideki “milli kriz” kavramı, ulusal ölçekteki siyasi mücadele süreçlerinin temelini tanımlarken, “çoklu kriz” kavramı sadece ekonomik-politik-ideolojik … krizlerin özerk gelişme süreçlerine ve tesadüfi de olabilecek bir araya gelişlerine vurgu yapmaktadır. “Çoklu kriz” kavramı bu “yapısalcı” özelliği nedeniyle bütünsel bir devrimci stratejinin hareket noktası olarak kullanılamaz.
[2] “Emperyalist hegemonya altındaki bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde milli kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur” M. Çayan, Bütün Yazılar, Kesintisiz Devrim II-III, sf. 262 https://www.marxists.org/turkce/cayan/yayinlar/butun-yazilar.pdf
[3] [3]Kadınların proleterleştirilmesi süreci genel sürecin hızında gelişememektedir. Kadınların proleterleştirilmesini sınırlayan ana etken patriyarkadır. Kökleri sınıflı toplum düzeninden daha eski olan patriyarkanın çözülmesi için sermayeye dayalı üretimin genelleşmesi yönünde işleyen dinamikler hala yeterli güce sahip değildir ve belki de hiçbir zaman bu noktaya gelemeyecektir. Metalaştırılması daha önce hayalimizden dahi geçmeyen kullanım değerlerini metalaştıran sermaye halen ev içi “özel üretim” alanını bir bütün olarak metalaştırarak toplumsal üretimin konusu haline getirecek bir sınıf mücadelesi adımını atamamaktadır.
[4] Rusya’nın İran’la (ve dolaylı bir biçimde Çin’le) oluşturduğu ittifak ve ABD’nin Suriye ve Libya müdahalelerinin başarısızlığı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki askeri müdahaleye dayalı sömürgeleştirme/yeniden sömürgeleştirme stratejisinin başarısızlığa uğramasına neden olmuştur.
[5] [5] Neo Faşizmin belli başlı özellikleri için bkz. Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2020
[6] “Kontrgerilla”dan kastım, “eylemleri yasayla sınırlanmamış herhangi bir derin devlet öznesi” değil, bunun, yeni sömürgecilik çerçevesinde, emperyalizmin gizli işgal aracı olarak, oligarşinin iktidarını tesis eden temel mekanizma olarak yapılandırılmış özel türüdür. “Yapısal bütünlük”ten kastım, “gizli işgal” ile “oligarşik egemenliği” birlikte sağlayan bir yapılanmadır; bozulan da bu yapılanmadır.
[7] Bölgesel konjonktürde köklü bir değişim olmaksızın, ABD emperyalizmi, Türkiye oligarşisi ile yüksek güvenlik bürokrasisinin çıkarları yeni bir “resmi doktrin” çerçevesinde bütünleştirilemez. Ayrıca, neoliberalizmin çöküşü karşısında tekelci sermayenin genel çıkarına karşılık veren bir yeni birikim modeli üretilemedikçe oligarşi ile devlet iktidarını bütünleştiren yeni bir “tarihsel blok”un oluşturulabilmesi de mümkün değildir. Türkiye’nin sömürge tipi faşizmi, bütün bu koşulların bir arada olduğu bir tarihsel ortamda, ABD emperyalizmi ile dönemin devlet iktidarı tarafından yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir.
[8] Bu başarısızlığın nedenleri ayrı ve kapsamlı bir değerlendirmenin konusudur.
[9] “Ultra-faşist” kavramını, 19. yy başı Fransa’sında monarşist politikayı en aşırılıkçı biçimde, dinci bağnazlıkla ve en şiddetli yıkıcılıkla savunan aristokrasi fraksiyonunu tanımlamak için kullanılan ultraroyalistes veya ultras kavramına anıştırmayla kullanıyorum.
[10] “Erdoğan faşizmi” kavramını, sömürge tipi faşizmin devlet iktidarı içindeki şiddetli bir çatışmayla yapısal bütünlüğünü yitirmesi sonrasında ortaya çıkan “özel rejim”i tanımlamak için kullanıyorum. 15 Temmuz olayı, Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrasında inşaa edilen sömürge tipi faşist devlet mekanizmasını parçaladı. 15 Temmuz çatışmasında iktidar savaşını kazanan Erdoğan’ın ve oligarşinin elinde faşizmin parçalanmış bedeni kaldı. Erdoğan, MHP ve kendisinin tasfiye ettiği eski kontrgerilla iktidarının artıklarıyla koalisyon yaparak bu bedeni bir araya getirdi ve başına kendisini yerleştirerek faşizmin bir Dr. Frankenstein canavarını yarattı. Mevcut “Başkancı Sistem”, sömürge tipi faşizmin, OHAL şokuyla ayağa kaldırılan ve Kürt düşmanlığı üzerinden “yaşamı” devam ettirilen bir Frankenstein canavarıdır. Bu rejim, Hindistan, Brezilya, Macaristan gibi ülkelerde gördüğümüz, Mody, Bolsanoro, Orban gibi diktatör figürlerinin simgelediği neo-faşist iktidarların, sömürge tipi faşizm zemini üzerinde gelişen özgün bir biçimidir. Erdoğan, sömürge tipi faşizmin enkazından imal ettiği bu yeni-faşist rejimi emperyalizme ve oligarşiye dayatarak iktidarını ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu rejim, emperyalizmin gizli işgalini ve oligarşinin siyasi egemenliğini değil, Erdoğan iktidarının sürdürülmesini temel almaktadır. Yapısal bütünlüğü, diktatörün iktidarda kalmasına bağlıdır. Diktatörün iktidardan düşmesi halinde, bileşenlerine ayrılması kaçınılmazdır. Ancak bu durumda, diktatörlüğün “kurumsal faşist bakiyesi” bir başka faşist iktidar kompozisyonu oluşturmaya çalışacak veya oluşacak yeni iktidarın içindeki “siyasi gericiliğin” bir parçası olarak kendisini güvence altına almaya yönelecektir.
Gelecek Bölüm: Kriz Nasıl Gelişecek?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.