1992 yılında Türkiye’de polis tezgâhları bir tekmeyle yıkıldı. Bir daha devrimcileri masa önlerine dizip teşhir etmeye cesaret edemediler. Remzi şu aşağılık düzene tekme vurduğu için katledildi ama tüm devrimcilere bir cüret miras bıraktı…
Ya sen- ey gelenek tohumunun nar çiçeği
İki bin yıllık çınar yellerinde
Spartaküs’ten beri insan sellerinde
Gelmedin daha dile- gelmedin
Dilini kopardılar da söylemedin
Durdun durdun da
Ey direncin doruklarındaki bayrağı
En büyük destanı bir tekmeyle söyledin
Adnan Yücel
Geçtiğimiz ocak ayında Sarmal Yayınları’ndan çıkan “Nefer” isimli kitabında anlatmış tüm ayrıntılarıyla, olayın tek görgü tanığı Mustafa Yaşar. Ne canlı tanık olduğunun farkında olayları yaşarken ne de tarihe şerh düştüklerinin; günlerce süren işkenceden sonra götürüldüğü Kürkçüler Cezaevi’nde anlamış durumu zaten. Çünkü ne Şaban’ı görebilmiş orada ne de Remzi’yi. Şaban’ı yakalanmamış sanıyormuş o ana dek, bir şekilde çıkıp kurtulmuştur o cehennemden emniyette getirmediklerine göre. Ama ya Remzi? Yaka paça götürüldüğü emniyette görmemiş miydi onu? Yan yana dikilmemiş miydi duvar dibine, biri tekme atarken diğeri slogan atıp bağırmamış mıydı? Neredeydi şimdi? Çıkarıldığı savcılıkta da sormamış mıydı onu “Benimle birlikte yakalandığını iddia ettiğiniz biri vardı, o nerede?” diye. Israrı karşısında “O sonra gelecek” diye geçiştirmemiş miydi devletin savcısı hiç yüzü kızarmadan.
“Teşhir Masası”nı tarihe gömen o tekme
Fotoğrafta, Remzi’nin yanında, onun gibi kolları arkadan kelepçeli, polislerin arasında slogan atmaya çalışan kısa boylu olan Mustafa.
Bütün ayrıntılarıyla anlatmış, 12 Eylül’ün çok öncesinde başlayan tüm yaşamını; bu nedenle koymuş ya “Bir Devrimcinin Anıları” alt başlığını kitabına.
“Faşizmin teşhir masasına attığı tekmeyle aynı gün gördüğü ağır işkenceler sonucu katledilen Remzi Basalak ile son kurşununa kadar direnen Şaban Budak’ın şahsında devrim şehitlerine sonsuz saygıyla…” önsözüyle başlıyor kitap.
“Teşhir Masası”; 12 Eylül döneminde sola karşı girişilen itibarsızlaştırma eylemlerinin en yürek burkanı, insanın içini en acıtanı idi. İşkence yuvası Emniyet Müdürlükleri’nde basın için “itina” ile hazırlanan bu masalar adından da anlaşılacağı gibi tam bir gösteri, tam bir sergileme alanıydı. Hem yakalanan militanlar teşhir edilirdi hem de onlarla birlikte ele geçirilenler. Hemen hemen her gün, akşam haberlerinin olmazsa olmazıydı bu sahne. Onlarca devrimci dizilirdi şubenin odalarından birinin duvar dibine; günlerce süren işkenceden yorgun düşmüş yüzleri ve uzamış sakallarıyla dururlardı öylece orada. Önlerinde beyaz örtülü bir masa olurdu, üzerinde “evlerinde ya da üzerilerinde ya da gizledikleri yerde ele geçirilmiş suç aletleri” dizili sıra sıra. Masanın olmazsa olmazı; kitap, para, silah ve mühimmattı ama bazı günler peruk, telsiz, takma sakal gibi aksesuarlarla zenginleştirildiği de olurdu. Hiçbir şey bulamadılarsa bildiğiniz küçük mutfak tüplerini koyarlardı masanın üzerine. Neye mi yarar? Elbette “bütün semti havaya uçurma hazırlığındayken yakalandılar” yalanını uydurmaya. Bütün dekor hazır olduktan sonra basın içeri alınır, poz poz fotoğrafları eşliğinde televizyon programları yapılırdı uzun uzun. Artık ertesi günkü gazete manşetlerini siz düşünün.
Kimisinin başı dik dururdu duvar dibine dizilenlerin, kimilerinin başları öne eğik, ezik. Ona göre anlaşılırdı zaten sorgunun nasıl geçtiği. Ara sıra “Türk devletinin şefkatli adaletine teslim olun” çağrılarının bile yapıldığı olurdu bu masada; kendi gördüğü işkence yetmiyormuş gibi, dışarıda kalanları aynı işkenceden geçmeye davet edercesine.
Bir yandan ele geçirdiği insanların ağır işkencelerde posalarını çıkartırlarken, diğer yandan da: “Bakın boşuna teslim almıyoruz bunları, biz olmasak daha ne terör eylemleri yapacaklardı kim bilir” gibi yalan makinasını çalıştırıyorlardı.
Ta ki Mustafa’nın bütün ayrıntılarıyla anlattığı 23 Ekim 1992 gününe kadar…
Günler öncesinden ince en küçük detayı bile gözden geçirerek yapmışlardı planlarını, tereyağından kıl çeker gibi başaracaklardı soygunu ama ah o park yerindeki ayrıntıya gizlenen şeytan olmasaydı.
Az buz bir eylem değildi aslında, toplam 24 tekel bayisini tek bir eylemle soymuş olacaklardı. Onların yerine zırhlı bir araç çalışıyordu nasıl olsa.
Sabah erkenden işe koyulan bu araba, tüm bayileri tek tek gezip paraları topluyor, öğlen paydosundan önce bankaya götürüp hesaba yatırıyordu. İşte, zırhlı araç bankaya doğru hareket etmeden önce, en sonuncu bayinin önünde gerçekleştireceklerdi soygunu.
Temiz işti doğrusu. Ama caddenin durumu kaygılandırıyordu biraz onları; araba kullanımına fazla uygun değildi, motor daha pratik bir çözüm olurdu ama içlerinde ne motor kullanmasını bilen vardı ne de önlerinde motor öğrenmelerine yetecek kadar zamanları. O kadar çok paraya ihtiyaçları vardı, o kadar zor günlerden geçiyorlardı ki. Biraz uzağa, başka bir sokağa park edilmiş bir araba da pekâlâ görebilirdi işlerini. Öyle de yaparlar.
Toplam yedi kişidirler eylemde; içlerinde bir de, örgütleri TİKB’nin (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) yakın zamanda cezaevinden firar etmiş olan Merkez Komite üyesi vardır. O firarda da az emeği geçmemişti ya Mustafa’nın, en güvendiği arkadaşını göndermişti cezaevine, onun yerine, bir nevi değiş tokuş gibi işte. Şaban, Remzi, Mustafa ile birlikte yedi kişi, yedi fırtına çocuğu gelmişlerdi eylem yerine.
Temizdi temiz olmasına ama oldukça da riskli bir eylemdi.
Bu nedenle günlerce çalışılmıştı üstünde, herkesin rol dağılımı belli, ezbere biliniyor her şey neredeyse. Eylem anında da hiçbir aksilik yok, üzerine düşeni eksiksiz yapıyor her biri, kimisi çevre kontrolünü sağlıyor, kimisi nöbetçilerle meşgul oluyor, iki kişi de içeri girip paraları alıyor.
Mustafa içeri girenlerden. Yanındakini tam hatırlamıyor ama büyük ihtimalle “Şaban’dı” diyor.
Bir yılı aşkın süredir Adana il komitesinde faaliyet yürüten Şaban, 1986 yılı sonrası, toparlanma dönemi kadrolarından olup İstanbul Teknik Üniversitesi Elektronik Bölümü’nü olanaksızlık yüzünden yarım bırakmak zorunda kalmış bir elektronik sevdalısıdır.
İçeridekileri etkisiz hale getirdikten sonra iki valize doldurdukları paralarla birlikte hızla uzaklaşırlar olay yerinden.
Bir ara sokakta ayrılırlar dört arkadaşlarından; ellerindeki silahları bıraktıkları için hiç dikkat çekmeden bir minibüse atlayıp uzaklaşacaklardır olay yerinden.
Remzi, Şaban ve Mustafa, para dolu iki valiz, biri otomatik onca silahla birlikte arabayı bıraktıkları yere doğru hızla yürümeye başlarlar.
Eylemi başarmış olmaktan o kadar mutludurlar ki taşıdıkları ağırlığın farkına bile varmazlar. Nasıl olsa biraz ileriye park ettikleri arabaya binip, hızla uzaklaşacaklardır onlar da olay yerinden.
Ama o da ne ya? Kötü bir şaka mı yapıyordu birileri onlara, kâbus mu görüyorlardı yoksa? Olacak şey miydi bu şimdi? Biraz önce park ederken boş değil miydi bu arabanın önü ve arkası? Ne zaman dolmuş ki bu park yeri de dip dibe girivermişti arabalar böyle? Hem öyle bir dip dibe ki, değil hareket ettirip çıkarmak arabayı, kımıldatmak bile mümkün değildi yerinden; mecburen geçip giderler yanından.
Bütün umutları, biraz daha ilerleyip bir dolmuş ya da taksi bulmakta.
Güvenlik güçleri de ilk şoku üstlerinden atmış, alarm üstüne alarm vermekte.
Hırsından önüne gelene saldırmaktadır Mete Altan, Adana Emniyet Müdürü o zamanlar. Kim cesaret edebilirdi böyle bir eyleme? Kimdi bu kendini bilmezler? Ah bir geçirirse onu ellerine ne yapacağını biliyordu da… Gerçi olay daha çok taze, daha bir saat bile geçmemiş üzerinden. Elbet güzel bir haber çıkacaktır, peşlerine taktığı onca ekiplerin birinden.
Çok geçmeden ara sokakların birinden çıkar o beklenen haber. Ne haber hem de. Üç kişiye karşılık koskoca bir polis ordusu; onlar polislere, polisler onlara, cayır cayır yanmakta Adana sokakları.
Adana sokaklarında üç genç
Biri Remzi, biri Şaban, biri Mustafa
Vurulur Şaban otuz kurşunla
Üç yoldaş, üçü de üç ayrı yöne dağılır, ellerinde silahları, çatışma üç ayrı sokağa yayılır. O sokak, bu sokak derken, çatışmanın kaosu içinde birbirlerini kaybederler.
İlk darbeyi Şaban alır, şanssızlığı daldığı sokağın çıkmaz olmasıdır. Sokak çıksaydı kurtulur muydu? Belki de, kim bilir? Bütün arkadaşları bir gözünün yarı kör olması nedeniyle tam nişan alamayacağını bilirdi. Son kurşununa kadar direnir, morga kaldırıldığında delik deşiktir 30 kurşun isabet eden vücudu.
Remzi yakalanır sonra; çatışa çatışa girdiği sokakta, otomatik silahı çıkaramadan, yaralı.
O ara, valiliğin önüne kadar yaklaşır Mustafa. Peşinde kimse yoktur, Valilik binasının tam karşısında Kuşseverler Cemiyeti lokaline takılır gözleri, daha önce de birkaç sefer gitmişliği vardır, alelacele oraya atar kendisini. Elini yüzünü yıkar, üstünü başını toparlar. Epey zaman geçmiştir artık, ortalık sakinleşmiştir herhalde. Artık çıksa mı? Öyle de merak ediyor ki yoldaşlarını. Tüh, keşke biraz daha otursaydı. Çıkar çıkmaz tanıyıp yakalarlar onu.
Doğru Emniyet Müdürlüğü’nün gasp masasına. Orada, Remzi’yi görünce içi cız eder, ama Şaban’ı göremeyince sevinir, en azından onu yakalayamadılar herhalde. Remzi ile birbirlerini tanımamazlıktan gelirler ama işkence timi yutmaz tabi, görür görmez tanımışlardır onları ve hiç vakit geçirmeden büyük bir iştahla hızla aşağı, sorgu odasına indirirler.
Daha doğru düzgün sorguya başlanmamışken girer Mete Altan içeri, sevinçten zil takip oynamaktadır sanki; “sonra alırsınız ifadelerini, şimdi daha önemli bir işim var, olayın sıcağı sıcağına basına göstermeliyim onları” der.
Kendileri de itilince odaya, basın için hazırlanan mizansen tamamlanmış olur; beyaz örtülü koskoca bir masa, üzerinde para, silah ve şarjörler…
İşte basın da gelmiş, hayran hayran Mete Altan’ın yapacağı açıklamayı beklemekte.
“Masayı devireceğim” diye fısıldar Remzi, Mustafa’nın kulağına “Masaya yöneleceğim ben!”
“Ben de basına konuşurum o zaman” diye cevaplar Mustafa, ikisinin de elleri arkadan bağlı. O an, orada kararlaştırıvermişlerdir ikisi de izleyecekleri taktiği.
Mete Altan’dan önce “Alçaklar, kaldırın bunları” diyen Remzi’nin sesi doldurur odayı, sonra da o ünlü tekmesiyle uçuruverir masayı. Start verilmiş, kayıt başlamıştır.
Her şey ağır çekim film şeridi gibi geçmiştir onca gözün önünden; kimse yerinden kımıldayamadan, kimse müdahale edemeden, kimse ağzını açamadan.
Ardından Mustafa’nın konuşması, birbirine karışan sloganları.
Alelacele dağıtır basın toplantısını Mete Altan.
Başka bir salonda yapacağım konuşmamı der, şaşkınlıktan dillerini yutan gazetecileri başka bir salona davet eder.
İçlerinden sadece bir tanesi icabet etmez bu davete.
Göreceğini görmüş, çekeceğini çekmiştir o.
Hızla çıkar o hengamede şubeden, çektiği fotoğrafı gerekli yerlere yetiştirmeye.
Sabahtan beri izlemiştir o da bütün Adana’yı heyecana boğan soygunu ve soyguncuların peşlerindeki sürek avını.
Şaban’ın öldürüldüğünü ilk öğrenenlerdendir.
İlk yıkılan, ilk isyan eden.
İşte şimdi Şaban’ın yoldaşlarını çekmiştir Adana Emniyeti’nde, hem de Mete Altan’ın gözlerinin içine baka baka masasına attığı tekme ile milat yazan yoldaşlarını.
Yerel basından bir gazetecidir o. Diğer bütün gazeteciler gibi kendine has ilişki kurduğu gazetecilerden sadece biri. Ben gazeteci diyeyim, siz onlara Şaban’ın elektronik öğrencileri.
Elektroniğe sevdası boşuna değilmiş Şaban’ın, büyük tekellere hiçbir bedel ödemeden gerekli olan programları bilgisayarlara indiriveren hep oymuş. Yeraltı matbaasını ayağa diken, basını daha okunaklı kılan, kafayı bu işe yoran da o.
Tam bir kitle insanıymış aynı zamanda, gittiği her yerde önce gazetecilerle ilişki kurar, hemen hemen hepsiyle tanışır, arkadaş oluverir, dayanışırmış. Öyle ki, neredeyse bilgisayarına program indirmediği yerel gazeteci yok gibiymiş, beş kuruş para harcatmadan hem de.
İşte şimdi, o gazetecilerden biri, sadece o basmış Şaban’ın yoldaşları Mete Altan’ın yüzüne haykırırken şubede. Bir tek o yetiştirmiş filmi tarihe not diye düşecek olanlara.
Zor ne kelime, cehennemden de öte yıllardı. Hele de böylesi bir eylemden yakalananlara.
Tam üç kere bayılmış Mustafa ağır işkenceli sorgu sırasında. İlk gün askıda bayılmış, ayılınca tekrar almışlar. İkinci gün masanın üzerine buz kalıplarının arasına yatırılmış, burada da bayılmış.
Kendine geldiği zamanlarda Remzi’nin sesi geliyormuş kulaklarına:
“Alçaklar, konuşmayacağım, konuşturamayacaksınız beni!”
Üçüncü bayılmadan sonra ne sesini duymuş Remzi’nin ne de kendisini görmüş.
Kürkçüler Cezaevi’nde rastlamış aynı dönemde şubede olup da Remzi’nin cesedini görenlerle. Biraz onlardan biraz da gazete haberlerinden öğrenmiş onun dilinin kesilip vücudunun parça parça edildiğini.
Bu olaydan sonra ne teşhir masası hazırlanmış Emniyet Müdürlüklerinde, ne de canlı basın toplantısı.
Bundanmış Basalak tekmesi öncesi ve sonrası denmesi.
Tek başına yargılanmış bu davada Mustafa. Ne bir isim geçmiş ifadesinde ne de bir randevusunu vermiş polise. Tek başına yakalanmış, tek başına yargılanmış müebbet hapis cezasına çarptırıldığı davadan.
Ben sadece Remzi Basalak ve Şaban Budak bölümünü aldım ama birçok tanıdık isim, olay ve cezaevi yaşamı bekliyor kitapta sizi. Kimisine şaşırıyorsunuz kimisine de “aaa bundanmış demek ki” diyerek taşları yerli yerine oturtuyorsunuz. Kâh Mustafa ile birlikte ölüm orucuna yatıyorsunuz kâh tünel kazmaya iniyorsunuz türkü söyler gibi. Güneşin sofrası da orada, Şaire Veda da. Vefayı da görüyorsunuz vefasızlığı da.
Tam da kitabına verdiği ad gibi, hiç de büyük iddialarda bulunmadan, bir sıra neferinin sadeliği içinde anlatmış Mustafa yaşadıklarını.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.