Halkımız, “mühür kimdeyse Süleyman odur” diyor. Bizim kuşağımız hiçbir zaman “mührü eline alamadı”, aldığını sandığında da ya “bir demet maydanoz olarak” yeşillendi kaldı ya da hızla pırasalara benzedi, özgün cevheri açmadan solup gitti. Yani, “maydanozlar hiçbir zaman kendi tarihlerini yazamadı”, kendilerine verilen rolleri oynadılar
“Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç de olgusal değildir, bir dizi kabul edilmiş yargılardan ibarettir.” (E. Hallett Carr – Tarih Nedir? / İletişim yay.s.65)
“Gerçekten de bizim kuşak bir açıdan en talihli, bir açıdan da en talihsiz kuşak olarak adlandırılabilir. Seksen darbesinin bu ülkenin milatlarından bir tanesi olduğu kokusunda hemfikiriz sanırım. O açıdan hem öncesini hem de sonrasını bilme ve anlama şansına sahip olduk, şanslıyız bu yüzden. Fakat diğer yandan bu yönümüz ne eski toplumsal yapıya ne de yeni oluşturulan toplumsal yapıya dahil olmaktan alıkoydu bizi. Öyle Araf’ta kalakaldık.” (Süleymaniye Günlükleri / s.235)
Otuz yıl sonra dört eski yoldaş İstanbul’da buluştuklarında Erdal dillendirir yukarıdaki sözleri ve masadaki herkes onaylar. Erdal, aslında kamuoyunda yaygın kabul gören, neredeyse solun önemlice bir bölümünün “resmi tarih görüşü” olarak tartışmasız kabullenilip geçilen bir anlayışı dillendirir. Peki doğru mudur? Bir dönem için, belli kesimlerin durumunu, halet-i ruhiyesini tariflemek için evet; dönemin, aktörlerin tamamını ve olan bitenlerin bütünlüklü anlamını tariflemek bakımından ise hayır; eksik ve yetersiz. Üstelik olgulara değil, sadece “genel kabullerin gücüne” dayanıyor.
Roman’ın sonunda Beşiktaş’ta toplanan Özlem, Hikmet, Ümit ve Erdal 1992’ye kadar gençlik mücadelesinin içinde yer almış dört eski yoldaştır. Sonrasında çeşitli hayal kırıklıklarıyla örgütlü mücadelenin dışında kalan sosyalistler olarak hayatlarına devam etmişlerdir. Gerçek kişilerdir, arkadaşlarımızdır.
Şimdi ben de hayali bir buluşma tertipleme hakkımı kullanıyorum. Beşiktaş’ta, duruyorsa hala Kazan Birahanesi’nde. Hukuk’tan Erdalların sınıf arkadaşı Hasan Demir geliyor sadece, biz Edebiyat’lılar üç kişiyiz: Seyit Ali Uğur, Mehmet Ali Çelebi ve ben. Yalnız yakalamışken sıkıştıracağız Hasan’ı, bu arada “saf” bir topluluk değiliz, dört kişi üç ayrı örgüte bölünmüşüz, işler zor… Kim bunlar, haliyle merak eder okur. Tanıtayım. Hasan Demir avukat, fakat mesleğini bir gün bile yapmadan MLSP-B davasından 8-10 yıl hapis yattı, yaklaşık yirmi yıldır sürgünde ve aralıksız emek harcamaya devam ediyor doğru bildiği yolda. Seyit Ali Uğur üniversite mücadelelerinin ardından TKP/ML’den 7-8 yıl hapis yattı. Ümraniye hapishanesinden firar etti (ne firardı ama!), ne yazık ki bir süre sonra yakalandı, biraz daha yattı. 2000’lerin başında Avrupa’ya çıktı. Burada da “rahat durmadı” iki ayrı dönemde sekiz yıl da Almanya’da hapis yatmayı başardı. Mehmet Ali Çelebi, 1991 Kasım’ında, yani okulla ilişkimizin sona erdiği günlerde bir kamulaştırma eyleminde yakalandı, çatışmada Ali Ekber Bahadır yoldaşı yanı başında kaybetti ve TKİH-MLKP davasından yuvarlak hesap otuz yıl hapis yattı, 2021’de tahliye oldu. Eh, sıra bende. 1992-2012 arasında -iki dönemde birkaç aylık “rahatlık” dışında- yirmi yıl illegalite, beş yıl hapis (MLKP davasından) epeyce işkence tezgahı, on yıllık sürgünlük ve elli küsur yaşımda, “akıllı” arkadaşlarımıza göre “delilik” olan “yolculuklarla” tarifleyebilirim vaziyeti, bu arada son dört yıldır “tek tabancayım”. Hoşbeşten sonra mevzuya geliyoruz, muhasebe çıkaracağız, başka bir ekip 87’liler olarak. Masadakilere göre CV’min zayıflığına aldırmadan ilk sözü alıyorum, ne de olsa eski dernek temsilcisiyim, olacak o kadar. “Arkadaşlar, biz arafta kalan bir kuşağız” diyorum güm diye. Üçü de birbirlerine bakıyorlar. Bu kuvvetli cümlenin etkisinin tadını çıkaracak kadar bekledikten sonra tam söze başlayacakken, Hasan, “bi dakka” diyor ve tane tane konuşmaya başlıyor: “Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak vazgeçer”, H. Carr, Tarih Nedir?, sayfa 195” diye, “çaktırmadan” çakıyor lafı. “Bu adam maceracılığa meyilli bir konspirasyoncu mu, entel mi, yoksa entel bir konspirasyoncu mu otuz beş yıldır anlayamadım zaten, nerden çağırdım…” diye içimden geçirirken, en yakınım bildiğim Mehmet Ali parlıyor: “Kalk git şurdan, adamın asabını bozma akşam akşam!” diyor. Seydo yetişiyor imdadıma, yatıştırıyor bizimkini, yüzünde müstehzi bir ifadeyle -destek mi oluyor, köstek mi anlayamadım-, “dur bakalım ne diyor, dinleyelim” diyor. Tam o esnada Özlemler geçiyor yoldan, onlar da dört kişiler, “buyurun” diyoruz, “Çarşı’da rakı içeceğiz, başka zaman inşallah” deyip gidiyorlar. Ortamın yumuşamasından faydalanıp yeniden söze başlayacak oluyorum, “arkadaşlar biz arafta kalmış bir kuş…” demeye kalmadan, bu kez Seydo tıkıyor lafı ağzıma, “otuz yıldır bıkmadın mı aynı sakızı çiğnemekten!?” “Bıkmadım!” diyorum diklenerek. Allahtan Mehmet Ali lavaboya gitti. Hasan yine sakince, kitap gibi konuşmaya başlıyor: “1789 Devrimi hakkında 1794’te, 1804’te, 1814’te ve 1834’te hala aynı fikirleri koruyan bir kimse ya kendisine vahiy gelmiş bir peygamber ya da katıksız aptal olmalıdır”, H. Carr, aynı kitap, sayfa 228!” diyor, ve zafer kazanmış komutan edasıyla sandalyesine yaslanıyor. Hey Allahım çıldıracağım, Carr Carr Carr, bu ne yaaa!? Mehmet Ali lavabodan geldi, beni ilk kez görmüş gibi boynuma sarıldı, “n’aber aga, nerelerdesin yaa?”. Hasan şaşkınlıkla Seydo’ya bakıyor, Seydo Hasan’ın kulağına fısıldıyor, fakat duyuluyor: “psikolojik sorunları var”. Bizim aga da duyuyor, “ne psikolojisi aslanım, kafayı kırdık, kafayı” diyor gülerek. (Mehmet Ali Çelebi şizofreni hastası oldu hapishanede.) Seydo çatlayacak gülmekten, otuz beş yıl önce Hergele Meydanı’nda da böyle gülerdi hergele, keyfi yerinde!
Boşluktan faydalanıp bir kez daha alıyorum sazı elime, fakat aynı cümleden gidemeyeceğimi anladım, alerji yaratıyor bu cümle. Onlar da benim inatçılığımı biliyor, ses etmiyorlar. “Arkadaşlar hayat boyu hiç mi arafta olma duygusu yaşamadınız?”. “Senin benim zaman zaman arafta olma duygusu yaşamamızla, tüm bir kuşağın ve dönemin arafta kaldığını iddia etmek aynı şey değildir” diyerek itiraz ediyor Seydo. “Doğru” diyorum, “fakat az önce selamlaştığımız arkadaşlarla konuşuyorum bu mevzuyu bazen, mesela onların kendilerini arafta tarif etmelerini anlamlı, hatta olumlu buluyorum” diyorum. “Nasıl?” diyor Hasan. “Yanımızdan ayrılıp parayı, şöhreti, kariyeri, rahatı bulup geçmişine çemkirmeye başlayanları görmüyor musun Hasan” diyorum, “iktidarın kıçını yalayanları, şaklabanlık yapanları… yeni yetme faşist partiye yamananlar bile çıktı içimizden.” “Doğru” diyor. “Peki tablonun bir kutbu bu tipler diğer kutbu bizler iken ne anlama geliyor arafta kalmak?” “Ne anlama geliyor?” diyor Mehmet Ali, sohbetten kopmaması iyi. “Sizinle yürüyemedik ama düzene de dönmedik anlamına geliyor” diyor Seydo. “Peki bu değersiz mi, anlamsız mı?” diye soruyorum. “Hayır” diyor Hasan, “ideallerinden kopmadıklarını gösteriyor, kimimiz ilerde, kimimiz geride, ama aynı safta duruyoruz hala” diyor. “Seviyoruz Barikat’ın bizim tarafında duranları” diyor Seydo gülerek, kadeh kaldırıyoruz. “Barikat” esprisini kaptı Hasan, keyiflendi. İnşallah bir daha Carr’lamaz, soğuk terler döküldü sırtımdan, o neydi ya! “Erdal değil miydi o” diye alakasız bir yerden lafa giriyor Mehmet Ali. “Oydu” diyorum, aklı selam verip geçenlerde kalmış kocaoğlanın. “Özlem’le Hikmet de yanlarındaydı, hatırladın mı?” diyorum. “Hatırladım hatırladım” diyor gülerek, “ne şenlikti ama ‘Şirinevler muharebesi’, Hikmet hiç yanımdan ayrılmıyordu.” Kadeh kaldırıyoruz o günlere. “Erdal’la severdiniz birbirinizi, aradı mı seni hapishanede, don, gömlek, cıgara gönderdi mi?” diyorum. “Daha geçen gün görüştük” diyor, şaşkınlıkla bakıyoruz. “Nerede!?” “Süleymaniye’de, Cafer’den çay istedik, “içmek için mi?” dedi, deli mi ne?” Üç gün oldu hapishaneden tahliye olalı, aklı otuz yıl önceye gitti yine… Suskunlaşıyoruz. “Neyse” diyorum, “herkes kendi vicdanında görür hayatının hesabını”, “ben yanımızdan geçen arkadaşların yanlış hayatlar yaşadıklarını düşünmüyorum, mesleki ve sosyal yaşamlarında sosyalist değerlere aykırı davrandıklarına dair bir şey duymadım bugüne dek, biliyorsunuz kötü haber tez yayılır.” “Neden çekip gittiler o zaman!” diyor öfkeyle Seydo. “Sen hiç çekip gitmeyi düşünmedin mi Seydo” diyorum. “Düşündüm, ama gitmedim” diyor. “Evet, fark önemsiz değil, yine de kestirmeci yargılardan kaçınalım” diyor Hasan. “Onları kolayından mahkum etmek, bizim yapılarımızı temize çekmeye yetiyor mu, asıl soru şu değil mi, neden yanımızda tutamadı yapılarımız bu arkadaşları? Yetenekli, pırıl pırıl, üstelik de 80’lerin zorlu günlerini beraber yürüdüğümüz onca arkadaş, neden bırakıp gittiler, kaldıramadıkları için mi sadece, hiç sanmıyorum” diye destekliyorum Hasan’ı. “Her kuşakta kenara çekilenler olur, bazıları batar, bazıları düzgün yaşar, bu normal” diyor Seydo, “benim meselem iddialı olanların çekip gitmesiyle.” Bir vakit bu minvalde sürüyor muhabbet, kantarın topuzu bir o yana kayıyor, bir bu yana. “Bizde normali aştı çekilenlerin sayısı, suçu onlara yükleyip sıyrılamayız işin içinden, sorgulanması gereken çok şey var. Söyle bana, 90’ların başında yaka silkerek terk etmedik mi okulları? Kimimiz dağa, kimimiz yeraltına dar atmadık mı kendimizi, aslında bu “ileriye kaçma” değil miydi? Çözemedik oradaki tıkanmayı, bıktık hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmaktan ve sonunda devrimciliğimizi üreteceğimiz alanlara, “ileriye doğru kaçtık”, ürettik de; ama aynı bıkkınlık bir sürü arkadaşımızı saflardan kopardı, belki de diğer kuşaklarda olandan daha fazlasını… Önderlik falan dediğimiz şey çözüm üretmek, yol açmak mıdır, yoksa kopanları suçlayıp kendini temize çekmek mi? Tartışmayı gidenlere odaklamak, ki onlar da ağırlıkları oranında tartışılabilir, kabul, asıl iddia sahiplerinin sorumluluklarını görünmez kılmıyor mu sence?” diyorum, susuyor Seydo. “Yine de bu araf meselesi problemli” diyor Hasan. “Biliyorum” diyorum. Seydo atılıyor, “o zaman ne provoke ediyorsun bizi?” “Lazım bu tartışmalar da ondan.” “Anlaşıldı, muradına erdin, o halde sadede gel, ne diyorsun bizim kuşak için?” “Bizim kuşağın” diyorum, “bir kısmı arafta kaldı, kendini öyle hissedene öyle değilsin diyemeyiz. Arafta kalmak; duvarın çöküşü, eski dünya-yeni dünya, 12 Eylül öncesi-sonrası vs. meselesi değildir, hangi durumla karşılaşılırsa karşılaşılsın verili duruma hücum edip etmeme, yürüyüp yürümeme meselesidir. Arafta kalanın yürüyüşü durmuştur, bekleme odasındadır. Arafta kalmak bir moral durum, bir hissediş biçimi olsa da, pek bir siyasal anlamı yoktur bunun. Siyasal anlamı taşıyabilecek olanlar yalnızca yürüyenlerdir, ki o da etkili olabilirlerse. Biz iyi kötü sadece 80’lerde değil, hatta asıl olarak 90’larda etkili olduk. Etkimiz 70’li yıllarla kıyaslanamazdı elbette, ama bizim kuşağın yürüyüşü olmasaydı 90’ların ciddi mücadeleleri omurgasız kalırdı, devrimci geleneği geleceğe taşıyan köprü çökerdi ya da hiç kurulamamış olurdu. Tam da bu nedenledir ki arafta kalmadık biz, yürüdük. Arafta yürünmez; en fazlasından kahırla, sabırla, sıkıntıyla, solgun bir umutla, melankoli ve hüzünle beklenir. Sonuçları oldu mu yürüyüşümüzün? Oldu. 90’ların soluna arafta bekleyenler değil, yürüyenler damgasını vurdu. Bu yüzden bir kısım arkadaşımızın gerçekliğini ifade etse de, kuşağımızı tanımlamaz arafta kalmak.” “Peki ne tanımlar kuşağımızı?” diyor Hasan. “Yürüyenler tanımlar. Kuşağımızı anlamlı şekilde ileriye taşıyanlar, bayrağı yeni kuşaklara devredenler tanımlar. Biz 1980’lerden 2020’lere kırk yıldır süren amansız kış, boran, tipi içinde durmaksızın yürüdük. Yediğimiz ayazı unutmasak da çıkaracağız bu kışı!” diyorum. “Çıkaramasak da yürüdüğümüz yolda buluyoruz varacağımız yeri” diyerek kadehini kaldırıyor Seydo, “öyleyse nazdrovya!” diyerek karşılıyoruz. Kocaoğlan garip bir zafer işareti yaparak yatırdığı elini sağa sola yüzümüze doğru gezdiriyor. “Ne diyorsun?” diyoruz. “Boş konuşuyorsunuz” diyor, “geçin bu araf işlerini, bakış açınızı değiştirin”. Bu hareket…bakış açınızı değiştirin sözleri…çok tanıdık. “Sen film mi seyrettin!” diyorum, “evet” diyor, “çok güzel filmdi, bakış açınızı değiştirin.” Hep böyleydi bu adam, sürprizlerle dolu. Kaba saba görünümünün altında hepimizi yaya bırakacak bir entelektüel merak, birikim saklıydı her zaman. 80’ler sonunda Kartal-Tuzla taraflarında gittiği işçi eğitim gruplarına Kapital’in işçi sağlığı ve 19. yüz yıldaki çalışma koşullarıyla ilgili bölümlerini okutuyor, sarsılıyordu işçiler okuduklarından. İşçilere Kapital’le -bazı bölümleriyle de olsa- eğitim çalışması yaptıran, hayatım boyunca tanıdığım tek kadro oldu Mehmet Ali. Şimdi de hapisten çıkalı üç gün olmadan Yavuz Turgul’un “Av Mevsimi” filmini izlemiş, oradan bir sahneye atıf yaparak katılıyordu ilgisiz kaldığını sandığımız tartışmaya. Bir cinayeti çözmeye çalışan polis İdris (Cem Yılmaz), tam katili bulduğu anda vurulur ve ölmek üzereyken ekip arkadaşlarına, özellikle de amiri Ferman komisere (Şener Şen) mesaj vermek için güvenlik kameralarına bizim kocaoğlanın yaptığı işareti yaparak can verir. Mehmet Ali’de bize bir işaret veriyordu… Elimi omzuna attım, “kalkalım yavaş yavaş” dedim. Dışarıya çıktığımızda rüzgar fırtınaya çevirmişti. “Açılalım biraz” dedi Seydo, İbo kasketini kafasına geçirerek, “denize yürüyelim”. Savrulmamak için birbirimize sımsıkı kenetlenerek yürüdük fırtınaya karşı, denize doğru. Yıllardan sonra, yollardan sonra yeniden yan yanaydık işte…
Bizim ekibin buluşması böyle dağıldı, geriye Mehmet Ali’nin işareti ve sözü kaldı: “Bakış açınızı değiştirin”. Öyleyse oradan iz sürelim.
Bizim kuşağın tarifi daima 12 Eylül yenilgisinin gölgesinde, yenilginin “içinden” yapıldı. Devlet, “bellerini kırdık, bitti bu iş” dedi. Yenilen “büyüklerimiz” de, yenildikleri yerden ve çoktan tarih olmuş şanlı günlerinin “prestij siperlerinin arkasından” veryansın ettiler “12 Eylül çocuklarına”. Genellikle yeni kuşaklara dair anlamsız, boş beklentiler ayyuka çıkar: “X kuşağı gelecek, dertler bitecek!”, gibi. Bizde tam tersi oldu; eski kuşaklar yenilgilerinin hıncını bizden çıkardılar adeta: Apolitik kuşaklar, yenilgi dönemi melezleri, Özal döneminin bireyci, bencil çocukları, yeni dönemi anlayamayan kekemeler, dünyadaki küresel dönüşüme ayak uyduramayanlar, duvarın altında kalanlar, araftakiler vs. vb… 70’lerin şaşaalı günleriyle kıyaslandığında doğru gibi de görünüyordu söyledikleri. Bu “mütehakkim anlatının” tozu dumanı arasında bir şeyler kıpırdanmaya başlamıştı ama ne çare ki olgular değil, herkesçe kabul gören “anlatı” idi önemli olan. Halbuki yenilginin ve yenilgici bakışın kesif, boğucu atmosferi altında eski kuşağın sağlam damarının hapishanelerde, işkencede, darağaçlarında, dağlarda, tutsak yakınlarının sokaklarda direnişi boy veriyordu yavaş yavaş; aydınlar kıpırdanıyor, dergiler çıkmaya başlıyordu. 1984-85 gibi bir tarihte, yeni bir kuşak hem 80 öncesinin parlak günlerinden hem de yeni dönemde uç veren direniş örneklerinden etkilenerek sahneye çıkmaya hazırlanıyordu. Sonrası malum, yazıp çizmeye çalışıyoruz. Bu tabloda, ne demektir “bakış açısını değiştirmek”? Şu demek: Tarihe yenildiğimiz yerden; 1980’den ve 1991’den bakmaktan vazgeçmek. Eğer 1980 milat ise, o miladın üzerinden 42 yıl geçti! Soru şudur: O milada ve sonrasına, öncesinin perspektifi, olay-olguları ve darbede yenilen dayağın ürküntüsü üzerinden mi bakacağız (MÖ’ci bakış açısı); yoksa sonraki 42 yılın yaşanmışlıkları (MS) üzerinden mi? 1960-80 arasında, evet çok sarsıcı, alt üst edici, kurucu 20 yıl geçti; 1980’den bugüne ise 42 yıl; yani önceki dönemin iki katı! Cumhuriyet tarihinin neredeyse yarısı! İrili ufaklı kaç “12 Eylül” sığdı bu 42 yıla, siz hangi 12 Eylül’den bahsediyorsunuz? Tarih, sanılanın aksine dünden bugüne bakarak değil, bugünden düne bakarak yazılır ve oldukça da subjektif bir sahadır; bir defada yazılıp bitmez, daima güncel ihtiyaç ve verileri esas alarak yeniden ve yeniden yazılır. Bizim MS’mızı esas alan bir bakış açısı, daha da önemlisi son 42 yılın olgusal malzemesi, MÖ’ci mütehakkim bakış açısı ve anlatıyı yerle bir etmeye yeterlidir. Gerçekler ve olgusal malzeme (gerçek materyale dayanan materyalizm de diyebiliriz) tastamam şunu söylüyor: Devrimci hareket bakımından, belli bir istikrar/süreklilik nokta-i nazarından son 42 yılın en parlak yılları 1985-2001 arasıdır. Bu yıllar yükseliş ve düşüşleri içinde taşır; ama 2001-22 arasıyla kıyaslandığında, tartışmasız olarak dönemsel bir süreklilikle derlenip toparlanışı ve solun son kez olabildiğince etkili olduğu yılları işaretler. 1960’tan kalkarak son 60 yılı esas alırsak, Türkiye’de sol (kesintilere, iniş çıkışlara ve onar yıllık dilimlerin farklılıklarına rağmen) ilk 40 yıl boyunca (bir şekilde) etkili olmuş, son 20 yılda ise etkisini görülmemiş derecede yitirmiştir. Ne demektir “bir şekilde etkili olmak”? Şu: Solun etkili olduğu Türkiye, etkisizleştiği son yirmi yıla -özellikle de son yedi yıla- kıyasla toplumsal bakımdan bu derece çürümemiş-çürütülememiş bir yerdir; çünkü mücadele, direniş ve umut eşlik eder o Türkiye’nin adımlarına. 1990’ların mafyöz özel savaş rejiminin karşı kutbunda direniş ve umut vardır; arkadaşlarımızın çoğunu 90’ların can bedeli mücadelelerinde toprağa verdik. Ezcümle Türkiye solu 1960-2001 arasında iyi kötü sürekliliğini, mücadele geleneklerini koruyabilmiştir. 12 Eylül sonrası bazıları bakımından içinden çıkılamayan yenilgiler çağı; başka bazıları bakımından ise yeni başlangıçlar, mücadele, direniş ve umut tohumunun yeniden toprağa düştüğü çağdır. O nedenle tarih, herkesin o gün ve bugün durduğu yerden -ve neredeyse taban tabana zıt sonuçlara varılarak- “yazılıyor”.
2001-22 arası ise Hrant Dink uğurlaması, 2007-11 arasının müthiş 1 Mayıs’ları, Gezi ve Haziran 2015 seçim başarısı gibi zirveleri bünyesinde taşımasına rağmen söz konusu “parlamalar”; bu yılların son 60 yılda devrimci hareketin tarihinde görülmemiş süreklilikte bir gerileme dönemi olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmedi. Buradan bakıldığında –“bakış açısı değiştirildiğinde”- asıl yenilginin miladı ne 80’dir ne 91, çünkü bu badireler devrim sayfasını kapatmayla sonuçlanmadı, mücadeleyi sürdürenlerin kanı canı pahasına yürüyüş sürdü. Devrimcilerin saati bu iki uğursuz tarihte durmadı, devrimde ısrarlı olanlar “devir değişti” diyerek reformizme iltihak etmedi, hareketin sürekliliği sağlandı. Ezcümle, yenilginin süreklileşip-kronikleşmesinden söz edilecekse, bunun asıl miladı 2001’in ardından gelen 20 yıldır.
Son yirmi yılda üç düzlemde gerileme yaşandı ve kronikleşmeye yüz tuttu: 1) Nicelik gerileme, yani solun safları seyreldi ve etki alanı daraldı. 2) Nitelik gerileme; bu bilmeyle değil, yapabilmeyle ilgilidir, yoksa maşallah her şeyi sular seller gibi biliyoruz. Sosyalist hareketin “kıvamındaki”/“ruhsal dokusundaki” gevşeme, örgütündeki dejenerasyonlar, eylemindeki “mutedilleşme” nitelik kaybının en ağır yönüdür. 3) Kitleleri etkileme ve seferber etme gücümüz zayıfladı; bağlı olarak rejimi sıkıştırma, siyasal alanda etkili olma ve kültürel-entelektüel sahadaki dolaylı izdüşümlerimiz de ziyadesiyle geriledi.
Gezi müthiş bir toplumsal isyandır ama kalıcı ve kristalize olmuş bir birikim kalmadı Gezi’den geriye, toplumsal bellekteki görülmeyen birikimi gelecekte etkili olacaktır elbette, bunu zaman gösterecek. Bu dönemin Türkiye devrimciliği bakımında diğer önemli olayı, Kobane direnişine katılımdır. Devrimciliğimizin birçok eşiği aşması bakımından çok önemli olan bu yönelimin, ne yazık ki Türkiye sahasında umulan/beklenen karşılığı son derece zayıf kalmıştır. 2000’li yılların kalıcı kazanımları kadın hareketinden geldi, coğrafyamız yeni ve etkili bir mücadele dinamiğiyle tanıştı. LBGT-İ hareketi de meşruiyet alanını genişletti. Keza doğayı ve yaşam alanlarını savunan çevre hareketi de çok önemli bir dinamik olarak -90’larda atılan temel üzerinde- köklenmeye başladı. Fakat ne yazık ki bunlar ve başkaca ileri atılışlar, yukarıda üç başlıkta tanımladığımız yenilgi-gerileme-sürüklenme halini engellemeye yetmedi. (Merceğimizi Türkiye tarafına odakladığımız ve Kürt özgürlük hareketinin kazanımlarını ve Türkiye soluyla değişik cephelerde geliştirdiği ittifakların sonuçlarını bu yazıda dışta bıraktığımız açık olmalı. Ezcümle tartışılan, gayet köşeli olarak Türkiye sosyalist hareketidir.)
Asıl yenilgiyi 2001 sonrasına tarihleyen bir “okumayı” MÖ’cü paradigma içinden yapmak mümkün değildir; “mütehakkim anlatının” konforunu bozacak dikenli lafların ne lüzumu var şimdi, geçelim. Geçen geçsin, biz; o masada oturan dört kişi ve daha niceleri, bütün kuşakların ve 87’lilerin devrimci damarı ge-çe-mez! Cuntadan dört yıl sonra 1984’ten itibaren yenilginin tozunu silkeledik üzerimizden ve Allah için 17 yıl boyunca düşe diş dövüştük; bu dönemin ruhu, atılganlığı, morali son yirmi yıldaki sarsak hallerle kıyas kabul etmez. Şunun altı kalınca çizilmeli ki, son 20 yılda AKP faşizmi yenilgiye uğratmadı bizi; bilakis, yenilgi ve tasfiyemizi hazır buldu, 20 yıldır da keyfini çıkarıyor.
Yirmişer yıllık dilimlerle, 1980-2001 ve 2001-2022 arasını kıyasladığımızda, sosyalist hareket bakımından neler çarpar gözümüze? İlk 20 yılda (bilhassa 85’ten itibaren) sosyalist hareket, sonraki 20 yılla kıyaslanmayacak oranda etkilidir. Siyasetin gidişatına -sınırlı bazı anlar, olaylar dışında- toplamda belirleyici düzeyde etki edilebildiği anlamına gelmiyor bu; fakat devrimci hareket ve doğrudan-dolaylı etkileşim halinde olduğu toplumsal muhalefet gayet belirgin varlıklardı. İlk 20 yılın merkezinde yasadışı devrimci örgütler vardır (bu diğerlerinin yokluğu ya da illegal yapıların yasal alanda olmadığı anlamına gelmiyor); ikinci 20 yılda yasal oluşumlar. İlk 20 yılda korsan gösteriler, silahlı eylemler, yasadışı örgütlenme, işgal, barikat, işçi-emekçilerin dev yürüyüşleri, büyük anti-faşist protestolar, varoşların ayağa kalkışı, demokratik/devrimci Alevi hareketi, 80’lerin devrimci öğrenci eylemleri vb. başat iken; son 20 yılda -bazı dönemler haricinde- basın açıklamaları, seçim kampanyaları, yasal örgütlenmeler başat hale geldi; illegal yapıları legal olanlardan pratikte ayıran esaslı bir fark kalmadı. Sosyalist hareketin toplumsal-siyasal planda etkisi daralırken, sosyalist hareket içinde de illegal devrimci yapıların eski ağırlığı kalmadı, “siyaset oyununu” herkes “çizilen sınırlar içinde” oynamaya başladı; ayrımlar pratik anlam ve karşılığını yitirdi, lafzi hale geldi. İstisnalar, farklı olanı değil kuralı; başka bir ifadeyle “yeni normali(mizi)” doğrular hale geldi. Özellikle son yedi yıldır cümleten berbat haldeyiz: Durum budur!
Buna karşılık işçiler, ezilenler sancılar içinde kıvranıyor Türkiye ve Kürdistan’da; neler yaşandığını sayıp dökmeye gerek var mı?
Hal böyle iken, yeni kuşakların ve halkın karşısına, tecrübeli sosyalistler olarak, “biz arafta kaldık” vs. söylemi, halet-i ruhiyesiyle çıkabilir miyiz? “İyi o zaman, kalın kaldığınız yerde” deyip geçer insanlar. Hayır, arafta kalmadık, yürüdük; düşe kalka da olsa hala yürüyoruz. Yeni kuşakların direnme azmini kamçılayacak, yer yer onlara ilham kaynağı olacak hikayelerimiz var heybemizde. Hatalarımız bile hazine değerinde; yeter ki hatalarımızın öğrencisi olalım, acı çekerek öğrendiklerimizi yeni kuşaklara aktarabilelim. Ve hiç de ne yok sayılmaya mahkumuz ne de araf açmazına; üstelik ikisinin de nedenleri, aktörleri buz gibi apaçık duruyor artık önümüzde. Araf meselesine değindik, geçelim. Peki ya yok sayılma? Devletin psikolojik harbinin argümanlarından söz etmiyoruz; düpedüz kendi içimizden köklenen “susuş kumkumasının” kaynağı ne?
Çok enteresan bir mevzudur bu. Arkasında eskilerin kibirle cilalanan yetmezliklerinden kaynaklanan körlük ve “takım dayanışması”; ve bunun olmazsa olmaz tamamlayıcısı 87’lilerin edilgenliği, giderek vasatlığı kabullenişi vardır, biri olmadan diğeri olamaz zaten. Birbirini besleyip var eden bu iki tutum madalyonun iki yüzü, tahterevallinin iki ucu gibidir. (Mürit-şeyh düzeneği de denebilir buna.) 1980’den bugüne dek örgütlere önderlik edip damga vuran eski devrimcilerin çoğu, “araf” tartışmalarının yanına bile yaklaşmaz, çizer geçer, hor görür bu tartışmaları. Öte yandan 87’liler gibi “icat çıkaran” tezlere de yüzünü ekşiterek bakanlar çoğunluktadır; çünkü onlara göre tarih -farkında olsunlar olmasınlar- inişsiz çıkışsız dümdüz ilerleyen bir şeydir. İşler, görevler, gündelik koşuşturmaca, grubun yıldızının parlatılması, gösteriş ve böbürlenme, diğer gruplarla çoğu zaman ilkesiz ve kıyasıya rekabet, mesailerinin ve düşünce dünyalarının önemlice bölümünü kapsar bu yoldaşlarımızın. Eh, sözlerinin “kanun olduğu” yerde bu müktesebatın grupların her şeyine damga vurması neden şaşırtıcı olsun ki? Ve bu müktesebat zamanla, memlekette iktidar olamamanın telafisinin, örgütte iktidar olmakta aranmaya başlanmasına yol açar; bir sürü örgütsel bölünmenin altında “ideolojik ayrılıklar” değil bu motivasyon vardır aslında. Farkındalık, hesaplılık falan gerekmiyor bunun için; bahse konu müktesebatın doğal akışının nesnel sonucu/anlamı, vardığı yer burasıdır ne yazık ki. Örgütteki “iktidarlar”, örneğin yeni kuşaklardan bir “meydan okumayla” karşılaşmış da, “bileklerinin hakkıyla” konumlarını kazanmış vs. değildir. Böyle bir meydan okuma yoktur ve olamaz. Çünkü bu türden “önderliklerin” gölgesinde ot bitmez; nerde kaldı meydan okuyacak genç ağaçlar yetişsin. Kötü niyete, hesaplılığa da gerek yoktur bunun için; birkaç cümle önce tanımladığımız “faaliyetin doğası/müktesebatı” en yetenekli gençleri bile vasatlaştırır zamanla; bu “vasatlaş(tır)ma düzeneğinden” eskiyi aşan yenilikçi, yaratıcı, dirayetli, atılgan bir damarın çıkması mümkün müdür ki, sıra eskinin en kireçlenmiş yönlerini temsil eden yönetici kadroların “aşılmasına” gelsin? Mümkün olmadığını -ve aynı müktesebat içinde kalınarak olamayacağını- son kırk yıl acı tecrübelerle gösterdi. Ki aynı “vasatlaştırıcı düzenek” çok sayıda yetenekli gencin, “hadi eyvallah” diyerek safları terk etmesinin de en önemli nedenlerinden biridir. (Türkiye’de 71 devrimciliği salt çizgi değişimine değil, aynı zamanda bir kuşak değişimine karşılık düştü ve bugüne dek tekrarı olmadı bunun.) Sonuç olarak arafçılar, kekeme olduğumuzu vs. iddia edenler yenilgici bir bakışla 87’lilerin (isterseniz 80 sonrası kuşağın diyelim, fark etmez) salt varoluşunu değil, dönemin sarsıcı olay-olgularını da görmezden gelme, küçümseme eğilimindedir. Devrimci büyüklerimizin çoğu ise kendi düzlükleri, donup kalmışlıkları ve önderlik mevkiini bir miktar “önemlice” bulmalarından herhalde -yani bambaşka saiklerden hareketle- ; arafçılar gibi yok saymazlarsa eğer, üzerinden atlayıp geçerler 87’lilerin. Zaten çoğu ezberleriyle yetinir; tarihteki iniş çıkışları, olayların içine gizlenmiş dönemeçleri, farklılaşmaları soyutlayıp bilince çıkarabilecek müktesebattan/formasyondan yoksundurlar, illa ki her şeyde art niyet aramak gerekmiyor.
Yaklaşık 25 yıl önce okuduğum TKP (ML)’nin genç MK üyesi Cüneyt Kahraman’nın mektubundaki bir cümleyi hiç unutmuyorum. (Sanırım TKP (ML) ‘nin “Kardelen Operasyonu”nun dost yapılara açılan -herhalde bazı- belgeleri içinde okudum bu mektubu ya da söz konusu örgütün kongre belgeleri türünden bir dokümanda, tam hatırlamıyorum.) Mealen şöyle diyordu: “Bir kasa kart pırasanın yanına, yeşillik olsun diye bir demet maydanoz olarak ben de MK’ya alındım başlangıçta.” (Bu gelenekten gelen arkadaşlar yanlışım varsa düzeltebilirler.) Koca bir dönemi açıklamaya aday bir cümle bu! Halkımız, “mühür kimdeyse Süleyman odur” diyor. Bizim kuşağımız hiçbir zaman “mührü eline alamadı”, aldığını sandığında da ya “bir demet maydanoz olarak” yeşillendi kaldı ya da hızla pırasalara benzedi, özgün cevheri açmadan solup gitti. Yani, “maydanozlar hiçbir zaman kendi tarihlerini yazamadı”, kendilerine verilen rolleri oynadılar. Pırasaların ise, şu zavallı maydanozların tarihini yazmaya gönül indirmeleri (hatta böyle bir görevin farkında olmaları) beklenemezdi zaten; gösterilen istikamette koşsunlar, muhafızlık, piyadelik etsinler yeterdi, neyine gerekti onların gümüşlü zurna!
Peki ne yapacağız eski kuşakları, günah keçisi olarak çöle mi salacağız, bu kurtarır mı bizi? Hiç de değil! Onlara öncelikle teşekkür etmeliyiz. Biz örgütü onlardan öğrendik, 12 Eylül cehenneminin içinden kan can pahasına taşıyarak, katıldığımız örgütleri bizlere getirenler onlardı. Ama o kadar; getirdiklerinin yanında bir de bonus vardı: geçmişin yenilgiye götüren hastalıkları. Biz hepsini birden devraldık ve inatla yürürken, bir sürü imkanı heder eden her süreçte hep ilk hayal kırıklıklarımızı hatırlatan dejavu hissinin içine hapsolup kaldık. Süreçler farklıydı, tekrarlanan hatalar ise hep aynı; ön gününde ve 12 Eylül’de, 85-90 arası öğrenci hareketinde ve 90’ların yükselişinde, 2000’lerin başındaki hapishane süreçlerinde… sonrasında film koptu zaten; Gezi geldiğinde treni çoktan kaçırmıştık. O halde eski kuşaktan aklı ve yüreği hala açık olanları tenzih ederek ve bizim kuşağımızın çoğunu da artık pırasalar sınıfına dahil ederek şu sözleri aktarmak zorundayım: “…bir dönemde önder rolündeki grubun (…) gelecek dönemde benzer bir rolü oynaması olası değildir, şu geçerli nedenden ötürü ki; böyle bir grup önceki dönemin gelenekleri, çıkarları ve ideolojileriyle, kendilerini gelecek dönemin istemlerine ve koşullarına uyarlayamayacak kadar bütünleşmiştir. Dolayısıyla bir gruba düşüş dönemi olarak gözüken bir zaman, pekala ötekine yeni bir ilerlemenin doğuşu olarak gözükebilir.” (E.H.Carr – Tarih Nedir?-s.177-178)
Artık noktalayalım.
Arkadaşım Özlem Demir’e böyle bir kitap yazıp, bu tartışmalara imkan tanıdığı için teşekkür ediyorum. Kitabının ilk bölümü zaten kıymetlimizdir, saklayacağız. İkinci bölüm için ise, “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” diyorum; yani, “fikirlerin çarpışmasından gerçeğin kıvılcımı parlar”. Eğer yazılmasaydı Süleymaniye Günlükleri, fikirlerin çarpışmasından parlayacak hakikat kıvılcımlarından da mahrum kalacaktık.
Kuşaklar vs. tartışması aslında sosyalist hareketimizin gerçekliğini anlama gayretidir, bu bağlamdan koparılırsa hiçbir anlamı yoktur. Bugün dünya, Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu sancılar içinde kıvranıyor. Savaşlar etrafımızı sarmaya başladı. Yüzlerce kendiliğinden isyan patlak veriyor dünyanın her yöresinde. Ve bu tabloda komünist/devrimci hareket -bazı yöreler hariç- etkili değil, isyan eden kitleler dönüp sosyalizme bakmıyor. Bütün bu tatsız tabloya rağmen şunu bir kenara kaydediyorum: Türkiye sosyalizmi, dünyanın pek çok yöresinden daha çok tecrübeye, birikime ve hala tükenmeyen bir mücadele inadına sahiptir. Hareketimiz gerilemiş ama teslim bayrağını çekmemiştir; diktatörlüğe karşı hala yegane olası direniş mevziidir. (Kürt özgürlük hareketinin dışındaki mevziden söz ettiğimiz açık olmalı.) Ve gün, olasılığı gerçekliğe dönüştürme günüdür. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” demiş halkımız. “Kul” fena halde sıkışmıştır, tarih “Hızırların” sahneye çıkmasını bekliyor. (Yoksa şöyle mi demeliydim: Olgunlaşan nesnel şartlar, öznel faktörün etkili olabileceği zemini de hazırlar; sadece işçi-emekçi-ezilenleri değil, “öncü namzetlerini” de kamçılar.)
Genç kuşaklara söylenebileceklere gelince… Bizim kuşağı, eskileri, dünya tecrübelerini inceleyin, ama kendi kafanızla karar verin ve en az eski kuşaklar kadar kararlı ve dayanıklı olun. Asıl olarak da kopuşları inceleyin, dünyada ve bizde. Dünya çapındaki bir kopuşlar zincirinin Türkiye halkası olan Mahir, Deniz ve İbo’nun kopuşu bizim tarihimiz bakımından eşsizdir. Fakat iki sorunu vardır; birincisi, eski kuşakların birikimini sindirip “posasını” atarak, yani içerip aşarak gerçekleşmemesi, diğeri de çabuk kırılmaları. Bu şerhlere rağmen eşsizdir kopuşları; hala “en gençlerimiz” onlardır. Fikirlerini yabana atmayın ama asıl olarak eskiden kopma, yeniyi inşa etme cüret, atılganlık ve özgüvenlerini örnek alın. Sizden önceki kuşakların hepsini içerip aşın, “posalarını” da atın. Ve mümkünse, ki mümkün olmalı; Mahir-Deniz-İbo’dan daha ustalıklı gerçekleştirin kopuşunuzu, ilk günden kırılıp gitmeyin. Buzu kırıp yolu açtığınızda, eski kuşaklardan sizi izleyenlerin sayısı hiç de az olmayacaktır. Bizim kuşağımızın yapamadığını siz yapabilirsiniz ve yapmalısınız: Önderlik misyonunu -hakkını vererek!- yeni bir kuşağın devralmasının zamanı geldi de geçiyor!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.