Devrimci Sağlık-İş kuruluşu itibariyle, bugün çok revaçta olan ifadeyle fiili ve meşru mücadeleyi o yıllarda benimsemişti. Militan bir çizginin sendikanın temel mücadele biçimi olarak benimsenmesi işçiler ve özellikle sağlık işçileri tarafından ilgiyle karşılanıyordu. İşçiler her aşamada söz ve karar sahibi idiler. Bütün temsilciler işçiler tarafından seçiliyordu. Profesyonel kadrosu olmadan yöneticileri birer profesyonel gibi çalışıyorlardı
50’nci kuruluş yılını idrak etmekte olan devrimci bir sendikanın mücadelesinin kısa geçmişi, geleceği ve yeni dönemi
Kısa adı Dev Sağlık-İş, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası kendisine has özgünlükleri olan bir sendikadır. 1973 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi işçileri tarafından fiili ve meşru mücadele ile kurulan ve 50’nci kuruluş yılını idrak etmekte olan sendika, 12 Mart faşizminden çıkış sonrası tekrar yükselmeye başlayan sınıf mücadelesinin ve gelişen sınıf bilincinin sağlık emekçileri üzerinde bıraktığı etkilerden kaynaklanan gerçek talepler üzerinde kurulmuştur. Devrimci Sağlık-İş’i tanımlayabilmek için kuruluşundan itibaren verdiği mücadeleyi etaplara ayırarak ve süreçler halinde incelemek anlamlı olacaktır. Bu süreçler; kuruluşu ve birinci dönem, 12 Eylül sonrası- ikinci dönem ve son olarak hala devam eden güvencesizliğe karşı mücadele-üçüncü dönem şeklinde olabilir.
Sendika 12 Eylül’den 11 yıl sonra 1991 yılında devralındıktan sonra, kurucularından ve yöneticilerinden bulabildiğimiz arkadaşların katıldığı bir toplantı yapılmış, ardından da bir belgesel için izlenim ve düşüncelerini anlatmalarını istemiştik. O belgeselde konuşan kurucuların anlattıklarıyla doğrulanan bir gerçeklik vardı: Gerçekten o dönemde her biri bir yerlerden gelmişti. Kimileri Kars’tan, Kastamonu veya Sivas’tan, kimileri Çorum’dan veya başka bir diyardan. Ama hepsinin amaçları aynıydı; iş, aş ve yeni bir yaşam derdindeydiler. Onlar için hastanede iş bulmak bir nimetti. Hastanede çalışmak; tarlada, ormanda, bağda ve bahçede çalışmaktan daha rahat gelmişti. Artık “memur” olmuşlardı. Büyük şehirlerde yaşıyorlardı ve ne de olsa devlet kapısında işleri vardı. Ancak maaşları yetmiyordu. Bir de memleketten, yağ, peynir, bulgur, mercimek ve bilumum erzak gelmeseydi hiç geçinemeyeceklerdi. Bahsettiğimiz 1960’lı yıllardı ve başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere açılan hastane ve fakültelerde bir iş bulabilmiş insanlardı. İş bulabildikleri için de kendilerini şanslı hissediyorlardı. Geride bıraktıkları memleketlilerine, “Burada iş var, siz de gelin” diye haberler gönderiyorlardı. Hizmet üretenlerin çoğu ilkokul mezunuydu. Bir yanıyla köylüydüler. Bir eğitim almadan, sadece usta-çırak ilişkisiyle hastabakıcı, hademe ve temizlik elemanı olmuşlardı. Kısacası onlara daha sonraları “yardımcı sağlık personeli” denecekti. Barınmak için ya başlarını sokacak bir gecekondu yapmaları ya da kenar semtlerde kirada oturmaları gerekiyordu. Kısa bir süre sonra geçim sorunları yaşamaya başladılar. Köylerinden gelen destekler de artık yetmiyordu.
Kastamonu’dan, özellikle Taşköprü ve Boyabat’tan gelenlerin fazlalığı dikkat çekiyordu. Çünkü, orman köylerinde yaşam umudunun azlığı, tarıma elverişli toprak eksikliği sonuç vermişti. Zaten dönem, kapitalizmin yedek işgücü ihtiyacının arttığı dönemlerdi. Marshall Planı’yla birlikte ülkeye ABD emperyalizminin attığı adımların başında tarımda makineleşme gelmekteydi. Demokrat Parti emperyalist politikalara eşlik etmiş ve kente akın başlamıştı.
Her biri bir yerden gelmişlerdi ama dertleri ortaktı. Döner sermaye birine veriliyordu, bir diğerine ise verilmiyordu. Eşit işe eşit ücret ödenmiyordu. Aynı işi yapıyorlardı ama kadroları ve dereceleri farklıydı. Yöneticilerden ve birlikte çalıştıkları hekimlerden tutun da hemşire ve başhemşireye varıncaya dek zaman zaman azar işitiyorlardı. Yemekhaneleri koca hastanelerin ışık görmeyen alt katlarındaydı. Bazen yemek masalarının üzerinden farelerin cirit attığı oluyordu. Hatta kimi zamanda hor görülüyorlardı. Yemekte kaşık dışında çatal ve bıçak edinmek için bile daha sonraları direniş yapmak zorunda kalacaklardı. Çünkü onlara “en alttakiler” denirdi. Hastabakıcı, hademe veya temizlik elemanıydılar. O yıllarda sağlık hizmetinin bir ekip hizmeti olduğu fikri bugünkü gibi pek revaçta değildi. Sağlık hizmetinde her şey hekim odaklıydı. Hayat bu; onlar da tıpkı diğer işçiler gibi birleşmeyi öğreneceklerdi. Nitekim birleşerek daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak istiyorlardı. Bu birleşmenin adı sendikaydı.
İşte Devrimci Sağlık-İş böylesi bir süreçte ve ortak sorunlardan doğdu. İlk adım Cerrahpaşa’da atıldı. Öne geçen işyeri de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi oldu. 1973 yılında Cerrahpaşa işçilerini maaşlarının düşük olması yanında birikmiş 9 aylık maaş farklarını alamamaları da iyice çileden çıkarıyordu. 14 Ekim 1973 günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öncü çalışanların teşvikiyle tüm personelin katıldığı kitlesel bir grev yapıldı. Bütün klinikler boşaldı. Bu eylemin ardından birikmiş maaş alacakları ödendi. Bu eylem çalışanlara kendi güçlerine güvenmeyi, birlikte mücadele etmeyi öğretti. Bu birlikte hareket kısa bir süre sonra verilecek olan sendikalaşma kararının altyapısını oluşturmuştu. Yine o yıllar her kesimden insanın 12 Mart’tan çıkışla birlikte hak arama bilincine eriştiği yıllardı. Artık karar kesindi: Kendilerinin eseri olan bir sendika kurmak istiyorlardı. Ama nasıl?
Birlik olmanın adı 26 Aralık 1973 tarihinde Birleşmiş Sağlık İşçileri Sendikası (BİRSİS) oldu. BİRSİS’in 4 Temmuz 1974 tarihindeki genel kurulunda isim değişikliği yapılarak sendikanın adı Devrimci Sağlık-İş oldu.
Kurucu genel başkanlığa doğal önder kimliğiyle öne geçen Ahmet Akdoğan seçilmişti. O tarihte bağımsız bir sendika olan Devrimci Sağlık-İş, 5 Ocak 1975’te gerçekleştirdiği Olağanüstü Genel Kurulu’nda DİSK’e üye olma kararı aldı. DİSK Yürütme Kurulu Devrimci Sağlık-İş’in üyeliğe kabulüne değil, 1976 yılında Has-İş’le birleştirilmesine karar vermişti.
Devrimci Sağlık-İş’in fakülte bünyesindeki örgütlenmesi çalışanların asıl talepleri için yürüttüğü mücadele içinde pekişti. Çalışanların kendi aralarında seçtikleri birim temsilcilerinin kabul edilmesi, döner sermayeden eşit pay istenmesi, baskı ve horlanmanın kaldırılması, sendika adına aidat kesilmesi vb. taleplere dayanan geniş katılımlı direnişler sendikanın yönetim tarafından tanınmasını sağladı.
İstanbul Tıp Fakültesi’nde (Çapa) ise o yıllarda Tüm Sağlık-İş sendikası vardı. Kısa bir süre sonra bu iki sendika ayrı mücadele etmek yerine birleşerek ortak mücadelenin yollarını aradılar. Çapa ve Cerrahpaşa işçilerinin sendikalaştıkları dönemde sağlık işkolunda kurulmuş başka sendikaların da var olduğunu biliyorlardı. Ama bu sendikalar işçilerin mücadele tarzına yabancıydı. İşçiler, özellikle rakip sendika olan Türk-İş üyesi Sağlık-İş’in “sarı sendika” olarak nitelenmesini öncü arkadaşlarından ve DİSK üyesi işçilerden duymuşlardı. Sağlık-İş, yaygın olarak işçilerden habersiz şekilde yönetimlerle açıktan veya el altından yaptıkları işbirlikleriyle tanınıyordu.
Bu dönemde yaşanan bir olay, sendikal mücadelenin diğer tıp fakültelerine de yayılmasını sağladı.
1975 yılına gelindiğinde ülkede bir “işçi-memur olayı” yaşanmaktaydı. Dönemin hükümeti 657 Sayılı Devlet Memurları Yasası’nın bazı maddelerini değiştiren 12 Sayılı Kararname’nin 6. maddesi, “Hangi kurumların devlete verilmiş asli ve sürekli bir kamu hizmetini genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları, hangilerinin bu nitelikte bulunmadıklarının saptanması” amacıyla oluşan bir komisyonun kurulmasını ve bu komisyon çalışmaları sonucunda hazırlanacak önerinin Bakanlar Kurulu kararı ile kesinleşeceğini öngörmekteydi.
Bu olay, “sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi haklarının uygulama alanının sınırını tayin etme sorununu çözümlemek” yönünden önem kazanmaktaydı. Diğer bir deyişle, aslı amaç işçi-memur ayırımını kesin çizgilerle ayıracak kriterleri belirlemekti.
Karara göre sağlık kurumlarında “memur” statüsüyle çalıştırılanlar işçi kadrosuna geçişleri olursa, o yıllarda daha ileri haklar kazanmakta olan DİSK üyesi diğer işçileri kendilerine emsal olarak alıyorlardı. Kısacası “memurluk” artık karın doyurmuyordu. İşte, Devrimci Sağlık-İş bu dönemde bahsettiğimiz talepler nedeniyle hızla büyümeye başlıyordu. Üye tabanını genişletiyordu. İstanbul dışında aynı dönemde hak arama mücadelesini sürdüren Ankara Tıp ve Hacettepe Tıp çalışanları dışında Ege Tıp çalışanları da Devrimci Sağlık-İş’in üyesi oldular.
Sendikalaşma talebi diğer yandan Anadolu’daki devlet hastanelerine doğru yayılıyordu. Kamu kesiminde bir türlü çözüme ulaşamayan “işçi-memur” ayırımı sendikalaşma mücadelesinin alanını daraltıyordu. Ama sendikalaşmaya olan talep her geçen gün artıyordu. Dönem MC hükümetlerinin ve Demirel’in dönemiydi. Demirel demagojik yaklaşımıyla, yapılması gerekli yasal düzenlemeleri yapmak yerine mevcudu da rafa kaldırıyordu.
Diğer yandan öncü çalışanlar hakkında soruşturmalar açılıyordu. Devrimci Sağlık-İş, artan baskı yöntemleri karşısında gücünü artırmak için, az sayıdaki özel hastanelerde örgütlenmeye yöneliyordu. Bu hastanelerin önemli bir bölümü halen de var olan azınlık hastaneleriydi. Devrimci Sağlık-İş’in yöneticileri “memur” kabul edilmelerine rağmen, sendika, işçi kadrosunda olan özel hastanelerde çalışanların hakları için mücadeleye karar vermişti.
Çoğunlukla İstanbul’da bulunan bazı azınlık hastaneleri ve diğer özel hastaneler sendikanın örgütlenip toplu iş sözleşmesi imzaladığı başlıca işyerleri oldu. Bunlar sırasıyla Fransız Lape, Özel Vatan Hastanesi, Güzelbahçe Hastanesi, Esnaf Hastanesi, Özel Çamlıca Sanatoryumu, İzmir’de kurulu Özel Sağlık Hastanesi ve daha sonraları örgütlenecek olan Alman ve Surp Agop hastaneleriydi. 650 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmeleri imzalayan sendika dönemin sendikal hareketi içinde saygın bir yer edinmişti. Bu dönemde kendini alternatifsiz gören Türk-İş/Sağlık-İş sendikası Devrimci Sağlık-İş’le karşı karşıya geldiği Verem Savaş Dispanseri Erenköy Sanatoryumu işyerinde işyeri yetkisi için yapılan ve referandum niteliğindeki “durum tespitine” katılan 98 işçinin tamamının oylarını alarak Sağlık-İş’i hezimete uğratmıştı. Yine aynı dönemde Sağlık-İş’te örgütlü olan Amiral Bristol (Amerikan Hastanesi) ile Denizcilik Hastanesi işçileri Sağlık-İş’i terk ederek halen bağımsız olan Devrimci Sağlık-İş’e topluca geçmişlerdir.
Bu dönemde vurgulanması gereken en önemli olgu, hepsi kamu çalışanı olan sendika yöneticilerinin tam bir özveri örneği göstererek özel kesimde örgütlenmeye karar vermiş olmalarıdır. Daha sonraki yıllarda da hiçbiri profesyonel olmayacak olan yöneticiler, kendi maaşlarından yaptıkları katkı yanında sınırlı miktardaki işçi aidatlarıyla tamamen amatör bir ruh ve coşkuyla ülke çapında sendikal örgütlemeyi başardılar.
Aynı dönemde sendika, üyeleri ile birlikte derin bir acı yaşadı. 3 Mayıs 1975 günü Devrimci Sağlık-İş için kara bir gün oldu. İzmir’e sendikal örgütlenme için giden sevgili kurucu genç başkanımız Ahmet Akdoğan, soyadını şimdi hatırlayamadığımız Süheyla ismindeki hemşire arkadaşımız ve Ankara şubemizden Ahmet Kuş’u bir trafik kazasında kaybettik. Bu sendika için telafisi zor bir kayıp oldu. Ahmet Akdoğan için başta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi çalışanları olmak üzere sağlık işçilerinin geniş katılımıyla kitlesel cenaze töreni yapılarak, memleketi olan Sivas’a uğurlandı. Aradan geçen zaman içinde Ahmet Akdoğan’ın hep yokluğu hissedildi. Akdoğan’ın ölümünden sonra yapılan genel kurulda başkanlığa aynı zamanda avukat olan Cemil Orkunoğlu seçildi. Kurucu Başkan Ahmet Akdoğan’a ve mücadele içinde yitirdiğimiz diğer arkadaşlarımızın mücadelesine layık olmak için seçilen yeni yönetim de canla başla çalışmalar yürüttü. Vatan Hastanesi Direnişi bu döneme rastlamaktadır.
1976 yılında 126 işçinin çalıştığı Özel Vatan Hastanesi işyerinde toplu sözleşme taleplerinden doğan uyuşmazlık sonucu başlatılan direniş fiilen greve dönüşerek 10 buçuk ay sürdü. Fiili grev; o dönemin en çok öne geçen sendikalarından, başta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinden, ilerici ve devrimci gençlikten somut destek alarak dönemin en uzun süreli işçi eylemlerinden biri olmuştu. Özellikle Taksim’de ilk kez kutlanan 1976 1 Mayıs’ında grev için gösterilen maddi dayanışma kayda değer dayanak olmuştu. Sonraki günlerde o zamanki Tepebaşı Sahnesi’nde düzenlenen gecelerde ise birçoğu hala hayatta olan özellikle Selda’yı, Rahmi Saltuk’u, Edip Akbayram’ı ve hayatta olmayan Ahmet Arif’i ve dönemin bağımsız devrimci sendikalarından Bank-İş’in yaptığı ciddi maddi desteği ve çok sayıdaki diğer değerli sanatçıları bu vesileyle anmak gerekir.
Vatan Hastanesi Direnişi üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Üniversitelerde tez konusu oldu. Sendikal mücadelenin gereği olarak yöneticilerin iradesi dışında sonuçların da doğabileceği görüldü. Vatan Hastanesi buna örnektir. 100’e yakın ortakla kurulmuş olan hastane 10 buçuk aylık direniş sürecinde ortaklık yapısındaki değişimle sonraki sahibi olacak olan Dr. Azmi Ofluoğlu’nun eline geçti. Devrimci Sağlık-İş’in özel ve kamu kesiminde yürüttüğü sendikal mücadelenin karşısına Özel Sağlık İşverenleri Sendikası ile kamu işvereni olarak devleti yönetenler birlikte çıktılar. 10 buçuk aylık bir direniş; işkolunda grev yasağı nedeniyle sendikanın yeni olması ve grev fonunun olmaması, çalışanların ağır ekonomik yükleri nedeniyle sona erdirilmek zorunda kalınmıştı. Anlaşma mümkün iken işyerinin bilinçli olarak el değiştirmesi ve sendika ile anlaşmak isteyen ortakların bu yolla tasfiyesi sağlanmıştı. Bu noktada sendikanın yanlışları olmadı mı? Geriye dönülüp bakıldığında şüphesiz eksiklikleri ve yanlışları olmuştur.
Direnişin sona ermesinden sonra yeni bir durum değerlendirmesi yapan Devrimci Sağlık-İş yöneticileri, kuruluş döneminin hemen ardından başvurdukları gibi üyelik için yeniden DİSK’e başvuruda bulundular. Amaç, sermaye sahiplerinin ve devleti yönetenlerin baskıcı girişimleri karşısında işçilerin sendikal birliğini güçlendirmekti. DİSK düzeyinde yapılan görüşmelerin sonucunda aynı dönemde SSK hastanelerinde işçilik ve toplu sözleşme hakları için mücadele eden DİSK üyesi Has-İş (Hastane İşçiler Sendikası) ile 21 Kasım 1976 tarihinde yapılan 3. Olağanüstü Genel Kurul’da birleşme kararı aldılar. DİSK’in kararı ile ciddi bir örgütlenmesi olmayan Has-İş kanadına biri başkan olmak üzere 4, Devrimci Sağlık-İş’ten gelenlere ise 3 üyelik verilmişti. Buna rağmen sendika kendisini feshederek Has-İş’e katıldı.
Has-İş saflarındaki DİSK’e üyelik süreci Devrimci Sağlık-İş’in tarihinde iki farklı sendikal anlayışı karşı karşıya getirmişti. Devrimci Sağlık-İş kuruluşu itibariyle, bugün çok revaçta olan ifadeyle fiili ve meşru mücadeleyi o yıllarda benimsemişti. Militan bir çizginin sendikanın temel mücadele biçimi olarak benimsenmesi işçiler ve özellikle sağlık işçileri tarafından ilgiyle karşılanıyordu. İşçiler her aşamada söz ve karar sahibi idiler. Bütün temsilciler işçiler tarafından seçiliyordu. Sendika sadece seçim sonucunu işverenlere bildiriyordu. Sendikanın maaşlı kadrosu yoktu. Hukukçular para almadan davaları takip ediyor, yöneticiler ise geceleri hastanedeki nöbetlerinin ardından ertesi gün uyumadan sendikanın işlerine koşturuyorlardı. Sendikanın düzenli çıkardığı gazetesinin tüm yazıları yöneticilerin kolektif çabalarıyla yazılıyordu. Sözünü esirgemediği için hemen her sayısına dava açılıyordu. Ayrıca, bu dönemde sendikanın Cerrahpaşa ve diğer işyerlerinde yaptığı direnişler için 12 Eylül sonrası Sıkıyönetim bildiri yayımlamıştı. Memurlar sendika yöneticisi olamaz denilerek yöneticilerine hapis cezaları verildi.
Devrimci Sağlık-İş yürüttüğü 10 buçuk aylık Vatan Hastanesi direnişinin ağır ekonomik yüklerine karşı örgütlü üye ilişkisi yanında o dönemde hatırı sayılan maddi birikimini de birlikte DİSK’e götürmüştü. Bir yandan 10 buçuk ay süren bir direniş yürütülmüş, işçilere grev fonu olmadan para verilebilmiş, diğer yandan sendika kıt kanaat biriktirdiklerinden para da artırmıştı. Yani DİSK’e parası bittiği için değil, sendikal mücadeleyi bir üst noktaya taşımak amacıyla üyelik başvurusunda bulunmuştu. Sendikal mücadele çizgisindeki uyuşmazlık, o zamanki DİSK’in merkezi yönetiminin anti demokratik yöntemleri, DİSK’e egemen kılınmak istenen sekter bir sol anlayış, sendikal birlik uğruna özverili davranan Devrimci Sağlık-İş kanadından gelen üye ve yöneticilere bugün bile hatırlanması arzulanmayan sayısız keder ve acılar yaşatmıştı. Söz konusu süreç üzerinden bugün de sendikal mücadelenin çıkarması gereken derslerle doludur.
Devrimci Sağlık-İş kanadından gelen yöneticiler; DİSK’e üyelik sonrasında- yabancısı olduğu sendikal anlayışla yaşadığı ve daha sonra yaşayacağı olumsuzluklar nedeniyle- bürokratik mekanizmalar içinde baş edemeyeceğini kısa zamanda anlamıştı. Yapılacak tek şey kalmıştı. Hedef yeni işyerleri örgütlenmeleri yaratmaktı ve bu yolla sendika yönetimini güçlendirmekti. Nitekim bu dönemde Türkiye çapında ilk kez mevsimlik olarak çalışan ve iş güvencesinden yoksun olan başta İstanbul olmak üzere; Adana, Urfa, Maraş, Hatay ve İskenderun’da sendikasız 2100 sıtma savaş işçisinin örgütlenmesi sağlandı.
Aynı dönemde, Sağlık-İş sendikasının yetkili olduğu; 1600 işçinin çalıştığı SSK Edirne, Adana, Adana-Karşıyaka ve İstanbul Göztepe Hastanesi işçileri örgütlenerek yetkili sendika olundu. Bütün bu süreçlerde Has-İş kanadından gelen yöneticiler bazı yazışmalar ve sendika toplantılarında boy göstermenin ötesinde ciddi katkıda bulunmadılar. Daha sonra sendikaya iki yıl kaybettirecek olan iki başlılık yaşandı. Ardından da 12 Eylül sürecine doğru hep birlikte gelindi. Sendikal tabanla bağları kopuk yöneticiler o zamanki DİSK yönetiminin de desteğiyle sendikayı iki başlı hale getirecek sürecin önünü açtılar. Bundan da Türk-İş/Sağlık-İş ve işverenler yararlandı. Çünkü tüm olumsuzluklara rağmen 12 Eylül askeri müdahalesi gelmeden önce sendika aktif 5600 üye tabanına kavuşmuştu.
İstanbul’da Kartal dışında Adana, Hatay, Gaziantep, Diyarbakır, İzmir, Antalya, Bursa, İzmit-Gölcük, Ankara ve Edirne olmak üzere toplam 11 şubede faaliyet gösterilmekteydi.
Özellikle Adana Bölge Şubesi’nin en geniş işçi desteğiyle, sıtma işçilerini ve Adana SSK Hastanesi’ndeki örgütlenmeyi sağladığını belirtmek gerekir. Adana SSK işçileri, yetki için yapılan “durum tespitinde” Sağlık-İş’e karşı iradelerini Dev Sağlık-İş’ten yana kullandılar. 500’e yakın işçinin çalıştığı hastanede tam bir şölen yaşandı.
Bu arada 6’ncı Genel Kurul’da Kemal Türkler başkanlığındaki DİSK yönetimi değişmiş, Abdullah Baştürk’ün genel başkan olduğu DİSK yönetimi gelmişti. Has-İş’te yaşanan iki başlılık karşısında mahkemece atanan kayyumun önerisi ile tüzükteki yetkisini kullanan DİSK yürütme kurulu Merter’deki genel merkezde 9 Nisan 1978 tarihinde iki tarafa da çağrıda bulunarak genel kurul açtı. İki başlılığa neden olanlar DİSK’in açtığı genel kurula katılmadılar. Bu genel kurulda sendikanın Has-İş olan ismi tekrar Devrimci Sağlık-İş oldu. Ardından da mahkemeye taşınmış olan iki başlılık sürecinin galibi geç de olsa 12 Eylül sürecine rastlayan günlerde yine Devrimci Sağlık-İş kanadı oldu. Sonuçta, Devrimci Sağlık-İş bugünlere kadar gelerek halen DİSK üyesi olarak mücadelesini sürdürmektedir.
12 Eylül döneminden DİSK’le birlikte Devrimci Sağlık-İş de nasibini aldı. Uzun süren gözaltı ve tutuklamalardan sonra 24 yöneticisi hakkında dava açıldı. Gözaltında yaşadığı ağır işkencelerden sonra serbest bırakılan o zamanki Genel Eğitim Sekreterimiz Yakup Göktaş, bozulan sağlığı ile uğraştığı bir dönemde uğradığı bir motosiklet kazasında yitirildi. Daha sonraları- bir daha açılamaz denilen- konfederasyonumuz DİSK ve bağlı sendikalar gibi Devrimci Sağlık-İş de uluslararası dayanışmanın da desteğiyle 1991 yılında tekrar faaliyete başladı. Ve bugün yaşamakta olduğumuz sürece varıldı.
Yazı, “12 Eylül Sonrası- ikinci dönem” olarak devam edecektir
* Doğan Halis, Dev Sağlık-İş Eski Genel Başkanı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.