Kamusal eğitim çoktan tasfiye edildi. Artık eğitimde özelleştirme henüz tamamlanmamış gibi bir savunma hattı örmek yerine eğitimin kamusal bir anlayışla yeniden inşasını hedefleyen bir mücadele hattının kurulması zorunludur. Özel sektör öğretmenleri, kamusal eğitimin tasfiyesi sürecinin açığa çıkardığı özgün bir emekçi kitlesi olarak bu hattın inşasında öncü bir rol oynayabilir
Eğitimi metalaştırmayı ve bir sömürü alanı olarak sermayeye altın tepsiyle sunmayı hedefleyenler -maalesef- aksamayan bir planla başarıya ulaştı. Eğitim-öğretim sürecinin özelleştirme politikaları ile yaşadığı değişim, bu alanda özgün koşullara sahip, güvencesizliği çok net ve yakıcı bir biçimde hisseden, genç bir emekçiler kitlesi oluşturdu. Sermaye, tüm talan alanlarında olduğu gibi eğitimde de emekçileri her geçen gün daha da güvencesiz bir çalışma ortamına hapsederken öfkesi kaygısına galip gelmeye meyilli bir kitle oluşturduğunun elbette farkında, kapitalizm kendisini yıkabilecek bir canavar yarattığının bilincinde. Böyle bir dönemde emekçilerin yaşadığı güvencesizliğin şiddeti ile sahip oldukları direniş potansiyelinin paralelliği birçok deneyimle de ortaya çıkmışken emek mücadelesini büyütecek ipuçları hepimiz için ortadır. Biriken öfkeyi ve çaresizlikten beslenen cesareti neye/nereye evireceğimiz asli soru olarak baş ucumuzdadır.
Metnin niyetini baştan açık etmenin okuyucuya kolaylık sağlayacağı düşüncesiyle metnin, eğitime yönelik özelleştirme ve talan politikalarının işleyişini, alanla doğrudan bağı bulanmayanlar için de anlaşılabilir hale getirmek ve bu politikaların sonucunda oluşan güvencesiz eğitimciler kitlesinin yarattığı mücadele pratiğinin eğitim mücadelesine ve genel olarak emek mücadelesine nasıl bir katkı sunabileceğini tartıştırmak şeklinde özetlenebilecek iki kısımdan oluştuğu söylenebilir. Metin, iki başlığın birbirine içkinliğini göz ardı etmemek düşüncesi ve başlıklar ayrı ayrı tartışıldığında eksiklikler kalacağı kaygısı ile bu şekilde kaleme alınmıştır.
Kamusal/toplumsal eğitim tüm eksikleriyle birlikte mazide kaldı; badem gözlü ilan etmeyeceğiz lakin bugün yaşanan ölüye bile saygısızlıktır
Eğitim-öğretim programının ve bu programın hayata geçirilişinin eski dönemde kusursuz olduğunu söylemek, geçmiş dönemdeki eğitim-öğretim faaliyetlerine hasretle ‘rahmet okumak’ çaresizlikle neyi talep edeceğini bilmezliğin biraz da politik bir ‘geçmiş’ tutkusuyla harmanlanmış hali gibi. Bu topraklarda bugün alkışlarla hatırlanan eğitim programlarının dahi eleştirilecek yönleri elbette var. Lakin son yıllarda eğitim alanında yaratılan şey, arasına gerçeklikle mesafe koymayan herkes için tartışılacak, değerlendirmeye sokulacak bir boyutu aşalı çok oldu. Yaratılan şey karşına topyekûn bir eğitim mücadelesi ile çıkılması gereken, eğitimi bir hak olmaktan tamamen çıkaran, para ve gericilik dışında başka bir ‘değere’ sırtını dayamayan bir karanlık. Bugün ülkede paran kadar eğitim, paran varsa eğitim süreci tüm vahşiliğiyle varlığını kabul ettirmiş/dayatmıştır. Bu dayatmaya vakti zamanında neden bir toplu karşı koyuşun örgütlenemediği başka bir yazının konusu olabilir.
Neoliberalizmin ayak oyunları eğitim sahnesinde de başarılı oldu: Zararsız bir alternatif gibi sunulmak, kamusal olanın tasfiyesi ve özel olana mecburiyet
20 yıl öncesine kadar özel okulların tüm okullara oranı %5’i geçmiyordu. Bu okulların da birçoğu azınlıklara ya da toplumun geneliyle aynı ortamı paylaşmayı kendisi için ‘uygunsuz ve tehlikeli’ gören maddi açıdan ayrıcalıklı kitlelere hizmet ediyordu. Özel okul ifadesi –azınlıklar için olanların hepsinde geçerli olmamakla beraber- ile köşkler, özel şoförler bir arada anılıyordu. Özel okul ifadesi ‘gerçek’ bir lüksü ifade ediyordu. Bugün özel okulların tüm okullara oranı %25’lere dayanmış vaziyette. Yani eğitim-öğretim faaliyetinin 4’te 1’i özel kurumlar aracılığıyla yürütülüyor. Bir başka deyişle eğitim-öğretim sürecinde görev alan emekçilerin neredeyse 4’te 1’i özel öğretim kurumlarında çalışıyor. Peki ‘lüksü’ herkes için ulaşılabilir ve mecbur kılmak nasıl mümkün oldu? Cevapları kısaca sıralamaya çalışalım:
Zoraki tercih özel öğretim kurumları ve yarı özel kamu okulları
Yukarıdaki maddelerle özetlenmeye çalışılan eğitimin özelleştirilmesi projesi, kamusal eğitimin en temel özelliği olan ücretsiz eğitim niteliğinin kaybolmasıyla şahlanışa geçti. Kamu okullarında maddi giderlerin artışı kamu okullarındaki eğitimin yetersizliği algısıyla ortaklaştırıldığında özel okulların tercih edilirliği arttı. Devlet okulları yarı özel eğitim öğretim kurumlarına dönüştürüldü. Paralı eğitime karşı olduğunu ifade eden birçok velinin dahi öğrencileri için özel okulları/dershaneleri tercih ediyor oluşu politik bir sapmadan ziyade somut bir hesaba dayalı. Bu somut hesabı üstünkörü bir biçimde şöyle ortaya dökebiliriz:
* Servis ücreti
* Tüm gün eğitim veren okullarda öğle yemeği ücreti
* Okula ödenecek katkı payı
* Okula yapılacak temizlik vb. giderler için ödeme
* Birçok ders için ders kitaplarının yetersizliği sebebiyle öğretmenler tarafından talep edilen ek kaynakların ücreti
* Diğer kırtasiye giderleri
* Okulun forması, eşofmanı, tişörtü vb. giyim giderleri
* Sınıfların eğitime uygun şekilde döşenmesi (pano, tablo, görseller vb.) ayrıca toplanan ücret
* Adrese dayalı yerleştirmeyle -çok büyük ihtimalle- bir imam-hatip lisesine gitmek istemiyorsa sınav hazırlığı için dershane ücreti
Yukarıda sayılı temsili ve değişiklik gösterebilecek gider kalemleri aslında kamusal eğitimin çoktan tasfiye edildiğini, bu tasfiyenin eğitimde özelleştirmenin bir parçası olduğunu ve şu süreçten sonra eğitimde özelleştirme henüz tamamlanmamış gibi bir savunma hattı örmek yerine eğitim alanının kamusal bir mantıkla yeniden inşasını talep eden bir hattın kurulmasının zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Kamusal eğitimin getirildiği nokta eğitimdeki özelleştirmenin tamamlanması adına en temel kamusal haklardan biri olan eğitim hakkının tümden yok sayılmasıdır. Bu yok sayılma öğrenci ve veliler için maddi-manevi birçok zorluğu ve çatışmayı beraberinde getirmektedir. Fakat öğretmenler için eğitimin özelleştirilmesi ülkedeki tüm bireylerinin etkilendiği (yozlaşma, gericileştirme, maddi zorluklar, eğitimin niteliksizleştirilmesi) alanların üzerine meslek/emek üzerinden başka bir etkilenmeyi/çatışmayı doğurmaktadır.
Eğitimde özelleştirmenin en ‘özel’ mağdurları öğretmenler
Eğitimin yaşadığı dönüşümün en başında çoğu özelleştirmenin şatafatlı, süslü başlangıcında olduğu gibi özelleştirmeler emekçiler için bir fırsat, şartları daha iyiye götürecek bir alternatif alan olarak görülüyordu. Büyük transfer ücretleriyle kamudan özele geçen, doktorlardan fazla kazanan öğretmen hikâyeleri şu an abartılı gelebilir fakat çok genelleşmese de bunlar geçmişte yaşandı. Bazı öğretmenler sürecin en başında kurum açma ‘girişimciliğine’ bile soyundu. Bu tercihlerin sorgulanması çok farklı bir tartışmanın merkezine konabilir. Bu yazıda sürecin nasıl vahşileştiği yazının varmak istediği nokta açısından daha makul olacaktır.
Öğretmen yetiştiren fakültelerin hesapsızca artırılması, öğretmen atamalarındaki yetersizlik, eğitime eksik bütçe ayrılması gibi iktidarın eğitime bakışının ürünleri olan politikalar yüz binlerce ataması yapılmayan öğretmen oluşmasına sebep oldu. Özel öğretim kurumlarının ve işsiz bırakılmış öğretmen sayısının aynı dönemde paralel şekilde artmış olmasını sadece yanlış politikalar sonucundaki bir talihsizlik olarak görmek en kibar tabirle saflıktır. Yüz binlerce öğretmen eğitime yatırım yapacak sermayenin gözünde en büyük gider olduğu için ‘güvencesizler, işsizler yığını’ olarak hazır hale getirilmiştir. Bu tercih iktidarın yandaşlarına sunacağı uçsuz bucaksız bir sömürü alanın hazır hale getirilişinin temel ayağını oluşturmuştur.
Mesleğini yapmak isteyen öğretmenler ve mesleği yapılamaz hale getiren sermaye/bakanlık ortaklığı
Öğretmenlerin piyasacı eğitim anlayışıyla güvencesizliğe itilişi yıllardır sürüyor. Yüz binlerce öğretmen atama beklerken 300 bin civarında öğretmen özel öğretim kurumlarında zorlu şartlarda çalışıyor. 300 bin civarı ifadesi Bakanlığın bu alanda çalışan öğretmenlerle ilgili ciddi, geçerli verileri sunmaması, öğretmenlerin yok sayılması, sigortasız çalıştırılma, resmiyette başka görevlendirmelerle (sekreter, temizlik işçisi vb.) çalıştırılma gibi durumların sonucudur. İktidar öğretmen sayısını artırırken atama sayılarını azaltmayı ihmal etmediği gibi öğretmenliğin itibarını zedelemek için elinden gelen her şeyi yapmayı yıllardır sürdürmüştür. Bu çok yönlü güvencesizleştirme ve itibarsızlaştırma projesi özel öğretim kurumlarındaki öğretmenlerin bütünlüklü bir mücadele hattı örmemesi/örememesi üzerine yıllarca başarıyla yoluna devam etti. Sayısı yüz binleri bulan öğretmenler kendi direniş hatlarını ortaya koyana kadar toplumsal muhalefetin ‘dikkatinden’ kaçmak gibi bir talihsizliği de yaşadılar.
Şartların dayanılmazlığı hoşnutsuzluğu öfkeye dönüştürdü
Özel öğretim kurumlarının sayısındaki son yıllardaki hızlı yükselişe rağmen 400 bini aşan ataması yapılmayan öğretmen sayısı Bakanlığın denetimsizliği ile birleşince patronlarda iflah olmaz bir arsızlık seviyesi oluşturmuştur. Asgari ücretin altında maaşla öğretmen çalıştırmak, katlanılmaz mesai saatleri, mobbing, iş tanımı dışında işlere zorlama, kıdem tazminatı vermeme, sigortasız çalıştırma gibi dayatmalar bu şartlara çalışacak binlerce insan var kurnazlığına sırtını dayamaktadır. Kurnazlık iktidar güvencesine de alındığında eğitim-öğretim yatırım yapılacak kârlı bir alan olarak sermayeye göz kırpmaktadır. Eğitimle uzaktan yakından alakası olmayan patronların son yıllarda yaşadığı eğitim aşkının temelinde bu kârlılık yatmaktadır.
Kapitalizmin doyumsuzluğu hepimizin malumudur. Bu doyumsuzluk eğitimdeki izdüşümleri salgın döneminin özgün koşulları ile birleşince hakkını/emeğini savunmak noktasında belli deneyimler yaşamasına rağmen bütünlüklü bir hareket yaratma noktasına ulaşmamış özel öğretim kurumu emekçileri için yeni bir arayışın koşulları oluşmuş oldu. Çalışma şartlarının daha da kötüleştiği ve sosyal medyanın daha yoğun kullanılmaya başlandığı pandemi dönemi, öğretmenlerin mücadeleyi ve mücadelenin yöntemini konuştuğu, özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerin mücadelesi için kritik, tarihsel bir döneme dönüştü.
İhtiyacın tespiti: koşullara cevap verebilecek hareketlilikte ve emekçilerin taleplerini merkeze alacak netlikte bir öğretmen örgütü
Öğretmenlerin yürüttüğü tartışmalar sorunların ne denli ortaklaştığını ve görece kurumsal imaj çizen kurumlarda dahi sömürünün nasıl devam ettiğini ortaya koymuştur. Öğretmenler bir arada olmanın, dayanışma kültürü yaratmanın, talepler etrafında kitlelerini mücadeleye davet etmenin kararına vardığında pandemiye özgü evden çalışma koşulları henüz sonlanmamıştı. Dönemin belirsiz süreli çalışma koşulları, öğretmenlerin yaşadığı ekstra yabancılaşma, mesleğe yönelik yeni değersizleştirme dalgası öğretmenlerin örgütlenme ağında hızlı bir akış oluşturdu. Sürecin hemen sonrasında yüz yüze eğitimin başlaması patronların pandemi dönemdeki ‘sorunlarını’ bahane ederek sömürüyü yükseltme niyetiyle çakıştığında öğretmenlerin taleplerinin görünürlüğü de artmış oldu. Öğretmenlerin hak mücadelesini göğüsleyecek dayanışma örgütünün iş kolu ve toplu sözleşme barajını asli mesele haline getirmeyen, talepleri sadece dile getiren ve taleplerinin ricacısı olan değil talepleri için kararlı, ısrarlı bir hat örgütleyen, emek savunusunu merkeze alan bir öğretmen sendikası olarak tanımlanması kısa bir zaman sonra gerçekleşti.
Mücadele dersini öğretmenler verecek sloganı bir iddia mı, kulağa hoş gelen bir tevriye mi?
Proleterleştirmenin nicel ve nitel değişiklikler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. İşsizlik her dönemkinden daha yüksekken çalışma koşulları her zamankinden daha zorlu. Bunun yanı sıra tüm meslek grupları için güvencesizlik koşullarında işçileştirme dalgası kabarmaya devam ediyor. İki yıl öncesine kadar mesleğinin ‘kutsallığı’ ile katlanılmaz koşullarının çelişkisi arasında şaşkınca savrulan özel sektör öğretmenleri tam da kabaran bu dalganın karşına denk gelişle nitelendirmenin yetersiz kalacağı bir zamanlamayla ve kararlılıkla dikilmiş oldu. Bu alanın özgün koşullarına karşı örgütlenecek fiili bir mücadele hattının bir ihtiyaç olduğu herkesin malumu iken bu hattın kitlelerce nasıl karşılanacağı ise tam olarak kestirilemiyordu. Öğretmen Sendikasının eylemde ve söylemdeki tarzı, en başta emek hareketinin geneli için önemli, kıymetli gibi sıfatlarla güzel bir başlangıç olarak nitelendiriliyordu. Emek mücadelesine dair eksik bir halkanın tamamlanabileceği iddiası elbette tüm emek dostlarına kıvanç veriyordu.
Başlangıç tartışmaları iki sene öncesine dayanan, kuruluşunun üzerinden sadece bir yıl geçen Öğretmen Sendikası bugün yüküne yük katmış olabilir mi? Sendikanın eğitimin metalaştırılmasına karşı doğru yerden fiili meşru bir mücadelenin örgütleyecilerinden biri olması, emek mücadelesindeki ‘sakinliği’ dağıtacak bir hareketliliği bulaşıcı hale getirmesi mümkün mü? Bu sorulara evet demek aceleci bir tavır olabilir. Fakat aksini iddia etmek sendikanın kısa süreli tarihi göz önüne alındığında çok büyük bir risk.
30 Ağustos öğretmen buluşmasının meşruluğu ve sahiplenilişi nereden geliyor?
Öğretmen Sendikası yakın dönemde Ankara’da “Taban Maaş Hakkı” konulu bir öğretmen buluşması gerçekleştirdi. Buluşmaya birçok farklı şehirden öğretmen, dayanışma göstermek isteyen emek örgütleri ve veliler katıldı. Buluşmanın hedefi bir salon etkinliğinin ardından asıl muhatap olan MEB önünde bir basın açıklaması yapılmasıydı. Sendika gün içerisinde o gün şehirdeki 30 Ağustos etkinlikleri sebebiyle açıklamanın yerini değiştirme kararı alsa da polis öğretmenleri etkinliğin yapıldığı alandan çıkarmadı. Üstüne gazla, darpla müdahale ederek öğretmenleri gözaltına aldı, alana hapsetti. Güne dair iki temel ve ön yargılı eleştiri vardı, ikisi de alanda cevaplandı. Buraya tekrar not düşmek gerekebilir:
30 Ağustos tarihi üzerinden sendikayı yıpratmak isteyenlerin niyeti elbette sendikayı marjinalleştirmek. Bu çaba yeni değil. Sendika tüm marjinalleştirme çabalarına rağmen kendini eğip bükmeden eleştirileri popülist bir tavırla savuşturma kolaylığına gitmeden emeği savunmaya niyetli olduğunu hem sözle hem eylemle defalarca kanıtladı. 30 Ağustos’un tercih edilmesinin sebebi de aslında resmî tatil günlerinden başka ortak izin günü bulunmayan öğretmenleri bir araya getirmek. Yani asli hedef tüm emekçileri çoğunluğu gözetecek bir tercihle değil herkesin dahil olabileceği bir güne davet etmek. İnsanca bir yaşam ve güvenceli iş için gece gündüz emek vererek şehrinde sendikal mücadele veren sendikanın üyelerinin, temsilcilerinin o gün buluşmaya katılabilmesi bu eleştiriye maruz kalmaktan elbette daha kıymetliydi.
Bu sorunun on yıllardır görmezden gelinen emekçileri içerdiği, bin bir zorlukla örgütlenen ve ilk defa bu denli kararlı ve organize bir şekilde buluşabilen bir sendikaya yöneltildiği unutulmamalı. Sendikanın asli muhatabı olan ve öğretmenlerin sorunlarının büyük kısmını görevini yerine getirerek çözebilecek bir kuruma sesini duyurmak için basın açıklaması yapmak istemesinin makul olmayan tek bir yanı yoktur. Basın açıklaması talebin ne kadar yerinde ve elzem olduğu sendikanın hemen sonrasında Bakanlıkla görüşmeye çağrılmasından da anlayabiliriz.
Öğretmenler için sınıf mücadelesinin sesini yükselterek ve siyasetle yapışık ilişki kurmadan siyaset sahnesine müdahale mümkün mü?
30 Ağustos akşamını ve devamındaki birkaç günü düşünürsek cevaba ulaşmış olabiliriz. Tüm siyasi partilerin özel öğretim kurumlarındaki sömürüden az ya da çok haberdar olduğunu biliyoruz. Bu konuda duyarlı davranan ve çaba sarf eden siyasilerin olduğu da bilinen bir gerçek. Fakat talebin ülke gündemini işgal ederek siyasetin de ana gündemine oturması çok daha farklı bir etki yarattı. Burada talebin netliği, yakıcılığı ve talep edenin çarpıtılamayacak meşruluğu elbette önemli. Bunun yanı sıra verilen emek mücadelesinin toplum tarafından da sahiplenilmesi, yürütülen tartışmaların toplumun da sahipleneceği bir doğrultudan ilerletilmesiyle doğrudan ilişkili. Öğretmen Sendikası eğitimcilerin mücadelesiyle eğitim hakkı mücadelesinin elbette içkin olduğunu vurguluyor ve velilerin ve öğrencilerin taleplerini görmezden gelmiyor. Eğitimin özelleştirilmesinin eğitime etkilerinin doğrudan alanın öznesi tarafından bu kadar net ve güçlü dile getirilmesi toplumun gerçekle kurduğu ilişkiyi emekçiden yana dönüştürüyor.
Eğitimin de emeğin de güçlü bir mücadele hattına ihtiyacı var!
Hem emekçilerin hem veli ve öğrencilerin bütünlüklü bir eğitim problemi olduğu açıktır. Eğitimin tüm bileşenlerinin sorunlarının nihai çözümünün aynı noktaya dayandığı gerçeği emekçilerin ivedilikli ve yakıcı özgün problemlerinin taleplerini yükseltmesine mani değildir, olmamalıdır. Önemli olan özgün görülen fakat çözüm için güçlü bir dayanışma ve ortak akıl gerektiren sorunlara karşı doğru bir birleşik mücadelenin de yükseltilebilmesidir. Bu mücadelenin örülebilmesi için dayatan, önceleyen bir tavır yerine sorunların yakıcılığını gözetmek dayanışmanın gücünü artıracaktır. Emekçilerin kararlı mücadelesi elbette eğitimin tüm bileşenleri tarafından sahiplenilecektir.
Son birkaç günde mücadeleyi ortaklaştırmak, büyütmek ve daha görünür hale getirmek amacıyla yapılan çağrılar olduğunu görüyoruz. Eğitim sendikalarının kitlelerinde de toplumda da bu çağrıları destekleyen ve birlikteliğin elzem olduğunu düşünenler büyük çoğunlukta. Fakat sendikaların karar mekanizmaları çağrıların yöntemi, içeriği vb. üzerinden eleştirilerle bu çağrıları ‘savuşturmakta’ ustalık sergileme yarışına girmiş durumda. Eğitim emekçilerinin iradesi olarak hareket etmesi gereken organlar, kitlelerin taleplerini ikinci plana atarak sorunların yakıcılığını ve eğitimcilerin mücadelesinin toplumsal desteği arkasına almış olmasını göz ardı etmektedir.
Bu ortamda birleştirici olmanın yönteminin tüm eğitimcilerce sahiplenilecek, net, kararlı bir eylemlilik süreci inşa etmekten geçtiği açıktır. Yüz binlerce eğitim emekçisi ve eğitime dair kaygıları olan tüm kesimlerce beklenen budur. Geçmişte yaşanan tartışmaları, yönetim kurulu kararlarını, şerhleri, bürokratik engelleri aşmanın yolunun çağrıyı alana, sokağa, mücadelenin içine yapmaktan; çağrıda emekçilerin asli kaygılarını, taleplerini gözetmekten geçtiği açıktır. 30 Ağustos Öğretmen Buluşması bu kıymetli deneyimin geçerliliği bir kez daha sınamıştır.
Eğitim alanındaki neoliberal çöküntü karşısında özel sektör öğretmenlerinin kendi ekonomik taleplerinden hareketle başlattıkları mücadele yakın dönemde, eğitim alanının toplumcu bir temelde topyekûn yeniden inşası yolunda eğitim emekçileri, veliler ve öğrenciler tarafından verilecek ortak bir mücadelenin itici unsuru olabilir, hatta bu mücadelenin öncülüğü yapabilir. Eğitim mücadelesinde yılgınlığın kendini tazeliğe, dinamikliğe ve umuda devretme vakti belki de yeniden gelmiştir. Tanıdık bir heyecanı yeniden hissederek gülümseyenler, emek mücadelesi yürütmenin neşesine yenice varanlar ve elbette kavgada hiç duraksamamış olanlar doğru stratejik hat üzerinde kol kola girecektir. Hepimize kolay gelsin.
Yaşasın Öğretmen Dayanışması, Yaşasın Eğitim Emekçilerinin Onurlu Mücadelesi!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.