Sonuç alıcı duruş sadece ilke ve program ilanıyla sağlanamaz, ancak ve sadece halkın üstüne doğru güçlü bir tarzda akan iktidar öncülüğündeki sistemin akışına karşı sürekli hamle yaparak sağlanabilir. Hamlelerin toplumsal ve siyasal alanın tümüne yayılan zenginliği ve çeşitliliği ne kadar fazla olursa, kendisinde sistem karşıtlığını ne kadar daha derinden içerebilmişse ve zamanla yarışan ve yarışacak temposu ne kadar hızlıysa, o kadar güç kazanılabilecek ve bu gücün hareketiyle halkın özneleşeceği bir yeni iktidar alanı inşa edilebilecektir
Çok yönlü krizlerle sarsılan ülkedeki bütün siyasal güçler, yoksullaştırılmanın derinleşerek sürdürüleceği koşullarda yaşanacağı belli olan kış ortamında halkın yaşayacağı zorlukların ve artık yaklaşan seçimlerin baskısıyla, çok yönlü hamleler yaparak inisiyatif almaya çalışıyor.
Eylül ayında olup bitenler önümüzdeki döneme ışık tutuyor. Öyle ki, birçok süreç aynı anda ilk ivmeleri verilerek harekete geçirildi. İçinde sürüklendiğimiz kaotik ortam, zaten içinde yaşanan gerilimlere ek olarak günümüzde harekete geçirilen siyasal ve toplumsal süreçlerle karşılaşıp daha da zorlanıyor.
Kış koşulları ve yaklaşan seçimlerin baskısıyla şimdiden sonra da başka yeni süreçlerin devreye sokulacağı, bu süreçlerin kimileri kaybolup giderken bazılarının yol alacağı, egemen olma yönünde itişmeler ve kaynaşmaların yaşanacağı açıkça görülebiliyor. 2023 seçimlerinin içinde olduğumuz derin kriz koşullarına nihai çözüm anı olamasa da bir ara durak olacağını ve sonrası için bir yeniden mevzilenme imkanı sağlayacağı için önem kazandığını saptayabiliriz. O mevzilenmede, seçimler sonrasında yaşanacaklar için acaba kim/kimler daha avantajlı bir konuma yerleşebilecek?
Öte yandan, aynı anda yaşanan ve iniş çıkışlarla süreduran egemen güçler dışındaki toplumsal güçlerin direnişleri, hareketliliği, şayet şimdiki parçalı ve sırf güncel ihtiyaçlarla sınırlı hallerinden kopuşup ortaklaştığı ve uygun politik hedeflere yönelebildiği bir zemine yerleşebilirse, kendisine özgü bir güç alanına kavuşabilir. Bu zemin, mücadeleler içinde şimdiden yapılanan ve seçimler sonrasında daha da netleşeceği anlaşılan bir çoklu iktidar ortamında konumlanarak, geleceğin fiili meşru iktidar alanlarından birisi olabilir.
Erdoğan karşıtlığı üzerinden yan yana gelen Millet İttifakı (Mİ), dışardan bakınca sanki dingin bir ortam intibaı veriyordu, ancak Akşener’in HDP’yi düşmanlaştırıcı bir söylemle başlayıp Kılıçdaroğlu’nun güçlenen başkanlık adaylığını boşa düşürmeye çalıştığı son söylemleriyle alan genişleten yeni hamlesiyle birlikte aniden gerginleşti.
Kendisi gibi MHP kökenli Zafer Partisi lideri Özdağ’ın Kılıçdaroğlu’nu değil yine MHP kökenli Mansur Yavaş’ı başkan adayı gördüğünü ilan etmesinin hemen sonrasında, Akşener de Yavaş’ın adaylığını öne çıkardı ve olmazsa İmamoğlu’nu da kabul edebileceğini açıkladı.
MHP kökenli siyasal alanın, iktidarda MHP olarak, muhalefette Mİ içinde Akşener, CHP içinde Yavaş, bağımsız olarak da Özdağ üzerinden egemenlik sistemine kendi damgasını vurmaya ve gerçek gücünden çok daha fazla inisiyatif almaya çalıştığını görüyoruz. Öyle ya, şimdi her ne kadar birbirleriyle didişiyor olsalar da, bu güçler uygun koşullarda yan yana gelebilir hatta yeniden birleşebilir ve şimdiki aslında ortak hedeflerine Akşener öncülüğünde ulaşabilirlerse ülkenin Erdoğan sonrası egemen gücü olabilirler.
Evet, faşist partinin/MHP’nin farklı tonlardaki temsilcileri, Akşener’in taktığı merkez sağ maskeyle sinsice yol alarak iktidarın egemen gücü olabilir ve devlette şimdiki “başkanlık sistemi” üzerinden hakimiyet kurabilirlerse, şimdi hareket halinde olan ama ilerlemekte zorlanan faşizmin kurumsallaşması sürecinin nihai hedefine doğru adımlar atma imkanını elde edeceklerdir.
Hepsi devlet içinde görev almış, devletle iç içe bir siyasal konumlanış içinde bugünlere gelmiş bu unsurların, mevcut “devlet krizi” koşullarında hamle yaptıklarını, krizi kendi hegemonyalarında kurulacak bir politik iktidarla aşmaya çalıştıklarını görüyoruz. Hamle, zaten iç içe oldukları bazı devlet fraksiyonlarıyla alışık oldukları ilişkiler derinleştirilerek yapılıyor.
Akşener Millet İttifakı’na adeta format atmaya, ona uygun dozda İslam’la sulandırılmış Türkçü-şoven bir damga vurmaya çalışıyor. Aslında Muhsin Yazıcıoğlu da benzerini yapmaya çalışmış, ama o zamanın koşullarında yeterince inisiyatif alamamıştı
İşi zor, her ne kadar ilk adımında Kılıçdaroğlu’nu baskılayıp, gölgeleyerek yol alıyor gibi görünse de, sürecin ilerki aşamalarında karşılaşacağı engelleri aşmakta zorlanacağını, o engelleri aşabilmek için Erdoğan’la ittifaka zorlanacağını ve öyle bir yönelişe girerse de anlam kaybına uğrayarak meşruiyet krizine girme ve güç kaybetme riskiyle yüzleşeceğini tahmin edebiliriz.
Devlet içindeki MHP kökenli kadroların ve yönelinen hattın devlet içindeki temsilcisi fraksiyonların desteği o riskleri aşmasına ne kadar yeterli olabilir, süreç içinde belli olacaktır. Ancak, Akşener, yaptığı hamle yeterince güç kazanamazsa, (muhtemelen şimdikinden daha zayıf bir ağırlıkla) Mİ içinde yer almaya devam edecektir.
Hamlenin hedefi Kılıçdaroğlu’nun şimdilik adaylıkta geri adım atmaması Akşener’i zorluyor, zaman geçtikçe daha da zorlayacaktır. Yeterli güç alanına sahip olmadan sırf ön alma hırsıyla davranılıp “erken doğum” yaptırılarak ortaya atılmış bir faşist restorasyon denemesi sonuç almakta zorlanacaktır.
Kılıçdaroğlu, adaylığının ilanı için zamanın olgunlaştığını düşünerek bir zamandır Erdoğan’a karşı kendisinden alışık olmadığımız sertlikte çıkışlar yapıyor ve bu çıkışlarıyla adaylığı için meşruiyet üretiyor. Son olarak, herhangi bir toplumsal tartışma sürecinin içinde tartışıp tüketerek değil, ama neler olacağı CHP’nin derin ve gizemli koridorlarında seçilip pişirilerek aniden önümüze koyulan konularda başlattığı “helalleşme” sürecinde yeni bir hamle yaptı ve “Başörtüsüne yasal güvence” konusunu gündemleştirdi.
Peki, ne zaman?
20 yıldır sürüp gelen bir AKP iktidarı içindeyiz. Başörtüsü takan kadınların herhangi bir engelle karşılaşmadığı, ama tam tersine iktidar güçleri tarafından erkek egemenliğinin köpürtülüp kadınların aşağılanmasıyla kışkırtılan erkeklerin işlediği kadın cinayetlerinin sürekli arttığı bir ortamda yaşıyoruz. Kadınların kıyafetlerinin iktidarın uygun gördüğü biçime uyup uymadığı sokaklarda tehditlerle sorgulanmaya başlandı. Üstelik, İran’da kendilerine koyulan saçlarını açma yasağına/saçlarını örtme zorunluluğuna isyan eden kahraman kadınlar herkesin gündeminde!
Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nun açıklama yaptığı masasının üstünde “Türkçülüğün Esasları” kitabı duruyordu. Zaten hemen öncesinde de, Bahçeli’nin DNA testi restine “Hadi oradan, işine bak!” diyebileceği halde, “Tabii, gel beraber yaptıralım” dememiş miydi?
Kürt kökenli ve Alevi inancında bir ailede doğduğunu bildiğimiz Kılıçdaroğlu’nun ilginç hazırlıklar içinde olduğu anlaşılıyor. Yoksa kendisiyle ilgili bildiğimiz her şey yanlış da, meğersem kendisi Türk kökenli ve Sünni inancında bir makbul vatandaş mıymış, göreceğiz! DNA’yı gündemleştiren Bahçeli’ye söylenecek bir şey yok, normaldir, kendisine yakışır; peki ya “solcu” ve “laik” olduğunu iddia eden bir partinin genel başkanı, o böylesi bir söz dalaşında nasıl yer alabilir? Başkan adayı ailesinin kökeninin hangi etnisiteye veya inanca dayandığı üzerinden mi belirlenecek? Burada atılan bir ilk adımın sonrasındaki hangi adımların önünü açabileceği açık değil mi? Ortaya atılan DNA tartışmalarının o çok sözü edilen “dış güçler” için oldukça “verimli” bir oyun alanı açacağı belli değil mi?
Açıktır ki, devletin her türlü “kutsallıktan” arındırılarak hizmetinde olacağı yurttaşlarının etnisitesi ve inancına kör olduğu, hangi kimlikten ya da inançtan olursa olsun herkesin Anayasa karşısında eşit yurttaşlar olduğu bir demokratik cumhuriyet günümüzün acil ihtiyacıdır.
Kılıçdaroğlu ne yapmak istiyor? Irkçı ve dinbaz gevezeliklerin arkasına gizlenerek kendi egemenliklerini dokunulmaz bir kutsallık halesiyle güçlendirmek isteyen Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin önünü açıp ellerini güçlendiren bu hamlenin amacı ne? Evet, bir zamanlar “dokunulmazlıkların kaldırılması” oylamasında destek vererek önünü açtığı ve sonra da 15 Haziran sonrasında Yenikapı mitinginde desteğini en kritik anda yenilediği gibi, günümüzde yoksullaşan halkın öfkeli tepkileriyle yüzleşen Erdoğan’a bir kez daha destek verirken Kılıçdaroğlu’nun amacı nedir?
Yoksa, “sorun” daha genel bir zeminden mi çıkıp geliyor? Evet, yapılanlar mevcut devletin omurgasıyla ilgili bir konum beyanı mıdır? Egemenlik sistemine devletin yapısal omurgasına dokunulmayacağı konusunda teminat mı veriliyor? Buradan ilerlenerek, seçim süreci boyunca kimin daha ırkçı ve dinbaz olduğu konusunda yarış mı yaşanacak?
Binlerce yıllık köklere sahip erkek egemenliği sisteminin günümüzde kapitalizmle ilişkilenerek büründüğü yapısının ortaya çıktığı her haliyle tasfiyeye zorlanacağı, her türden cins ayrımcılığının suç sayılacağı, kadınların kıyafetlerine karışılamayacağı bir demokratik cumhuriyet günümüzün acil ihtiyacıdır. Gelişmeler gösteriyor ki, demokratik cumhuriyetin kuruluş sürecinin öncü aktörlerinden birisi de kadınlar olacak!
Son hamle ise, ABD ziyareti oldu.
Ziyaretin, önceki her lider adayında olduğu gibi, ABD’den “vize” alma amacıyla olmayacağı konusunda defalarca teminat verilse ve sadece kimi “bilimsel yeniliklerin” izleneceği söylense de, pekala online ortamlarda da izlenip öğrenilebilecek şeyler için ABD’ye gitmek oldukça ilginç! O arada, gezi sırasında Clinton, Obama ve en son Biden’nın arkasında duran bir “derin” ekibin düzenlediği bir toplantı yapıldı ve bu toplantıya Biden iktidarının kimi yetkililerinin de katılmış olması, ziyareti daha da ilginç yaptı! Gezi sonrasında iktidara yapılan “Ukrayna’yı daha güçlü destekleme” çağrısıyla da ilginçlikler serisi tamamlamış oldu!
AKP kanadı ise, seçim sürecinde sadece devlet şiddetiyle yol almakla yetinmeyeceğini, ek olarak binbir şeytanlığı da devreye sokacağını yaptığı bazı hamlelerle hepimize gösterdi.
İlki, Feyzioğlu’nun Kuzey Kıbrıs’a büyükelçi atanmasıdır.
Sürekli “tutarsızlıkla” suçlanan Feyzioğlu aslında gayet tutarlıca davranıyor, dedesinden devraldığı ilgili devlet fraksiyonunun bayrağını taşıyıp ailesinin tutumunu sürdürüyor.
Dede Feyzioğlu, Ecevit’in CHP’deki “Ortanın Solu” açılımını tasfiye etmek isteyen devlet fraksiyonlarının yönlendirmesiyle CHP’yi bölmüş ve oy sayısı olarak etkisiz olsa da siyasi dengeler açısından “Milliyetçi Cephe” hükümetinin meşruluğunu arttırıcı rol oynayarak, Ecevit’in iktidarlaşmasının önünü tıkamayı başarmıştı. Dedesi, ödül olarak halk düşmanı MC hükümetinde “Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı” olan torun Fevzioğlu, günümüzde dedesinden devraldığı “bayrağı” taşıyarak, kumarhane, fuhuş ve her türlü vurgunculuğun üssü haline sokulan adada “Türk devlet aklının” egemenliğinin sürebilmesinin, hatta mümkünse adanın doğrudan ilhakının koşullarını oluşturmaya çalışacaktır. Olay bu kadar açıkken sürekli “tutarsızlık” edebiyatı yapmak, devletin “mahrem” yerlerine incir yaprağı koymaktan başka nedir? Aslında gayet tutarlı davranan Feyzioğlu üzerinde gevelik yaparak gerçekte yürütülen ilhak operasyonuna destek olmak yerine, “bağımsız, birleşik, demokratik bir Kıbrıs” için mücadele etmek gerekiyor.
Gezi ve 17-25 Aralık skandalı sonrasında iktidardaki ortağını (cemaati) kaybedip yalnızlaşan Erdoğan, güç yetmezliği yaşayıp denge kaybına uğrayınca yeni ortak olarak eski ortağı cemaatle birlikte operasyon yaptığı “Ergenekon” olarak isimlendirilen devlet fraksiyonuyla ittifaka yönelmişti. Öyle ya, burjuva politikasında “Dün dündür, bugün de bugün!”, önemli olan dalgalı denizde batmadan gemiyi menzile doğru ilerletebilmektir!
İşte, yeni ittifakın kuruluş sürecinde, Erdoğan’la o dönem Silivri’de tutuklu generaller arasında yapılan “pazarlık” görüşmelerinde “aracı” olan Feyzioğlu, halen iktidarda olan bu “düşman kardeşler” ittifakının aktörlerinden birisidir. İttifakın iki kanadının da bir biçimde “ilhak etme” niyetinde olduğu açık olan Kıbrıs’a elçi olarak atanması ise, rastgele değil bilinçli bir hamledir. Olası ilhak süreci, hem iktidardaki ittifakının devamı için meşruiyet üretecek hem de şimdi sıkışan Erdoğan’a şovenizmi kışkırtarak destek kazanma imkanı sağlayacaktır. Anlaşılan o ki, Suriye ve Irak’a “giriş” için şimdilik vize alamayan, Yunanistan’la savaşmanın aşılması zor engellerini gören iktidar alanı, desteğini arttırabilmek için ihtiyaç duyduğu şovenizmi içinde besleyip büyütebileceği bir alan olarak Kıbrıs’ı gözüne kestirmiştir.
O arada, geçmişte yaşadığı “Albaylar Cuntası” gerçekliğinden sonra darbenin arkasındaki ABD ile değil AB ile daha yoğun ilişkilenen Yunanistan, son hükümetiyle adeta bir “U dönüşü” yaparak ABD ile neredeyse iç içe geçiyor. Yunanistan, Mısır’la yaptığı açık denizlerle ilgili anlaşmayla, benzeri bir anlaşmayı Libya ile yapan Türkiye ile gerilimi yükseltmeye karar vermiş görünüyor. Her iki ülkenin egemenleri, egemen olabilmek için şovenizmi kışkırtmayı kararlaştırmış durumdalar.
Önceden hazırlığı yapılmış olsa da Ekim ayının başında kamuoyuna sunulan “Alevi açılımı” ise, Aydınlık gazetesinden aldığı açık desteğe bakılırsa, yine iktidar ortağı “Ergenekon” fraksiyonuyla ortaklaşa kotarılmış olmalıdır. Buradaki amaç, yükselmesi beklenen halk muhalefetinin besleyici damarlarından biri olan Alevi yurttaşları devlet-iktidar zemininde konsolide etmektir. Görünüşte şimdiye dek kamusal alanda yok sayılan Alevi kimliğine yer verme “maskesi” takan bu sözde açılım, esas olarak Aleviliğin içini boşaltarak asimile etme girişimidir. Asimilasyon aracı olarak ise, sadece “sopa” değil, “para” da kullanılmakta, kimliğini satma karşılığında maaşa bağlanacak uğursuzlar üzerinden yol almak istenmektedir. Sonuç olarak, Aleviler bölünenecek, devlet dostu-devlet düşmanı ikiliği yaratılarak iktidara oyun alanı açılacaktır. Bu bölünmede ilk elden öne çıkan kimi Alevilerin iktidar ortağı “Ergenekon” bağlantılı olmaları yüksek ihtimaldir.
Ek olarak, sürekli köpürtülerek düşmanlaştırılan bazı alanlar, seçim sürecinde yapılabilecek linç girişimleri için hedef haline sokulmaktadır. Kürtler ve kadınlar üzerinden yürütülen ve sonuç alan “düşman yaratma” alçaklığı, son dönemlerde göçmenler ve LGBTİ+ bireylere yayıldı, yetmemiş olacak ki köpekler de hedef haline sokuluyor. Uygulanan politikalarla sürekli daha fazla yoksullaştırılan toplumsal güçler parçalanmakta, Sünni, Türk, erkek bir “egemen güç” yaratılarak, bu kesimler sahte bir “egemenlik” üzerinden pasifize edilip iktidara yedeklenirken, geri kalan toplum kesimleri aşağılanmakta, her türlü şiddetin uygulanabileceği “meşru” hedeflere dönüştürülmektedir. Hedef haline sokulan toplumsal kesimlere boyun eğmek, biat etmek ya da linç edilmek seçenekleri dayatılmaktadır.
Başörtüsü tartışmalarıyla gölgelenerek apar topar çıkarılan sansür yasası ise, seçim sürecinde ülkeye çökertmeye çalışacakları karanlığı aydınlatacak en ufak bir ışığı bile hızla karanlığa boğmayı hedeflediklerini gösteriyor. Yasa, şayet uygulanabilirse, faşizmin kurumsallaşması sürecinin en önemli dönemeçlerinden birisi aşılmış olacaktır.
Evet, şeytanın dansının figürleri: Baskı, ilhakçılık, hile, çürüme, sansür, dezenformasyon, dinbazlık, vurgunculuk, kadın cinayetlerinin artması, LGBTİ+ bireyler ve göçmenlere linç, köpek katliamları!
Dansın sürekliliği, etkisi ve çekim gücü olabilmesi için benzeri yeni figürlerin de zamanla devreye sokulacağından emin olabiliriz.
Topluma karşı savaş açtılar!
Soldan beklenen hamle “Emek ve Özgürlük İttifakı” olarak kendisini ilan etti.
İttifak, herhangi bir sübjektivizm ya da rastlantısallığın ürünü değil; tam tersine, içinde olduğumuz siyasal ve toplumsal gerçekliğin içinden belirlenerek çıkıp geliyor. Üstelik, kendisini var eden nesnelliğin şimdiki kaotik yapısı, ittifaka içinde oluştuğu kaotik çıkmazdan ve o çıkmazı yapılandıran tarihsel ve siyasal zeminden bir devrimci, demokratik kopuş ve siyasal ve toplumsal yaşamı halkın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırma imkanı da veriyor.
Ülkede yaşanan güncel gelişmelerde sermaye ve devletin egemenliğinin kendi ihtiyaçları üzerinden belirledikleri yönelimler, eğilimler (topluma nüfuz etme kapasitelerinin tarihsel derinliği ve güncel gücü üzerinden) önde ve belirleyici olsalar da sermaye sistemi tarafından yoksullaştırılan ve hatta yok sayılan toplumsal güçlerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaptıkları mücadeleler de var! İki zıt yönelim, iç içe geçerek, çarpışarak ya da uzlaşarak ve doğal olarak yüksek gerginlik üreterek bir arada gerçekleşiyor.
Egemenlerin yönelimi, zora düşen egemenliklerini sürdürebilmek için faşizmi kurumsallaştırmak! Sürekli daha derine bastırıldığı yoksulluk bataklığında ihtiyaçları için mücadele eden halk güçleri ise, yoksullaştırılmanın en son geldiği aşamada türlü çeşitli biçimlerde ellerinden alınmak istenen yaşama hakkına sahip çıkmak, yaşamak için gereken temel ihtiyaçlarını egemenlerinden elinden çekip almak, kendisine yaşam alanı yaratmak istiyor!
İşçiler, Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler, doğa savunucuları başta olmak üzere bütün halk güçleri, yükselip alçalan dalgalar halinde hareket halinde ve bu hareketleri sayesinde egemenlere rağmen kimi fiili meşru kazanımlar elde ediyor.
Elbette her zaman kazanım olmuyor, hareket parçalı ve sırf güncel ihtiyaçlarla sınırlı bir zayıflık zaafıyla gerçekleştiği için ve mücadelenin doğası gereği zaman yenilgiler de yaşanıyor. Özellikle Kürtler ve kadınların süreklilik kazanan bir hareketlilikle inisiyatiflerini genişletip kazanımlarını arttırdıklarını; işçi sınıfının ise, henüz süreklilik kazanamayan ama sermaye ve devletin “yoksullaştırma” saldırısı yoğunlaştıkça güçlenip sertleşme potansiyeliyle yüklenen bir hareketlilik içinde olduğunu görüyoruz. Aleviler, deneye yoklaya ilerledikleri bir özel süreç içinde, tarihsel komünal köklerini korudukları bir yeniden oluş arayışındalar. Gençler, henüz kitlesellik ve süreklilik kazanamayan ama güç ve öfke biriktiren bir hareketlilik içindeler. Doğa savunucuları, sermayenin doğaya saldırdığı her yerde bir biçimde var oluyor ve oradaki saldıyı yavaşlatan ya da engelleyen bir direniş ekseni inşa ediyorlar.
İşte, HDP ve sosyalist partilerin ittifakı, tam da böylesi bir siyasal, toplumsal gerçekliğin içinde, ülkede yaşanan kaotik ortamda kendilerini var etme, yaşamlarını sürdürebilme mücadelesi veren toplumsal güçlerin mevcut dağınıklıklarını, tek başınalıklarını aşacakları halkçı, demokratik bir ittifak alanında ortaklaşmasını kolaylaştırmak amacıyla kuruldu. Bu ortaklaşmanın, ittifakın, bizzat varlığı ve hareketiyle ortaya çıkaracağı yeni güç alanlarını da arkasına alarak, yaşamın her alanında kendisini gösteren tıkanma ve çöküşlere, halkın iktidarlaşacağı bir yeni düzenle çözüm olmayı hedeflediği açıklandı. İttifakın açıklanan ilkeleri şimdilik halkın acil talepleriyle sınırlı olsa da zamanla içinde zaten barındırdığı devrimci yönelimleri bütünsel bir programa sıçratabilir. Olası bir demokratik cumhuriyet hedefi, halk güçlerinin ortaklaşarak iktidarlaşabileceği bir gerçek seçenek olarak nesnelliğin içinden çıkıp geliyor. Mücadele eden halk güçlerinin öncülüğünde kurulacak yeni cumhuriyetin onu kuran halkın iktidarlaşması olarak gerçekleşeceği açık değil mi?
İlk hedef, hepsi mevcut egemenlik sisteminin içinde sımsıkı konumlanan ve onun tıkanmışlığını taşıyan egemenlere ait siyasal alanın içinde yaşanan ve gürültüsü epey çok olsa da içi boş ve halkın sorunlarına hiçbir çözüm üretmeyen didişmeleri dışlamak, kendisine yoğunlaşmak ve halkın çıkarlarını esas alan bir fiili meşru güç alanı oluşturabilmek olmalıdır.
Böylesi bir halkçı devrimci alan, iktidarı ve muhalefetiyle halka sürekli yüklenen sistemin günlük işleyişine uyum sağlamayan, o “normallik” ve “günlük işleyişin” egemenler tarafından belirlendiğini ve halkın inisiyatif almasına kapalı olduğunun bilincini netçe yüklenen, sürekli üstüne gelen egemen düzenin günlük akışına karşı sürekli hamle ve dayatma yaparak kendi gündemini ve kendi ihtiyaçlarını kendisi belirleyen bir duruşu gereksiniyor. Bir kez daha vurgulayalım, sonuç alıcı duruş sadece ilke ve program ilanıyla sağlanamaz, ancak ve sadece halkın üstüne doğru güçlü bir tarzda akan iktidar öncülüğündeki sistemin akışına karşı sürekli hamle yaparak sağlanabilir. Hamlelerin toplumsal ve siyasal alanın tümüne yayılan zenginliği ve çeşitliliği ne kadar fazla olursa, kendisinde sistem karşıtlığını ne kadar daha derinden içerebilmişse ve zamanla yarışan ve yarışacak temposu ne kadar hızlıysa, o kadar güç kazanılabilecek ve bu gücün hareketiyle halkın özneleşeceği bir yeni iktidar alanı inşa edilebilecektir.
Özneleşen halk, mücadele süreci içinde kendisini kendisi yaratan bir halk gerçekliği, bir özel toplumsallıktır.
Halk, kendi gücüyle kendi güncel ve tarihsel ihtiyaçları için mücadele ettikçe, egemenlerin düşmanca saldırılarıyla yüzleşir ve kendi bağımsız ihtiyaçlarını ele geçirmesinin kendi elinde olduğunu görür. İşte, halkın özneleşmesi, halkın kendi gücüyle kendi ihtiyaçları için mücadele ettiği özel bir sürecin içinde belirlenerek oluşur. Halk, devamlılık kazanan mücadele süreci içinde, egemenlerin dokunulmaz kutsallıklar üretip onlar üzerinden yanılsamalar ve bilinç bulanıkları yaratarak inşa ettiği ve bütün toplumu içine hapsettiği etki alanından, sistemin boğucu ağlarından sıyrılıp çıkar ve toplumsal ve siyasal gerçeklikleri görerek, üstünde konumlanacağı kendi bağımsız sistem karşıtı zeminini oluşturur.
Halkın egemenlerce sarılıp sarmalanarak sisteme hapsedildiği ağlar tarihsel derinliğe sahiptir, güncel olarak da yaşamın bütün alanlarına yayılmış egemenlik araçlarıyla sürekli korunur ve güçlendirilir, içinden sıyrılıp çıkmak da çok zordur. Çıkış için, sürekli hareket ve sürekli hamle, güç dengelerini hesap etmek ama onlara teslim olmamak, tuzaklara düşmemek ve tersinden kurnaz olmak gerekir. İşte; “taktikte esneklik, prensipte bükülmezlik!”
Gerçekten de, hiçbir yaratıcı dokuya sahip olmayan rantiyeci sermayenin ve kriz içinde çırpınan devletin ülkeye dayattığı çok yönlü krizler, en başta halkın yoksullaştırılması olmak üzere, birçok kanaldan akan çöküş süreçlerini tetikliyor. Egemenler, bir çözüm gücü yaratamıyor, kendi yarattığı krizlerden çıkamıyor, sadece artan oranda yoksullaşma, şiddet ve çürüme üretiyor. Sermayenin ve devletin bütün yapısal zaaflarının iç içe geçtiğini, ortaya çıkan çürüme eğiliminin sürekli güç kazandığını görüyoruz.
İttifak, sermaye ve devletten bağımsız bir zemine ayaklarını basarak hareket ettikçe güç kazanarak çözüm gücü olabilir. Hareket, güncel düzeyde halkın acil ihtiyaçları için yaptığı mücadelelerle iç içe geçmekten başlayıp topyekun çöküş eğilimine giren sisteme, halkın iradesi olarak demokratik bir cumhuriyeti dayatıp egemenleştirmeye kadar uzanan bir alanda yaşanacaktır.
Tarihin somut tarihsel akışı, çoğu zaman güncelliği de belirleyen bir yapısal zeminin içinde yaşanır; yapı güçlüdür, güncel akış yapıyı aşma kapasitesine sahip değildir ve olup biten değişiklikler yapının içinde, onun varlığını sürdürdüğü zeminde yaşanır. Ama, öyle anlar olur ki, yapı içinde yaşananlar tarafından zayıflatılır ve bizzat yapıyı var eden temeller sarsılmaya başlar veya aynı sürecin başka bir yüzünde yapı üstüne yüklenen ağırlıkları taşıyamıyor, kendisini yenileyemiyor, kendi varlığının tarihsel sınırlarıyla yüzleşiyordur. İşte, böyle anlar tarihin sıçrama, yeniden yapılanma ihtiyacı insan-toplum iradesine “belirleyici” yol verir.
Türkiye, iki konumun birden var olduğu, eski sarsılırken yeniye ebelik yapacak gücün henüz istenir çapta ve güçte olamadığı ve dolayısıyla, tarihsel ömrü aslında biten bir egemenlik sisteminin içindekileri yoksullaştırarak, çürüterek ve hatta boğarak kendisini sürdüren bir bataklığa dönüştüğü bir tarihsel momentin içinde çırpınıyor.
Devlet krizi çözülemedikçe zaten bir müddettir kendisini var etmeye çalışan ulus krizi güç kazanıyor ve ülkede bölünme dinamikleri harekete geçiyor; artık tümüyle çapulculaşan egemenler tarafından inanılmaz bir arsızlıkla yağmalanan doğada ekolojik kriz derinleştiriliyor ve temiz hava, su, yeterli gıda gibi en temel ihtiyaçların karşılanamadığı bir gerçeklik oluşuyor; ekonomik kriz, halktan bir avuç zengine servet transferi artan hızda ve yoğunlukta sürdürülerek derinleştiriliyor ve halkın yoksullaşması bütün sınırları aşarak ilerliyor. Egemenler çözüm bulmaktan vaz geçmiş, devlet şiddeti ve halkı kandırma hedefli hilelerin iç içe geçtiği saldırılarla günü kurtarmaya çalışıyorlar. Kapitalist sistemin küresel düzeyde yaşadığı çok yönlü krizler de yerel egemenlerin çözüm gücü olma kapasitelerini baskılayıp, zayıflatıyor.
İşte günün sorusu: “Tarihin” başta işçi sınıfı ve tüm ezilenler olmak üzere halkı öne ittiği ve çözüm gücü olmaya zorladığı şimdiki tarihsel anda, Emek ve Özgürlük ittifakı omuzlarına yüklenen muazzam ağırlığı kaldırabilecek mi, üretim alanlarından yaşam alanlarına yayılan bir tarzda halkla kaynaşmak, iç içe geçmek, halkın hareketinin içinde olmak ve elbette gerektiğinde öne atılarak engelleri temizlemek başarılabilecek mi?
Evet, yük ağır, hem de çok ağır! Peki, devrimler veya tarihin yapısal dönüşüm anları da zaten normal koşullarda pekala ezilip sindirilebilecek halkın bütün bastırılmış isyan potansiyellerinin aniden fiilileştiği, cüret ve yaratıcıkla öne atıldığı özel anlar değil midir?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.