Sosyalistler katılımcılığın her bir sorunu çözeceğine inanır. Ama, apartman yönetiminden, kooparatiflere, sendika ve ODA’lardan derneklere kadar nerede ise tüm kurumsal deneyimlerde üyeler yönetime duyarsızlaşmıştır. Söz ve karar hakkını birilerine devrettiği bir düzlemde temel sorun, insanın kendine yabancılaşmasıdır. Sorun çözümünü de içinde barındırmaktadır: Politikleşme!
Babamı hiç o kadar üzgün görmemiştim. Evet çoğumuz gibi haksızlıklara uğramış, çok kere üzücü olaylar yaşamıştı ve hatta tehdit edilmiş, sürülmüş, suikast girişimi ile karşılaşmış, ekonomik cendere altında kalmış … üzgünken ona baktığında, üzüntülü görünüşünün yanı sıra öfkeyi de hissederdim, hatta her daim yüzünde bir gülümseme de olurdu (bu üç duyguyu nasıl bir arada suratında buluştururdu hiç anlayamamışımdır). O akşam sadece şaşkınlık eşlik ediyordu üzüntüsüne, kaygılanmıştım. Ne olduğunu sorduğumda, şahit olduğu bir rüşvet olayını anlattı. Ben anlamsız bir ses tonuyla “İlk kez mi gördün sanki” demiştim. “O zaman askerler vardı” diyebilmişti, kederle. Özal hükümetinin ilk günlerinde yaşanmıştı bu olay. Belli ki 12 Eylül geçip gittiğinde, hükümetin sivilleşmesiyle her şeyin düzeleceğine inanıyordu. Gördüklerine bir daha hiç şaşmadı! SHP’nin belediyeleri alması onu biraz umutllandırmıştı… Kısa bir zaman zarfında askerlerin yaratmış olduğu perspektifin kamuya yapışmış olduğunu farketti… Kamu çalışanları sendikal hareketi onu içten içe kamusal dayanışmanın yükseleceğine dair umutlandırdı… Aralık 94 genel grevinde binlerle birlikte haykırdığı “Söz, yetki, karar çalışana” sözlerinin sadece slogan olduğunu kısa sürede anladı ve emekli oldu.
Babam da pek çok akranı gibi, [henüz kurulmadan[1] “özel sektör eliyle” gelişeceğini ilan etmiş olan Cumhuriyetin, “yeni kapitalist doğurma” aracı olarak tasarladığı] KİT’leri, kamusal bir varlık olarak benimsemişti. Onun gözünde kamu, toplumun her kesiminin çıkarlarını devletle buluşturan kutsal bir olguydu. Cumhuriyetin devletçilik ilkesini bize özgü, dünyada başka bir yerde olmayan öznel bir biçem olarak algıladığı için, yüz elli yıldır devlet eliyle yaratılmaya çalışılan[2] “türedi zenginler” mefhumunu, hep yozlaşma; devleti içten içe çürüten enfeksiyon olarak gördü.
Aslında, ülkemizde yürütülen özelleştirme politikalarının, kapitalizmin beşiğinde yaşama geçen neoliberalizme denk gelmesi tesadüftü. Egemenlerin 20’li yıllarda denediği ve sermaye birikiminin yetersizliği teşhisiyle rafa kaldırdığı pür kapitalist model, (egemenlerin) ilkel sermaye birikim sürecinin tamamlandığına ve bundan sonrasında devletin olağan rolüne geri çekilmesi gerektiğine karar vermesi ile raftan indirildi. 60’lı yıllarda ekonominin özel sektöre kaydırılması DPT gözetiminde kademeli olarak planlandı. I. plan ile pek çok sektörde kamunun yatırımları azaltılmış ve bilinçli olarak özel sermayeye yer açılmıştır. Hatta sermaye birikimi için teşvik sistemleri geliştirilmiştir. Yani dünya 70li yıllarda (neo)liberal politikalara yelken açmadan önce Türkiye’de kapitalist sisteme yumuşak geçiş için adımlar atılmaya başlamıştı. Gerçekten de 20’li yıllardan farklı olarak geride bırakılan 30 yılda dikkate değer sermaye birikiminin oluştuğunu sabit sermaye yatırımlarının gelişiminden de görülebilir.
KİT’lerin doğrudan özelleştirilmemesinin nedeni onları işletebilecek burjuva kültürünün henüz oluşmamış olmasının yanı sıra toplumun özellikle bürokrasinin ”devletçilik” geleneğine sıkı sıkıya bağlı olmasının yarattığı dirençtir[3]. Nihayetinde ülkedeki istihdamın büyük bir kısmı KİT ya da kamu kurumları üzerinden yaratılıyordu. Ve ekonominin içinde kamu payı bir anda değişemeyecek kadar büyüktü. Planlama dönemleri boyunca bir yandan kamu yatırımları azaltılırken, diğer yandan KİT’lere sirayet eden yozlaşma (yolsuzluk, kayırmacılık, kötü yönetim…) ile toplumun algıları değiştirildi. Özelleştirme tartışılmaya başlandığı dönemde kötü yönetilen, hizmet üretim süreçlerinde sıkıntılar yaşanan pek çoğunda rüşvetsiz iş yapılamayan kurumlar… Ve nihayetinde toplumun azımsanmayacak bir kesiminde KİT’lere karşı tepki söz konusu oluşmuştu. Yine de çalışanların çokluğu ve karşı duruşunun yanı sıra önemli bir kesimin karma ekonomiyi savunması özelleştirmeye karşı ciddi bir direnç oluşturdu. Ancak neoliberalizmin geliştirdiği yeni istihdam biçimleri (taşeron işçi, sözleşmeli memur, esnek çalışma…) çalışanların birliğini zayıflattı, zaman içerisinde de direncin kırılmasına vesile oldu. 80’lerde 12 Eylül rejimini de arkasına alarak başlayan özelleştirme furyası[4], 90’larda tüm psikolojik engellerin yıkılmasıyla milenyum sonrası zirve yaptı. Dolayısıyla devletin regülasyonu AKP hükümetine kaldı.
Özelleştirmenin neredeyse tamamlandığı günümüzde toplumun geniş kesimleri üzerinde eğitimden, sağlıktan temel ihtiyaçlara (gıda, enerji, ulaşım, iletişim, su, barınma vb.) kamusal alanın dışına çıkarılmış mal ve hizmet üretiminin olumsuz etkisi hissedilmesinin sonucu olarak kamulaştırma tartışmaları gündemimizde yoğunluk kazanmaktadır. Bu tartışmaların üretim ilişkileri dikkate alınmadan yapılıyor olması ilginçtir; sanki, karma ekonomi ya da devlet kapitalizmi mümkün olan bir sistemdir. Sanki komünizmden gayri sınıfsız bir toplum olabilirmiş gibi kamulaştırma, yeniden kamusallık gibi kavramlar ve modeller tartışılmaktadır.
Aslında bugün biz devletleştirmeyi tartışırken, farkında olmadan geleceğin rant paylaşımının, yeni sermaye aktarımlarının zeminini hazırlamaktayız. Unutmayalım, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya, Arnavutluk gibi yaşanmışlıklara baktığımızda toplumun (işçi sınıfının, köylülüğün, halkın vs.) adına üretim araçlarının devletin olması ne Lenin’in dile getirdiği gerçek demokrasiyi ne de toplumun üretim araçlarını sahiplenmesini sağlamıştır.
Sosyalistler katılımcılığın her bir sorunu çözeceğine inanır. Ama, apartman yönetiminden, kooparatiflere, sendika ve ODA’lardan derneklere kadar nerede ise tüm kurumsal deneyimlerde üyeler yönetime duyarsızlaşmıştır. Söz ve karar hakkını birilerine devrettiği bir düzlemde temel sorun, insanın kendine yabancılaşmasıdır. Sorun çözümünü de içinde barındırmaktadır: Politikleşme!
Tartışılması gereken şey sistemdir: Kapitalizme karşı komünizm!
Özelleştirilen kurum ve hizmetlerin bir çoğundan devlet desteği kalkarsa batacaklarını ön görmek falcılık olmasa gerek. Kamulaştırma yapabilecek bir erk elde edilebilirse o şirketlere kaynak aktarmak yerine, sadece faaliyetlerini kamunun çıkarı doğrultusunda yapması sağlanmalıdır. haksız kazanç, fahiş kar hadleri engellenmelidir. Gerekirse toplumsal mülkiyetle yeni kurumların oluşması sağlanmalıdır.
Yani liberallerin [bir farkla] dediği gibi “Bırakınız yapsınlar, bırakınız batsınlar!”
[1] İzmir İktisat Kongresi
[2] Aslında işi doğallığına bıraksalar kendiliğinden kapitalizm gelişecekti belki. Ama ‘içimizdeki düşman’ türk olmayan burjuvalara katlanamayacağımız için yöneticiler asimetrik iki temel görev yüklendi bir yandan tasfiye diğer yandan inşaa
[3] Örneğin, açılan özel üniversitelerin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılması.
[4] Öncesinde özelleştirilen kurum, mal ve hizmetler bulunmaktadır. Ancak, kamuoyunun dikkatini çekmemiştir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.