akp’liler esnaftan oy isteme turu yaparken, biri, “bir tutuklumuz vardır,” demiş. “onu salmanız mümkün olursa, oyum sizindir.” akp’li kalem kâğıt çıkarmış: “elimizden geleni yaparız, adı nedir?” adam, “abdullah öcalan,” diye cevap vermiş. cesaret, ümit ve mizah dayanma gücü veriyor
en çok konuşulan masa çözüm masası
her ailenin en az bir kayıp verdiği ama kimsenin kolay kolay o yoldan dönmediği bu ülkede halkı, haklı olmanın umudu ayakta tutmuyor sadece; siyasi faaliyetlerin, toplumsal mücadelelerin ya da stk’lerin -ki bunlardan tamamından “çalışmalar” olarak söz ediliyor- yarattığı değişim, başka şeylerin de değişebileceğini gösteriyor. kürt özgürlük hareketi, bir gün gerçekleşecek bir siyasal sıçramanın sebep olacağı muazzam bir dönüşümü vaat etmiyor, eğrisiyle doğrusuyla, bir kurucu iradenin adım adım, neleri değiştirebileceğini gösteriyor. burada siyaset özgürleşme anlamına geliyor.
burada siyaset başka açılardan da farklı ele alınıyor. mesela şu malum “araya mesafe koyma” konusu. her aileden en az bir kişinin katıldığı yapıdan söz ederken, en eleştirel olanların bile, mesafeli konuşmaması anlaşılır bir durum değil mi? burada şehit başka anlama geliyor ama türklerdeki yaygın anlayıştan farklı bir tutum var; gerçek bir hüzünle, “türk gençlere de yazık oluyor,” deniyor sık sık. çünkü savaş herkesin hayatının içinde, herkes evlat, eş, yeğen acısının nasıl bir şey olduğunu biliyor.
ahmet türk’ün evinde dinlediğim bir anekdotu aktarayım. akp’liler esnaftan oy isteme turu yaparken, biri, “bir tutuklumuz vardır,” demiş. “onu salmanız mümkün olursa, oyum sizindir.” akp’li kalem kâğıt çıkarmış: “elimizden geleni yaparız, adı nedir?” adam, “abdullah öcalan,” diye cevap vermiş. cesaret, ümit ve mizah dayanma gücü veriyor.
en azından benim görüştüğüm, sohbet ettiğim çevrelerde seçimler, siyasi sohbetlerin merkezinde yer almıyor. altılı masaya güvenen az, muhtemel bir çözüm masasının daha fazla ilgi çektiğini söylemek yanlış olmaz. bütün bunların yanında, deva’nın bölgede çalışma yürüttüğü ve geçmişte akp’ye giden oyları alabileceği söyleniyor.
hatırlarsınız, akp’nin elinde olan büyükşehir belediyelerini kaybettiği, istanbul seçimlerinin tekrar edildiği 2019 yerel seçimlerinde hdp üç büyükşehir belediyesini kazanmıştı. yerel yönetimler yukarıda andığım kurucu iradenin en fazla yaşam bulduğu alan. kimi uygulamalar halktan ve demokratik kitle örgütlerinden eleştiri alsa da sosyal belediyecilik konusunda örnek işler yaptıklarını herkes kabul ediyor.
yine hatırlarsınız, seçimden dört ay sonra bu belediyelere kayyım atandı, kimi eşbaşkanlar tutuklandı, kimileri ceza adı. mardin büyükşehir belediyesi eşbaşkanları figen altındağ ve ahmet türk halen mardin’de yaşıyorlar; ya da yaşayabiliyorlar demek daha doğru.
figen altındağ, siyasete ve özellikle kadınlar için yürütülen birçok faaliyete katılmayı sürdürüyor. ahmet türk’ün evini, ona akıl danışmak isteyen, aileler ve kişiler arasındaki çeşitli gerilimlerde uzlaşma sağlamasını rica edenler boş bırakmıyor. kayyım, belediyelerin, kadınlara, yoksullara destek olan “sosyal” yanını tırpanlarken halk her meselede, seçilmiş eşbaşkanların etrafında oluşan kurumlara başvuruyor. önceki gün gülizar ipek, kadın kurumlarını anlatmıştı, bugün dilek akkuş berkpınar diyarbakır’daki sarmaşık yoksullukla mücadele ve sürdürülebilir kalkınma derneği’ni anlatıyor. sarmaşık’ın bir benzeri reyhan derneği, mardin’de de açılmıştı ama ikisi de kayyımlar tarafından kapatılmış. dilek akkuş berkpınar’ın anlattıklarında da göreceğiniz gibi sadaka kültürüne prim vermeden yoksullukla ilgili çalışma konusunda bu çalışmalar önemli bir örnek teşkil ediyor. önceki yazıda söylediğim şeyi tekrar edeyim; kayyımlar irade gaspından çok daha fazlasını ifade ediyor ve demokratik mekanizmaların işlevsizleşmesinden çok daha farklı sonuçları var. hani kayyımlar konusunda sessiz kalanlara “bir gün sizin de başınıza gelebilir” diyoruz ya, bu ihtimal var ama sonuçları buradaki kadar ağır olmaz çünkü işlevi bu kadar fazla değil.
figen altındağ: kadın olarak yaşadığım baskılarla mücadele de siyasetti
mardin’in sarı taşlarla inşa edilmiş yapıların oluşturduğu mimari dokusunu bozan betonarme binalar yıkılıyor. bu şehrin dokusunu korumakla birlikte o binalarda yaşayan yoksulları mağdur ediyor.
mardin büyükşehir belediyesi eşbaşkanı figen altındağ’la, onun doğduğu, bugün bir kafe olan binada sohbet ediyoruz. o binanın, bir zamanlar yemek yapılan, çocuk büyütülen bir ev olduğunu hayal etmek güç. altındağ kendisini şöyle tanıtıyor: “mardin doğumluyum, hem kürt hem de arap kökenliyim. şanslı mıyım bilmiyorum, arap kimliğimle de siyasetin içinde var olmaya çalışıyorum. ben burada doğduktan sonra babamın görevi nedeniyle önce antep’e, daha sonra adana’ya yerleştik ama buranın kültüründen asla kopmadık. daha sonra, 1996’da işim nedeniyle buraya yerleştim. bir kurumda görevliydim, kooperatif müdürlüğü yapıyordum. daha sonra, emekli olduktan sonra çeşitli kurumlarda, çeşitli stk’lerde, insan hakları derneği’nde görev aldım. şimdi de aktif siyasetin içindeyim.” altındağ 2019 yerel seçimlerinde eşbaşkanlığa seçilmiş. “adaylıktan sonra bizim için uzun bir yolculuk başladı. ben de o yolculuğun içerisinde bazen hayretler içinde kaldım, bazen de özellikle böyle bir bölgede yaşayan kadınların yaşadığı zorluklarının içerisinde yer aldım. mücadeleci bir yapım var. zorlukları ilk kez siyasette görmedim. bir kadın olarak eril erkeğin kadınlara yönelik baskılarını da birebir yaşadım, çalıştığım kurumlarda sürgün benzeri sıkıntılara o kadar çok maruz kaldık ki… oradaki mücadelem de bir siyaset alanıydı esasında. şimdi aktif siyaset içindeyim derken onu anlatmaya çalışıyorum. kadınlar doğrudan siyaset yapıyor artık.”
kayyım neyi değiştirdi? “bizim için de esas olan o dört duvar değildir, dört duvarın dışında da siyaset var, zaten bunu yürütüyoruz hâlâ,” dedi. mardin’in yeni belediye başkanı mahmut demirtaş kırşehir’de dünyaya gelmiş, liseyi bitirene kadar yozgat’ta okumuş, sonra ankara’da üniversiteyi bitirmiş, mardin’e önce vali, sonra da kayyım olarak atanmış bir bürokrat. kenti ne kadar tanıyabilir?
oysa ahmet türk şehrin simgelerinden biri, figen altındağ ise mardin’in her sokağında tanınıyor, etkinliklere davet ediliyor. “geçmişten beri ailemin bir siyasi kimliği vardı bu bölgede. ikincisi, yerel seçimlerden sonra dört aylık bir zaman diliminde belediyecilik alanında çalışmaya yaptık, kayyım atandığında beni tanımayan insanlar da tanımaya başlamıştı. kayyımın atanma şekli, zihniyeti, anlayışı toplum tarafından bugüne kadar hep tartışıldı… daha önceki sohbetlerimizde mardin’in doku taşlarından biri de bendim diyordum ve gerçekten de buranın en çok doku taşlarıyla oynadılar. buranın var olan güzelliklerinin, kültürünün bütün değerleriyle oynadılar. burayı bizden daha iyi tanıyor olamazlardı zaten. bugün bizim düşüncelerimiz projelerimiz belki hayata geçmiyor ama farklı anlamda toplumla iç içe olarak bunları anlatmaya çalışıyoruz, var olan değerleri koruma anlamında el birliğiyle mücadele ediyoruz.”
“halkla iç içeyiz,” dedi altındağ. “gerek mahallelerde gerek köylerde bir araya geliyoruz. hem kayyum zihniyetini anlatmaya çalışıyoruz, yapmış olduğu tahribatları anlatmaya çalışıyoruz. bir kentin dokusuyla ancak bu kadar oynanabilir, halk bunu görüyor, bu yapılanları görüyor. kayyımın tahribatı en çok kadınlar noktasında oldu, biliyorsunuz. kadınların geçmişten bugüne var olan emeğini talan etti, yerel kurumları o kadar değişik isimler adı altında şekillendirdi ki. yeni açılanlar kadınlara cevap olabilecek yerler değil. böyle bir çiçek bir böcek ortamı var, bunlar kadına ne kadar hitap edebilir. bizim dönemimizde de kadın kurumlarına yönelik çok ciddi saldırılar oldu, bugün hiçbirini bulamıyoruz, göremiyoruz. geçmişte kadın politikaları daire başkanlığımız vardı. o kurumun başında bu konumun içini dolduracak çok değerli bir kadın arkadaşımız vardı. o kadın arkadaşımızın yerine, kadın politikaları daire başkanlığı dediğimiz kurumun başına bir erkek getirdiler. oysaki o kurum yok sayılan sokaklara atılan, taciz tecavüze maruz kalan kadınlara açılmış büyük kapıydı.”
figen altındağ, yeni bir çözüm sürecinden umutlu, “bu çok önemli,” dedi, “hele bizim bölgede uzun yıllardır ödenen o kadar kıymetli bedeller var ki. artık bugünden sonra hakikaten o çözüm sürecinin dondurulmuş şekliyle kalmayacağına inanıyorum. ben hep bu umutla yaşadım, umudum yine var. bir şekilde bir tıkanmışlık var, kürtler olmadan kürt meselesinin çözümü olmadan ve hele hele geldiğimiz süreçte de ekonominin artık son noktaya geldiği bu zaman diliminde, bu sürecin tekrar gündeme geleceğine inanıyorum ben.”
Sarmaşık Derneği sosyal uzmanı Dilek Akkuş Berkpınar: Çözüm yoksulluğu yönetmekte değil, yok etmeye ilişkin politikalarda yatıyor
“Sarmaşık Derneği, özellikle 90’lı yıllarda Diyarbakır’a yönelen zorunlu göçün ve üretimsel anlamda geri kalmışlığın toplum üzerindeki etkilerini sosyoekonomik açıdan araştırmak ve raporlamak amacıyla 2006 yılı Nisan’ında kurulan bir sivil toplum örgütüdür. Dezavantajlı gruplar (işsizler, kadınlar, çocuklar, engelliler vd.) başta olmak üzere, özellikle de açlık riski ile karşı karşıya bulunanların durumlarını iyileştirebilecek projeler uygulama önceliğiyle Diyarbakır’daki Büyükşehir Belediyesi, Sivil Toplum Kuruluşları, Sanayici ve İşadamları Dernekleri ve Meslek Birliklerinden ve 32 kurucu üyenin bir araya gelerek kurdukları yoksullukla mücadele ve kalkınma odaklı çalışmalar yürüten bir platformdu.
Sarmaşık 22 Kasım 2016 tarihli ve 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapısına mühür vurulan 550 dernek arasında yer aldı. Kapatılması en fazla tepki çeken kuruluşlardan biriydi Sarmaşık. Bu tepkinin ardında, derneğin mühürlenmesi ile birlikte 5 bin 400 aile yani 32 bin insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Derneğin öncelikli hedef kentin yoksulluk haritasını çıkararak yoksulluğun giderilmesine katkı sunmaktı. Dernek kurulduktan hemen sonra bu amaç doğrultusunda ilk saha araştırmasını başlattı. Kentin ‘yoksulluk haritasını’ çıkarmak için yapılan sosyoekonomik incelemede Diyarbakır genelinde 20 bin ailenin açlık düzeyinde acil gıda yardımına ihtiyacı olduğunu tespit ettik. Bundan hareketle ‘El açtırmayalım, el ele verelim’ sloganı ile 15 Mayıs 2007 tarihinde SARMAŞIK Gıda Bankası kuruldu. Gıda Bankası ekonomik açıdan zor durumdaki ailelere, üretim mekanizmalarının dışında kalan yaşlılara, engellilere, eşinden ayrılmış ya da eşi ölmüş, çocuk sahibi kişilere, sürekli tedavi gerektiren hastalara, (hiçbir ayrım gözetmeksizin) tutuklulara destek sundu.
Gıda Bankası ile Diyarbakır’da ikamet eden ve temel gıda maddelerini karşılamakta güçlük çeken açlık sınırındaki yoksul insanlara adil yöntemlerle gıda desteğinde bulunmayı amaçlamıştık. Diğer yandan da sosyoekonomik açıdan yardım yapabilecek kişi, kurum, grup ya da sivil toplum örgütleri arasında dayanışma, yardımlaşma ve iş üretme kültürünün yaygınlaştırılması hedeflerimiz arasındaydı. Bu amaç ve hedefe büyük bir oranda ulaştık diyebiliriz.
Derneğimizin en önemli ve ayırt edici özelliği, desteklerin gıda bankası üzerinden yaparken insanların damgalanması veya teşhirine neden olabilecek uygulamalardan kaçınmasıydı. Bu doğrultuda dernek logosu poşetlerde kullanılmıyordu. Ayrıca desteklenen aile ve kişilere gıda bankasında kullanabilecekleri kendi adlarına tanımlı kart verilerek her ay düzenli olarak kendi özgün ihtiyaçlarına göre hareket etmeleri sağlanıyordu.
Diğer önemli bir çalışma da şuydu; Sarmaşık Derneği desteklediği ailelerde hem çocukların okul süreçlerine destek veriyor hem de aile bireylerini güçlendirmeye çalışıyordu. Ayrıca kadınlara ve gençlere dönük mesleki eğitim kurslarının verilmesi yoksullukla mücadele kapsamında yaptığımız çalışmalar kapsamında yer alıyordu.
SARMAŞIK Derneği yararlanıcılarının yüzde 94’ü kadınlardan oluşmaktaydı. Yani yaklaşık 26 bin kadın AÇLIK RİSKİYLE karşı karşıyaydı. Yoksulluk elbette sadece kadınları ilgilendiren bir sorun değildir. Ancak kadınlar ve erkekler yoksulluğu farklı bir biçimde yaşamakta, yoksulluk süreci kadını ve erkeği farklı biçimde etkilemektedir. Kadın yoksulluğu çok boyutlu bir sorundur ve ‘Kadın yoksulluğu’ kendi başına bir kavramdır. Evdeki kadın üretime dahil olamıyor çünkü evdeki yaşlı, hasta ve çocuğuna bakmakla yükümlü. Üretime dahil olmak istese bile iş bulamamak gibi bir sorunla karşı karşıya gelmekte. Kadınların işgücüne katılımının düşük olması ve bunun da kadın yoksulluğunu artırması önemli bir durumdur. Göçlerle beraber değişen roller oldu. Köyünde üreten kadın, zorunlu göçle beraber yerinden, yurdundan edilip kentin varoşlarına sıkıştırılmıştır. Sadece yaşadığı yere değil kendine de yabancılaştırılmıştır. Üreten ve özne konumundayken bir anda pasif ve bağımlı konuma düşürülmüştür. Aynı zamanda toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler kadınların eğitim, sağlık, barınma, istihdam vb. alanlarda erkeklerden daha az kaynak ve fırsata ulaşmasına neden olmaktadır. Yoksulluk kadına şiddeti getiriyor. Şiddet yoksulluğu derinleştiriyor. Sistem insanları kapısının önünde kuyruk yaptırma kültürü yaratmış. Bu bağımlı kılma politikasında muhatabın yine sadece kadın olması düşündürücüdür.
Son olarak; Sosyal hizmet sunumuna daha insani, özgün bir yorum getiren ve kabul gören bir modele ulaşan SARMAŞIK Gıda Bankası’nda asıl derdimiz yoksulluğun bir kader olmadığı gerçeğini gündemleştirebilmekti ve sanırım bunu başarmıştık.”
İzlenimler… Düşünceler…
Ahmet Türk birçok değerlendirme yaptığı bu röportajın başlığını kendisi önerdi. Onu kırmadım. Seçimden yoksulluğa izlenim ve düşünceleri var bu görüşmede.
Seçim sürecini nasıl görüyorsunuz?
Aslında geçmişte bu konuda çok ciddi endişelerim vardı. Bunlar iktidarı ne olursa olsun bırakmamak için her türlü provokasyona açık bir siyaset izleyebilir, bazı provokasyonlar gerçekleştirilebilir ve iç düşman, dış düşman diyerek farklı bir noktaya taşıyabilir, diye düşünüyordum. Ama son dönemde, beş altı aylık bir sürece baktığımız zaman artık Türkiye’de seçimi erteleme veyahut sonucunu tanımamak gibi bir durum içinde olamazlar diye düşünüyorum. Çünkü bürokraside müthiş bir çözülme var. Birçok kurumda artık bu işin gitmeyeceği konusunda bir inanç gelişti ve bu nedenle seçim sonuçlarını kabullenmek zorunda kalırlar diye düşünüyorum. Yani altı önce farklı düşünüyordum ama bugün geldiğimiz noktada, toplumdaki tepkiler, kurumlardaki yavaş yavaş çözülmeler ve Türkiye’nin hem dış siyasetinin iç siyasetteki ortaya koyduğu vahim sonuçlara bakarak artık hiçbir gücün bu iktidarı tutmak için farklı bir çalışma içinde olabileceğini düşünemiyorum, gelinen noktada. Ya işte görüyorsunuz yüzde doksanı yoksul bir ülkeye dönüştük. İçte dışta büyük sorunları var.
Dış politikada gerçekten tutarsız bir durum var; bir tarafta Amerika Avrupa’yla ilişkiler kurmak isterken diğer tarafta Avrasya Şangay toplantılarıyla tehdit eden, şantaj yapan bir ülke durumuna geldik, herkes bunu görüyor. Böyle bir politikanın toplum nezdinde kabullenilmesi mümkün değil. Ülkeyi yöneten insanların bu konuyu gerçekten kendi içlerinde tartıştıklarını düşünüyorum. Ama maalesef öyle bir korku imparatorluğu oluşturulmuş ki kimse fikrini söylemiyor. Yargıcından tutun generaline kadar. Herkes bir suskunluk içinde çünkü iki şey var; biri Kürtler. Demokrasi insan hakları adalet özgürlük dediği zaman terörist oluyor, diğeri de bir muhalif bir şey söylediği zaman Fetöcü oluyor. Ama dediğim gibi, seçimler yaklaştıkça saflar daha da belirginleşir, bugün kendi fikrini düşüncesini söylemekten korkan insanlar bu iktidarın artık sonu olduğunu görürlerse bence daha cesur bir duruş ortaya koyarlar diye düşünüyorum.
Kaybettiği takdirde şansı yok
AKP seçimi kaybetmesi halinde birinci muhalefet partisi olup devam eder mi siyaset mi yoksa yargılanma gibi bir ihtimal olabilir mi? AKP’nin geleceği konusunda bir öngörünüz var mı?
Bence AKP’nin kaybettiği takdirde fazla ayakta kalma şansı yok. Yani bugün bu söylentiler var, tabii gerçek olup olmadığını da tam bilemiyorum ama grubunun içinde bile büyük rahatsızlıklar var. Güç kaybettiği zaman herkes gemiyi terk eder, az bir kesim kalır. Çünkü bir siyasi parti bir inanç birliğidir, bir ideolojik birliktir, bir mücadele birliğidir. Burada öyle bir birlik yok aslında. Mesela bizim geleneğimize baktığımızda bir fikir birliği var, bir inanç birliği var, bir mücadele birliği var. Bu kadar darbe yememize rağmen hala ayaktayız. Eğer bizim yaşadıklarımızı bugün iktidar partisi yaşasaydı inanın ki ismi bile okunmazdı.
Yani içeriden de dağılır diyorsunuz?
Ayrıca isim vermeden söylüyorum, herkesten hesap sorulacağını da zannetmiyorum. (gülüyor)
Altılı masa ile ilgili endişelerimiz var
Sizin önemli bir sözünüz var: Kürtler kendilerine kalkan sopanın kimin elinde olduğunu umursamaz, demişsiniz. Kürt oylarının hem birlikte hareket edecek bilinçte olduğunu hem de epeyce blok olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin geleceği eğer altılı masa etrafında şekillenirse bu bir etmen olacak. Ne dersiniz?
Aslında orada bir mesaj vermeye çalıştık. Yani bugün sopa iktidarın elinde, AK Parti’nin elinde ve Kürtler bu sopadan bol bol nasibini alıyor. Ama eğer gerçekten demokratik bir Türkiye mücadelemizi görmemezlikten gelen bir muhalefet aynı şekilde davranırsa, sopanın kimin elinde olduğu önemli değil dedim yani bugün AK Parti gidiyorsa biz de sopayı alıp bir başkasının eline vermeyelim. Bu nedenle altılı masanın, muhalefetin gelecekle ilgili ne düşündüklerini net bir şekilde ortaya koymaları lazım. Bugün on binin üzerinde Kürt siyasetçi cezaevinde, fikirlerinden düşüncelerinden dolayı. Yarın ne olacak? Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü konusunda bugüne kadar herhangi bir mesaj ortaya çıkmadı. Bugün altılı masaya baktığımız zaman ideolojik olarak birbirinden farklı kuruluşlar. Yarın Kürt meselesini parlamento gündemine taşıdığı takdirde bugün altı masa etrafında buluşanlar nasıl bir tavır koyacak? Mesela bugün İyi Parti’nin mesajları gerçekten bizi büyük bir endişeye sevk ediyor. Bütün bunları oturup tartmak lazım. Bu nedenle artık gelecekle ilgili projelerin çok açık bir şekilde ortaya koyulması gerekiyor. Halkların beklentisi var gelecekle ilgili, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ulus devlet yerine demokratik ulus devleti ve demokratik cumhuriyeti esas alan bir sistem değişikliğine ihtiyaç var. Bunu gerçekleştirmek için nasıl bir proje var, nasıl bir program var? Henüz ortada yok bir şey.
Bugüne kadar ekonomik bakımdan, emekçiye, yoksula, işçiye, çiftçiye verdiği her türlü söz ve vaatler var. Ama Kürtlerle ilgili, Kürt sorunuyla ilgili bugüne kadar dile getirdikleri hiçbir şey yok Cumhuriyet Halk Partisi dahil olmak üzere. Şimdi bu bizi gelecekle ilgili bir endişeye sevk ediyor. Elbette ki çok fazla seçenek yok, seçeneklerden mutlaka birisini seçmemiz veya ona göre davranmamız gerekiyor. Ama Türkiye’nin geleceği açısından, iktidarın değişmesi durumunda bile bu sorunların çözülebileceğine inanmıyoruz ve bu konuda endişelerimiz var.
Bu da Türkiye’yi bir daha sağa, solun sesinin çıkmadığı bir noktaya taşıyabilir; öyle bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu tehlikeyi görüyoruz, bu tehlike sadece CHP’yi de etkilemeyecek, bizi de etkileyecek.
Yani bu altılı masayı veyahut işte Cumhurbaşkanı adayını desteklediğimiz takdirde ve Kürtlerin geleceği de konusunda, onları rahatlatacak ya da demokratik hak ve özgürlükler konusunda alan açacak bir yaklaşım göstermediği takdirde bu HDP için de büyük bir handikap olur, büyük bir zarar verecektir diye düşünüyorum, bu benim şahsi fikirlerim. Yani parti adına konuşuyor değilim. Şimdi çok kritik bir dönemde yaşıyoruz. Altılı masanın ortaklaştığı adaylar ortaya çıktıktan sonra bence yeniden tartışmalar ve gelecekle ilgili beklentiler konusunda daha açık mesajların verilmesi gerekir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bursa’ya gidiyor, orada isim vererek “Meral Akşener’e teşekkür ediyoruz desteğinden dolayı” diyor. Ama HDP’nin katkısından dolayı hiçbir cümle kullanmıyor, kelime kullanmıyor. En büyük desteği biz verdik, bizim oylarımızla seçildiklerini herkes söylüyor, iktidar partisi bile bunu söylüyor. Orada Meral Akşener’e teşekkür ederken HDP’ye de teşekkür edebilirdi, böyle bir şey yok. Veyahut da isim vermeden “Seçilmemde katkısı olan herkese teşekkür ederim” deseydi, yine kırılmazdık, böyle bir alınganlık olmazdı. İşte insan bunları görünce, yaşayınca acaba diyor değişen bir şey olmayacak mı? Bu sopayı birisinin alıp başkasına versek ne olacak. O zaman da bizim günahımız çoğalır. (gülüyor)
Pasifizmi yayarsanız toplum nasıl kendine gelir?
Kürdistan’da yoksulluk zaten çok eski bir mesele, son krizden önce de çok ağır bir yoksulluk vardı. Bugünkü enflasyonun sebepleri arasında savaş politikaları ve tarım ve hayvancılığın bitirilmesi gibi Kürtleri doğrudan etkileyen sebepler de var. Türkiye’nin geleceğini şekillendirmeye aday gibi görünen altılı masa başta Kürtler olmak üzere Türkiye halkını yoksullaştıran bu politikalar konusunda bir şey yapabilir mi, ne dersiniz?
Çok ağır ekonomik bir krizle karşı karşıya Türkiye, çok büyük sorunları var ve bunlara bir iki yıl içinde çözüm bulunması imkânsız. Ama gerçekten hakça bir düzen kurulduğu zaman yavaş yavaş ayağa kalkabilir. Sizin de ifade ettiğiniz gibi Kürdistan’da zaten geçmişten beri bir yoksulluk var. Hele 1990’lı yıllarda köy yakmalar, köy boşaltmalar, faili meçhul cinayetler bütün toplumu etkiledi. Gerçekten hem ekonomik hem de insani olarak kendi geleceğinden vazgeçmiş bir toplumla karşı karşıyaydık. Tabii şu anda da halen bu yine baskılar, halkın düşüncesini ifade edememesi, fikirlerini açıklayamaması yine büyük bir handikap, yine büyük bir sorun olarak önümüzde duruyor yani çok değişen bir şey yok. Ama bugün artık bütün Türkiye’yi vurmaya başladı, yani bugün belki biz kendi halimize şükrediyoruz. Hiç olmasa buralarda bir dayanışma var, kimse aç kalmıyor. Ama büyükşehirlerde insanlar aç. Altı yedi milyon alan bir işçi, bir memur tek odalı bir yerde altı bin lira kira ödemek zorunda. Bunların nasıl yaşadıklarını, nasıl geçirdiklerini hayretler içinde izliyoruz. Böyle bir dayanışma da yok tabii, insanların birbirine destek sunması yardım etmesi gibi bir imkân da yok. Ama buraların farklı bir yapısı var. Ben inanıyorum ki İstanbul’daki düşük ücretli bir memur bir işçi ayda bir sefer et yemezken burada isterse cebinde bir kuruş olmasın, taziyelere, mevlitlere gittiği zaman her gün en azından et yiyebiliyor. (gülüyor) Bu söylediğim hoş değil ama gerçek. Böyle bir durumda insanların hala suskun sessiz kalmasını hayretle karşılıyorum. Yirmi otuz yıl önce Mısır’da bir ekmeğe zam yapıldı, bütün halk sokağa çıktı, devlet o zammı geri almak zorunda kaldı. Bugün yüzde 200’lük bir enflasyon var Türkiye’de ama insanlar aç ve suskun. Şimdi demokratik hak ve özgürleri talep etmek, sivil itaatsizlik suç değil bütün dünyada. Yani burada taleplerini dile getirmek, iktidarları uyarmak ve isteklerini ortaya koymak dünyanın hiçbir yerinde suç değil ama maalesef bugün Türkiye’de bu suçtur. Ama muhalefete bakıyoruz “Aman provokasyona gelmeyin, sokağa çıkmayın” gibi bir şeyle karşı karşıya insanlar. Yani pasifizmi siz bir topluma yayarsanız bu toplum nasıl kendine gelir? Hak ve özgürlükler konusunda nasıl ortak demokratik bir tepki koyabilir? Siz bunu engelliyorsunuz, bu yanlış bir şey bana göre, bunu her zaman söylüyorum. Elbette ki insanlar demokratik bir anlayışla, taleplerini dile getirmek için sokağa çıkabilir, tabii ki hiç kimseye zarar vermeden bunları yapabilmeli. Ama bugün en masum bir talep için bile ortaya çıktığınızda muhalefetten “Provokasyona gelmeyin” diye bir şey geliyor.
Tabii ki aslında söylenecek çok şey var yani biraz önce de ifade ettiğim gibi toplumun yüzde 90’ı yoksul.
Fakat bugüne kadar bu yoksul kesimine ulaşan aydın, sol, sosyalistler gerçekten halkın içinde tam yerini almış değil. İstanbul’da oturarak toplumu değiştiremezsiniz, dönüştüremezsiniz. Devrimci bir mücadele içine sokamazsınız, orada görevinizi eksik yapmış olursunuz diye eleştirilerimiz oluyor. Mesela 1970’lerde sol ve devrimciler bir güçtü. Bir miting yaptığı zaman Ankara sokaklarında Cebeci’den Kızılay’a kadar on binlerce insan yürüyüşe geçiyordu ve üniversitelerde bir öncülük vardı. Hatta bizim duruşmalarımız Sinop’taydı, oraya giderken yola yakın bir yerde İbrahim Kaypakkaya’nın mezarı vardır, insanlar kalabalıklar halinde ziyaretine gidiyordu. Bugün Anadolu’da bir boşluk var, devrimciler o boşluğu çok rahat dolduramıyorlar ki geçmişte ben CHP’de de politika yaptım. Çorum gibi bir yerde, Tokat gibi bir yerde Cumhuriyet Halk Partisi güçlü bir partiydi. Ama bugün bakıyorsunuz oralarda milletvekili bile çıkartamıyor neredeyse. Şimdi tabii ki milliyetçi söylemler, ırkçı söylemler, Kürtleri potansiyel tehlike olarak gösteren söylemler toplumu derinden etkiliyor. Bugün Türkiye’de baktığımız zaman Karadeniz’de, orta Anadolu’da apolitik bir kesim var ve siz o apolitik kesime ulaşmadığınız takdirde devletin resmi açıklamaları, iktidarın açıklamaları, televizyonların yayınlarının etkisinde kalan bir kitleyle karşı karşıya kalıyorsunuz ama içine girip gerçekleri anlattığınız zaman, mesela Kürtlerin Türk halkının düşmanı olmadığını anlattığınız zaman, Kürtler özgürleştikçe Türkiye özgürleşir, Türk halkı özgürleşir gibi bir yaklaşımla gidip anlattığınız zaman insanlar ikna oluyor. Biz Türkiye’deki tüm halkların ortak demokratik değerler etrafında buluşmasının mücadelesini veriyoruz. Ama bizim söylememiz yetmiyor. Dostlarımız, aydınlar, demokratlar, devrimciler, sosyalistler bunu toplumla paylaşmalı, topluma giderek bunları anlatması lazım. İşte bu ayak biraz eksik gibi geliyor bana. Belki bazı dostlarımız bundan gücenebilir ama bu bizim gerçeğimiz.
Bence çok kibar konuşuyorsunuz. Çünkü örneğin bugün ırkçılık ve sağ siyasetle anılan Karadeniz geçmişte solun çok güçlü olduğu bir yer.
Evet, Akdeniz de öyle. Fatsa’yı biliyoruz mesela. Bu eksiklikleri biliyoruz. Ama bugün bir toparlanma var işte Emek ve Özgürlük Bloku Türkiye’de yeni bir dönemin kapısını aşmaya, sorgulamaya çalışan bir noktada. Bu bize mutluluk veriyor. Ortak değerler etrafında buluşmalar, kadın hareketlerinin bugün güçlü bir noktaya gelmesi, demokrasi taleplerinin gittikçe güçlenmesi ve örgütlü bir yapıya gelmesi de umut verici bir durum. Türkiye değişecek ama bunu hızlandırmak lazım bu eleştirilerimiz biraz hızlandırmaya yönelik. Nüfusun yüzde 90’ının yoksullaştığı, yüzde 80’inin açlık sınırında olduğu bir ülke nasıl değişmeden düzelecek.
Geçmişteki Milliyetçi Cepheler gibi hükümetlerin birbirini izlediği bir istikrarsızlık dönemi ihtimali yok mu?
Türkiye değişti, dünya değişti yani on yılda bir askeri darbe yapılan bir ülke değil bence. Cumhuriyetin yüzüncü yılı dolarken demokrasi adına kendini toparlamak yenilemek zorunda. İttihat Terakki’nin oluşturduğu ulus devlet mantığı artık değişmek zorunda, kim ne derse desin. Enver Paşalar, Talat Paşalar gitti ama 1924’lere geldiğimizde birçok kadroları Cumhuriyetin içinde yer aldı, İttihat Terakki her zaman Türkiye’nin siyasetinde egemen oldu. Şimdi bunlar değişmek zorunda, yenilenmek zorunda, toplumda bir değişim ve dönüşüm talebi var, bu ciddi ama bu baskılanıyor. Tabii bunlar tahmin, kahin de değiliz. (gülüyor)
Türkiye’nin en politik kesimi Kürtler
Demokratik talepler belki bu seçim süreçlerinde yeniden gündeme gelebilir ama bir çözüm masasının tekrar kurulması için hangi dinamikler var sizce?
Aslında çözüm konusunda bir söylem veyahut bir taahhüt ortaya çıktığı zaman biz hemen desteklemek için her türlü çabayı gösteriyoruz çünkü bu beklentimiz. Ama aslında hep şuna inandım. Kürtlerin bir halk olduğunu, bir hakkının olduğunu içselleştirmediğiniz takdirde bu çözülmez. Bu benim düşüncem, bunu her zaman söyledim. Önce “Evet Kürtler bir halktır, bir hakkı var, bir dili var, bir kimliği var, bir kültürü var” diyecek, buna saygı göstereceksiniz, bunu içselleştireceksiniz. Bu noktaya gelmediğimiz zaman çözüm çok zor. Ama gerçekten Kürtlerle Türkler yıllarca birlikte yaşamış, ortak değerler etrafında Anadolu Mezopotamya kültürü birbirini tamamlanmış, kimlikleri ayrı olsa da. Ortak demokratik gelecek için ortak bir mücadele verilmiştir bugüne kadar, bu mantıkla hareket ederseniz birçok şeyi çözersiniz. Yani biz her zaman da söyledik yani bizim inancımız şudur ki demokratik siyaset ancak bu meseleleri çözer, demokratik siyasetle çözebiliriz ama biliyoruz demokratik siyasetin bu konuda yani çözüm konusunda kararlı olması ve bunu içselleştirmesi gerekir, bu olursa elbette çözülür. Ama Kürtlerin oyunu, desteğini alayım diye geçici bir şeyle ortaya çıkarsa artık Kürtler de aldanmaz çünkü bugün Türkiye’nin en politik kesimi Kürtlerdir. Gidin görün, dağ başındaki çoban dünyada ne gelişiyor, ne oluyor, hepsini merak eder. Ama başka yere giderseniz örnek vereyim, onları kırmak için de söylemiyorum ama orta Anadolu’ya giderseniz görürsünüz ki, onların dünyadan haberi yok, dünyada ne oluyor ne bitiyor onu bilmiyor. Yani politik bir halk; gelecekle ilgili sadece sözde değil eylemde veya pratikte nelerin yapıldığını gördüğü zaman ikna olur ve destekler. Artık bu noktaya gelmiş. Bu kadar politize olmuş bir kesimi ikna etmek için ciddi projelerle, onu tatmin edecek projelerle ortaya çıkmak lazım; başında da söyledim. Bütün mücadelemiz adalet, eşitlik ve özgürlüktür. Sadece kendimiz için istemiyoruz, Türkiye’deki bütün halkları için istiyoruz. Bunları sadece Kürtleri düşünerek dile getirmiyoruz. Artık Türkiye’nin demokratikleşmesi, Ortadoğu’da, güçlü demokrasiyi Ortadoğu’ya götürecek bir ülke olmasını istiyoruz. Yine Türkiye’nin Kürtler açısından çok önemli bir ülke olduğunu ifade etmek isterim. Bugün Suriyeli Kürtlerin gözü Türkiye’de, kendilerini halen bir parçası sayıyor. Kucaklayıcı bir politika izlerseniz bugün Ortadoğu’nun en güçlü devlet oluruz ama geçmişten bugüne kadar Kürtleri potansiyel tehlike gören bir mantıkla karşı karşıyayız. Bu Türkiye’ye, Türklere de zarar veriyor, demokrasiye zarar veriyor. Biraz önce de söylendi; savaşa harcanan para Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin nedenlerinden en önemlisidir. Açıklanan rakamlar, milyarlarca dolar, yüz milyar, iki yüz milyar, trilyonlarca çok büyük askeri harcamalar var, savaşa, bombalara, kurşunlara ayrılan bir para var yani. Kimse bunu dile getirmiyor, siyasetçi çıkıp da demiyor ki kardeşim bu savaşa harcanan paralar Türkiye’deki ekonominin halinin, insanların yoksullaşmasının nedenlerinin en başındadır; diyemiyor bunu. Yani bütün bunları göz önünde tuttuğumuz zaman gelecekle ilgili umutluyuz ama altılı masanın yaratacağı politikalarla ilgili bizi tatmin edecek bir şey gelmedi, bu konuda endişelerimiz ortadan kalkmış değil, onu söyleyeyim.
Aysel Hanım çok değerli bir insan
Aysel Tuğluk’la uzun zaman eş başkanlık yaptınız. Onunla ilgili neler söylemek istersiniz?
Eş başkanlar arasında veya parti içinde sıkıntılar sorunlar yaşandı, tartışmalar yaşanıyor. Aysel Hanımla çok uzun süre hem partide birlikte eş başkanlık yaptık hem de DTK’de birlikte eş başkanlık yaptık. Gerçekten çok uyumlu bir insan, duygusal bir insan. En ufak bir acıyla karşılaştığı zaman veya diyelim bir ailenin taziyesine gittiğimizde oranın acısını yürekten yaşayan duygusal bir insandı, o insanlarla birlikte oturup ağlıyordu, samimi, dürüst ve paylaşan bir arkadaşımızdı. Çok büyük bir uyum içinde çalıştık. Ben gözaltına alındığımda kapıya geldi, beni görünce gözleri doldu. Öyle duygusal, samimi bir insandır. Bugün cezaevinde kalmasını hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği bir noktada. Uzun süre önce kendisini bir sefer ziyarete gitme şansına sahip oldum. Kandıra Cezaevi’ne giderken oradaki bütün kadın arkadaşlarla görüşme yapma şansımız oldu. Gerçekten artık bazı şeyleri hatırlamıyordu. Aradan yıllar geçti, şimdi zaman zaman giden avukatlardan bilgi alıyorum, kendi başına bir yaşamı sürdürecek bir noktada olmadığını tüm avukat arkadaşlarımız söylüyor, doktorlar söylüyor. Ama maalesef Adli Tıp talimat üzerine hareket ettiği için bu hastalığı çok açık olmasına rağmen tahliye edilmiyor bir türlü. Bakalım şimdi yeniden Adli Tıp’a gönderildi onun sonucu ne olur onu bilemiyoruz, umut ediyoruz ki gerçekten bu haksızlığı ortadan kaldıracak bir yaklaşım gösterirler, insani bir yaklaşım gösterirler. Aysel Hanım gerçekten çok değerli bir insan, hem mücadele içinde inançlı, kararlı. Hem de insani ilişkileri çok güçlü olan bir yoldaşımız, bir arkadaşımızdı. Maalesef bir şey yapamıyoruz. Bu son zamanda da görüşmek istedik, Adalet Bakanlığı’na başvurumuzu yaptık, işte efendim kapalı görüşme yaparsanız gönderebiliriz, açık görüşme yaptıramayız diye sert bir yanıt verdiler bize, biz de bu şartlarda kapalı görüşmeyi uygun görmedik. Ben de merakla izliyorum işte bu son Adli Tıp’a gidişini. Bütün samimiyetimle her gün her gün televizyonu açıyorum acaba Aysel Hanımla ilgili bir haber var mı diye.