bir parça ülke (3): jiyan

ışid saldırıları, yerel seçimler, kayyımlar geçti başımızdan. diyarbakır bütün bunları en ağır yaşayan şehirlerden biri ama bundan ibaret değil. bir metropolde olan her şey var burada; en başta canlı bir sosyal hayat ve kültür ortamı

bir parça ülke (3): jiyan

ne acı ne yas tohumu sökebiliyor

her yıl bir başka şehirde düzenlenen kadın sığınakları ve danışma/dayanışma merkezleri kurultayı 2014 yılının 25 ekim’inde diyarbakır’da gerçekleşti. ışid’in kobanê’ye saldırılarını protesto etmek üzere başlayan 6-8 ekim’in üzerinden çok az zaman geçmişti, şehir çatışmaların izlerini taşıyordu. kurultay hafta sonu gerçekleşmişti, bankalar haliyle kapalıydı ve nakit paraya ulaşmak neredeyse imkânsızdı çünkü bütün atm’ler imha edilmişti. devletle özdeşleştirilen iş bankası’nın binası da büyük zarar görmüştü, yanlış hatırlamıyorsam sonradan başka bir binaya taşındı. ama kentin merkezinde bulunan türkiye iş bankası kültür yayınları şubesi yani bankanın yayınevinin kitaplarını satan kitapçı, üstünde aynı logoyla satış yapmaya devam ediyordu çünkü zarar görmemişti. diyarbakır’ın yas ve öfkeden ibaret sanılan gençleri okuyana, kitaba saygı duyuyordu.

bankanın, bankamatiklerin ve kitapçının fotoğraflarını çekip twitter’da paylaşmıştım. bu yazıyı 6-8 ekim’in yıldönümünde yazıyorum. o fotoğrafları çektiğim telefon da, o twitter hesabım da artık yok. kobanê davası halkın oy verdiği onlarca siyasetçiyi esir almış, bir hukuksuzluklar silsilesi halinde sürüyor. o yıllardan bu yana olup biten bununla sınırlı değil. ışid saldırıları, yerel seçimler, kayyımlar geçti başımızdan. diyarbakır bütün bunları en ağır yaşayan şehirlerden biri ama bundan ibaret değil. bir metropolde olan her şey var burada; en başta canlı bir sosyal hayat ve kültür ortamı.

tükenmeyiz kapatmayla

kayyım, belediye’nin diğer kurumları gibi sanat kurumlarının da kapısına kilit vurmuş ama diyarbakır’ın sanat ortamını yok edememiş. daha önce belediye bünyesinde yürütülen sanat faaliyetleri bağımsız olarak devam ediyor, bunlara yenileri eklenmiş.

örneğin loading, “bir mekân iyidir…” sözüyle yola çıkmış ve diyarbakır’da yaşayan ve üreten güncel sanatçılar şener özmen, erkan özgen, cengiz tekin ve deniz aktaş’ın girişimleriyle 2017 yılında, kurulmuş. hepsinin hem türkiye’de hem de yurtdışında çalışmaları sürüyor. bu mekândan önce de birbirlerine destek vermişler, ortak çalışmaları olmuş. bantmag’den fisun yalçınkaya’ya verdikleri röportajda[1], “buradan kimsenin ‘izleyici’ sıfatıyla kalmasını istemiyoruz ve katılımcı olmaları konusunda onları yüreklendiriyoruz, zira bu bizim için son derece önemli” diyorlar.

büyükşehir belediyesi bünyesinde kurulan aram tigran konservatuarı, kayyım tarafından kapatılınca konservatuar eğitmenleri, 2017 yılında, “herkes için müzik, her yerde müzik” sloganıyla, kürt müziğinin gelişmesini hedefleyen ma music akademisi’ni kurmuş. mordem’i kurucularından barış ışık kurumu kendisi anlattı.

ve son olarak bütün bunları ve sinemasını diyarbakırlı sinemacı ali kemal çınar’la konuştuk.

batman, mardin ve diyarbakır’da bana evini, sofrasını açan, zamanını, görüşlerini, hatıralarını paylaşan herkese sonsuz teşekkürler. onların desteği olmadan bu dizi olamazdı.

Dipnot:

[1] https://bantmag.com/dergi/no-60/diyarbakirdaki-genc-sanatcilarin-yeni-alani-loading/


Diyarbakır, sanat, sinema, Kürtler…

O işler hiç bilindiği gibi değil

Diyarbakırlı sinemacı Ali Kemal Çınar’la kentin kültür ve sanat ortamını, Kürt sinemasını, kendi sinemasını, filmlerinin karşılaştığı tutumu ve daha pek çok şeyi konuştuk. Çınar’ın filmografisini şurada https://www.imdb.com/name/nm8818215/ inceleyebilirsiniz. Filmleri Mubi’de izlenebiliyor.

Sinema kulübü nasıl kuruldu?

Diyarbakır Sanat Merkezi 2002 yılında kuruldu. Sonra 2003 yılında onun içinden bir grup sinemasever, film meraklısı üç-beş kişi bir araya gelip böyle bir oluşum kurdu. Ben de sanırım 2-3 ay sonra dahil oldum. Hatta 2002’de Diyarbakır Sanat Merkezi’nde hafta sonları film gösterimi olurdu, oraya da giderdim. Sonra bir arkadaş, burada böyle bir kulüp var, arkadaşlar, film izliyor, tartışıyor, sen de gel, dahil ol falan deyince başlamış oldum. Ben zaten ilgiliydim, üniversitede kısa film, öykü falan yazıyordum. Burası tam bana göre diye düşündüğüm bir yer oldu. Bir yıl sonra, ben fikrimi dile getirdim, kısa film çekeceğim, isteyen arkadaşlarla birlikte çalışalım, yapalım diye. Ve 2004 yılında bir tane kısa film çektim, hatta Diyarbakır’ın neredeyse ilk kısa filmi sayılabilecek bir şeydi. Sonra kulüpte film çekilince kulüpte herkeste senaryo öğrenmek, kurgu öğrenmek, kamera kullanımını öğrenmek gibi bir ihtiyaç doğdu. Sonra adım adım atölyeler yapılmaya başlandı. İstanbul’dan, üniversitelerden hocalar geliyordu, uzun süreli olan da oluyordu, iki saatlik olanlar da oluyordu. Bir dönem, üç ay kadar senaryo ve kısa film atölyesi yaptık.

Film izlemeye devam ediliyor muydu?

Ediliyordu. Haftada bir defaydı, sonra iki defaya çıktı. Atölyeler devam ediyor, işin teorisini de öğreniyoruz bir yandan da. Bu beni acayip besleyen bir şey oldu. Tabii Sanat Merkezi’nin de programları oluyor, güncel sanat, edebiyat, şiir atölyeleri, fotoğraf atölyeleri… Onlara da katılıyorduk, fotoğraf, belgesel atölyelerine katılıp onlardan da bir şeyler alıyorduk. Derken ben Diyarbakır Sinema Kulübü bünyesinde on tane kısa film çektim, arkadaşlarımdan da çekenler oldu. Hatta yazı yazanlar olmaya başladı, devam ediyorlar hâlâ da. Sonra Cegerxwîn Kültür Sanat Merkezi açıldı, belediyelerimizin çok daha iyi olduğu zamanlarda. Bu kez oraya gitmeye başladım. Kulüp biraz geride kaldı benim için, arada uğruyordum. Cegerxwîn’ın dersleri daha fazlaydı ve Kürtçe oluyordu. Oradan da biraz ilerledim. Kulüp yine toplanıyor, film izliyor ama atölyesi ve pratik kısmı düşmüştü. Ama bugüne kadar hâlâ devam etti, 19 sene oldu. Diyarbakır Sanat Merkezi küçülmeye gitti, mekân olarak. Daha geniş bir alanda, sinema, sergi, söyleşi salonu vardı. Orası küçülmeye gidince kulüp bir ofise yerleşti, biraz dar geldi bize, araya pandemi de girdi ama bırakmadık, zoom üzerinden film izleyip tartıştık yine.

Üye sayısı düşse de devam ettik

Nasıl finanse ediyorsunuz?

Yani finanse kısmı yok, bir salon bir projeksiyon yetiyor bize. Mekânları da bize gönüllü olarak veriyorlar. Şimdi Mordem’in bir salonu var, orada devam ediyoruz. Kulüp hiç hızını kesmeden, sinema, film okuma, tartışma merkezli devam etti bugüne kadar.

Sen de orayı bırakmadın?

Yo bırakmadım, bir ara Cigerxwîn Kültür Merkezi’ne gittim ama amacım Kürtçe öğrenmekti. O dönem dışında ki o zamanda gidip geliyordum, hiç kesmedim kulüple ilişkimi. Çok önemli bir değer gibi geliyor bana. Türkiye’de belki de eşi benzeri yok, bu kadar uzun süre devam etmiş olan var mı, hâlâ da emin değilim. Aklıma bir tek Sinematek dönemi geliyor. Üye sayısı düşse de kesinti yapmadık, bazen haftada iki kişi geldiği zaman bile yine devam ettik. Bu devamlılık, bu birikim sağlanmışken bizim için daha da değerli bir hal aldı.

Senden başka film yapan oldu mu?

Oldu. Beş arkadaşımız yaptı. Devam etmeyenler de oldu, devam edenler de var. Dönem dönem, merak edip çekenler de, hiç çekmeyenler de oldu. O rüzgâr, o hava herkese yansımıştı, hiç meraklısı olmayan arkadaşımın dahi çektiğini biliyorum.

Diğer arkadaşlar da senin gibi Kürtçe mi çekiyor?

Onlar da Türkçe-Kürtçe karışık gitti. Arada Kürt olmayanlar da vardı, onlar da kendi dillerinde çekti. Ama çoğunluk Türkçeydi. Ben Kürtçede biraz ısrar da ettim. İlk kısa filmimi de Kürtçe çekmek istiyordum ama Kürtçe konuşabilecek oyuncu bulamamıştım. Mecbur Türkçeye döndüm, sonra bütün kısa filmlerim sessiz olymaya başladı. Madem onu kullanamıyorsam diğer dilleri de kullanmayayım gibi bir şey oluşmuştu bende. Ama adım adım Kürtçe de oyuncular kendilerini yetiştirmeye başladı. Bu konuda rahatlayınca ben de Kürtçeden ödün vermemek gibi bir şeye büründüm.

Geleneksel müziğin dışında müzik yapanlar var mı?

Mesela Diyarbakır’da Mirady var, rock yapıyor. Xwelî bence son 15-20 senenin en iyi albümlerinden birisi.

Ferec?

Ferec Hakkâriliydi, ilk albümden sonra dağıldılar. Hepimizin heyecanlandığı bir gruptu. Çok yazık oldu.

Elektronik müzik yapanlar da varmış.

Evet, elektronik müzik yapılan dans mekânları var, Diyarbakır’ın rengi değişti biraz bu anlamda. (gülüyor) Bir de rap, hiphop var. Türkçe yapan da var, Kürtçe de yapan da. Bir tür politik yanı da var bazı parçaların. Daha çok barış talep eden, hani biz kardeştik, ne oldu da böyle oldu tarzı şeyler.

Siyaseten süreklilik olduğu için sanatta da süreklilik oldu

Sanat ya da edebiyat konusunda çalışan başka kurumlar var mı?

Diyarbakır’da bütün sanat dalları çok iyi gidiyor. Güncel sanat, edebiyat, şiir, resim, müzik… Yani bütün alanlarda birkaç kurum ya da bir dernek, bir yer sayabiliriz. Şehir Tiyatrosu kesintisiz devam etti, salon değiştirdiler. Önce DSM’nin eski mekânında çalıştılar, şimdi başka bir yere geçtiler. Özel tiyatrolar da oluyor, ara sıra bir araya gelip oyun çıkartıyorlar. Loading adında, güncel sanat üzerine çalışan bir yer kuruldu. Resim üzerine var, Loading gibi güncel ve çağdaş sanat üzerine çalışmaya devam eden kurumlar var. Sergi de açıyorlar, atölyeler de gerçekleştiriyorlar. Dışarıdan sanatçılar da geliyor, söyleşiler yapılıyor. Bu kayyımdan sonra olan bir süreç aslında. Kayyımdan önce belediyenin kurumlarıyla dönüyordu ve kimse de bağımsız kurumlara ihtiyaç duymuyordu o dönem. Cegerxwîn Kültür Sanat Merkezi 2010’da açıldı; sinema salonlarının, dersliklerin olduğu bayağı büyük bir yer. Orada akademi düşünülüyordu, tiyatro, resim, müzik, sinema konusunda akademik eğitim vermek için kurulmuş bir yerdi ve bütün alanlarda Kürtçe eğitim veriyordu. Kayyımla birlikte orası elden gitti. Bir devlet kurumuna dönüştürmüşler. Aram Tigran vardı, aynı dönemde kurulan bir merkez. Burada da sadece sinema ve müzik eğitimi vardı. İkisi ayrı ayrı semtlerdeydi. Dicle Fırat Kültür Merkezi vardı, o da Suriçi’ndeydi, orası daha eskiydi, İstanbul’daki MKM’nin düzeyinde bir yerdi. Orası kayyımın eline geçmedi sanırım ama bayağı pasifize bir halde şu an. Bunların eksikliğiyle birlikte insanlar kendileri kurumlaşmaya gittiler; Mordem, Loading, Merkezkaç gibi yerler kayyımdan sonra açıldı. Bu boşluğu sanatçılar, sanatla ilgilenen insanlar doldurdu. Çok da iyi oldu aslında. Siyaseten de bir süreklilik olduğu için sanatta da bir süreklilik oldu. Aslında sanat hiç kesintiye uğramadı. Belediyeler yine elimize geçerse, onların da desteğiyle çok daha güzel bir noktaya gelebilir.

Kayyımla birlikte sanat yapan insanlar öz kaynaklarına döndü öyle mi?

Herkes kendi yağıyla kavrulmaya başladı. Diyarbakır’da sanat ortamındaki herkes birbirini tanıyor ve haliyle herkes üretiyor. Üretime yapmadan duran insanlar değiliz. O yüzden hemen bir merkez, bir kolektif falan oluşmaya başladı.

Kolektiflik buraya ait bir dinamik

Dikkatimi çeken şey bu faaliyetlerin kolektif yürütülmesi. Mesela sen kendi sinema dilini oluşturmuş bir sinemacı olmana rağmen hâlâ kolektif çalışmalar içindesin.

O aslında Diyarbakır Sanat Merkezi Sinema Kulubü’nün bize aşıladığı ya da öğrettiği bir şey. Birlikte sinema yapıyorduk, birlikte film izliyorduk.

Rekabet?

Rekabet yoktu ya. Kavga gürültü oluyordu elbette ama rekabete dayalı bir şey olmuyordu. Diyelim ki ben film çekeceğim, arkadaşlar var, başka gidebileceğim biri yok. Diyelim bir arkadaşın senaryosu var, hafta sonu buluşup o senaryoyu tartışıyorduk. Sonra film mi çekilecek, kameradan kim anlar, ışığı kim yapabilir… Kimde ne varsa ortaya koyup o film çekiliyordu, tamam ben kamerayı kullanabilirim, ben sesi tutabilirim. Tamam arkadaşlar, şu iki günü bu filme ayırıyoruz… Sonuçta sinema ekip işi ya, kolektif giden bir iş, yanında arkadaşların da var. Kişiler, o sirkülasyon içinde değişti ama her gelen ona adapte oldu. Hatta bir sene dört uzun film çıkartacağız diye karar aldık, 2014 sanırım, ve hepsi de oldu biliyor musun.

Bu endüstrinin çalışma tarzının çok dışında değil mi?

İlgisi yok bence. Ama ben orayı da anlıyorum. Sonuçta bir endüstri var, bir finans dünyası var. Zaten onun içinde olsak bunu yapamazdık. Bu, buraya ait bir dinamizm.

Bizi dışlayanların birçoğu devletten değil, sinemacı

Dört parçanın diğerlerinde, endüstrinin içinde bile bir Kürt sinemasından söz edilebilir, değil mi?

Evet, biraz var diyelim. Rojava’da yeni yeni çoğalıyor. Orası da aslında buranın modelini izliyor. Güney’de tabii bir devlet var, onun desteği var. İran’da İran sinemasının içinde bir sektör. Ama burada durum çok kendine has. Merkezi hükümetten destek almıyor, alamıyor. Kültür Bakanlığı’na en son ben de başvurdum, bir deneyeyim bakayım diye. Sonuçta vermiyorlar yani. Filmin Kürtçe olacağını biliyorlar, benim kim olduğumu biliyorlar, ne olduğumu biliyorlar. Kimse de bunun için ciddi çaba sarf etmiyor. Oradaki jürilerin birçoğu da sinemacı aslında. Bakanlıktan da insanlar var ama karşısında duranlar sinema sektöründen olan insanlar. Onlar da aynı şekilde kendilerini tehlikeye atmak istemiyorlar. Anlaşılır bir şey mi bilmiyorum. Başıma çok geldiği için söylüyorum da gerek yok o konulara girmeye çünkü beni çok acıtan, kopartan bir şey. Türk sinema dünyasıyla şu an hiçbir bağım kalmamış, festivalinden tut, sinema dünyasına… Çünkü yok yani, sokmadılar, sokmuyorlar. Artık festivaller bile tek tük. Adana’da film seçememişler ya, bu yıl ulusal dedikleri festivale 8 film seçmişler, ben 2018’de katılmıştım, hatırlıyorum, 15 tane uzun film vardı, yarışma filmi. Film yok mu. Onun şurası şöyle, bunun burası böyle diye eliyorlar. Bakıyorsun, ön jüridekiler sinemacı, ana jüridekiler sinemacı. Sektörün içinde çalışan insanlar. Yönetmen, oyuncu… Bu hal elbirliğiyle oldu, sonuçta sadece iktidar değil ki sen de destek verdin bir şekilde. Benim filmimi seçmeyen ön jüridekilerin sektörden sinemacılar olduğunu da biliyorum.

Yılmaz Güney bir geçiştir

Yılmaz Güney’i Kürt sineması içinde görüyor musun? Ya da nereden başladı Kürt sineması Kuzey’de?

Bu hep tartışılıyor da, tartışmalı bir durum. Yılmaz Güney Kürtçe çekmek istemiş ama biraz önce konuştuğumuz, bizim de durumumuza benzer bir şekilde, Kürtçe bilenlerin sektörde olmaması sebebiyle Türkçe çekmiş deniyor. Ama bence şöyle, bir geçiş varsa, Yılmaz Güney doğru bir isim olabilir. Buna uyuyor, ben uymuyorum, kendimi de orada görmüyorum. Türkiye sineması denen bir şey konuşuluyor ya, ben onu kabul etmiyorum. Ben kendimi orada görmüyorum, ben Kürt sineması içinde görüyorum kendimi, bu net benim için. Bir Türk sineması varsa vardır, o da net. Ama Türkiye sineması Türk içinde eritmek benim için. Çoğu insan bunu dikte etti. Adana’da bir yönetmen çıkıp “Ne Türkiye sineması, Türk sineması diyeceksiniz” deyince herkes Türkiye sinemasını savunmaya başladı. Ben bunu savunmuyorum, orada bir tuzak, bir handikap var benim için. Ama Yılmaz Güney oraya konulabilecek bir isim. Türk sinemasından Kürt sinemasına geçiş ama ben burada değilim.

Bechdel testini[1] bilirsin, sence bir yönetmenin Kürt sineması içinde sayılması için böyle kriterler var mı?

Bence onun anahtarı dil gibi geliyor bana. Dil olmadıkça nasıl savunacağım Kürt sinemasını? Abbas Kiyarüstemi son dönem, İran dışında, başka dillerde çektiği filmler oldu, bunları daha önce çekmiş olsaydı, nasıl İran sineması diyebilecektik. Onu İran sineması dışında değerlendiremiyoruz. İranlı bir yönetmenin örneğin İngilizce bir filmi diye tanımlayabiliyoruz. Kürt yönetmenler var ama filmin adından jeneriğine kadar Türkçe. Ben onu nasıl Kürt filmi diye anlatacağım?

Sıradan aşk filmi dahi yapılsa Kürtçe aynı muameleyi görebilir.

Filmin politikası değişiyor, İstanbul’da Gênco’nun İstanbul Modern’deki gösteriminin soru cevap kısmında bir izleyici, “Kürtçe herhalde,” dedi, “Fonetiği falan beni rahatsız etmedi, bana Türkçe gibi geldi.” Ben önce ne demek istediğini anlamadım. Sonradan anladım, “Ne gerek var Kürtçe çekmeye?” demiş. Tamam da İngilizce, Fransızca çekseydim der miydin bunu? Orada Kürtçeye nasıl baktığını görüyorsun.  Ne çekersen çek, dil meselesi kendini belli ediyor. Yoksa oyuncu Türk de olabilir.

Mekân?

Mekân da çok belirgin değil ama Kürt bir ailede geçtiğine, Kürt coğrafyasında geçtiğine dair bazı şeyler var. Yemek yeme biçiminden, oturuşuna kadar. Yılmaz Güney’in ünlü bir oturuşu var ya, sigara sarması ya da. Görür görmez Kürt dersin. Kürtlüğe dair bazı şeyler çok nettir. Bir Kürt aileyi, bir Kürt karakteri anlattığın zaman bunlara dikkat ediyorsun. Ev, mobilyalar… Şimdi herkes birbirine benziyor ama yine de benzeyemiyor, onların karakteristik bir yanı var. Ama bunlar geride kalan şeyler, dil belirleyici.

Aileni oynatıyorsun filmlerinde.

O da biraz zorunluluktan olmuştu. Kısa filmlerde denemesini yapmıştım. Kardeşim, annem, babam falan oynuyordu. Sonra ilk uzun filmim olan Kısa Film’e hikâyesiz başlamıştım, senaryosu falan yoktu. Daha rahat çekeyim diye kendim oynamıştım, ailemi, arkadaşlarımı falan oynatmıştım. Bir sahne çekiyordum, iki hafta sonra, bir ay sonra bir sahne daha oluşturup devam ediyordum. Bir oyuncuyla çalışmak zor olacaktı, kendim yakın çevremi oynatmıştım. Bir buçuk yıl falan sürdü çekimi. Sonra baktım bu hoş gidiyor (gülüyor) sonra Gênco ile devam etti bu. Arada falan, sonra onlar da becermeye başlayınca, bir bütünlüğe de kavuşacağını da gördükçe devam ettik.

Burada çok fazla kitap okunuyor. İstanbul’u da tanıyorsun. İki şehrin kültür ortamını kıyaslar mısın?

Bence de çok kitap okunuyor. Kültür ortamı açısından İstanbul’da öyle bir bütünlük yok gibi. Oraya her gittiğimde hayal kırıklığına uğruyorum, moralim bozuluyor, o şekilde dönüyorum.  Enerjimi alıyor. Orada sinema, sanat başka türlü konuşuluyor. Sektörle yakın bağlantısı olmasından dolayı sanırım. Şimdi de mesela dijital platformlara o iş yaptı, bu iş yaptı, şu fon aldı, o konuşuluyor. Biz burada hiç fon falan konuşulmuyor, dijital platformlara iş yapalım da konuşulmuyor, zaten giremeyiz. Fon alabilecekler de sınırlı. Küçük fonlar olursa, onlar da 3-5 bin liralık şeyler, gündem olabilecek şeyler değil. Kültür Bakanlığı’ndan bütçe almamız falan da mümkün olmadığı için gündem de olmuyor kendi içimizde. Sinemanın o yönünü konuşmak bana iyi gelmiyor.

Tekniğimin iyi olamayacağını biliyorum ama hikâyem iyi olabilir

Bir yandan da dijital kameraların falan çıkması bu işi demokratikleştirdi, değil mi?

Dijitalleşme olmasaydı ben kesinlikle film yapamazdım. Senaryo falan yazardım, bir tane falan çekerdim, başka yapamazdım. Pahalı bir şey, hem ona ulaşmak zor. Çok zor olacaktı. Dijitalleşme benim gibi birkaç kişinin sinemaya dahil olmasını sağladı, bu çok iyi bir şey. İşler iyi olur, kötü olur, o ayrı bir şey. Büyük kamerayla çekilmesi illa iyi olacağı anlamına gelmiyor. Büyük bütçe iyi filmin anahtarı değil. Bu kafada olmak çok önemliydi ben bu işi yapmaya başlarken. Ben büyük kameralar, büyük imkânlar bulamayacağım ama belki bana ait, özel bir hikâyeyle bir kapı aralayabilirim. Tekniğimin iyi olamayacağını biliyorum ama belki hikâyem iyi olabilir.

Ama senin filmlerinde de görsel olarak güzel sahneler oluyor.

Ama ne yaparsam yapayım amatör imajı bana yapıştırılmış. Çünkü ne olursa olsun aramızda bir savaş var, bu net. Sektör sineması, pahalı aletler, profesyonel olması lazım, bu iş kolay değil, herkesin profesyonel hareket etmesi lazım … Böyle üstenci bir dil var. Dünya sinemasından çok Türk sinemasında, İstanbul merkezli düşününce. E sende Diyarbakır’da sinema yapan biri olarak zaten o handikapın içinde kalıyorsun. Kendi kendine sinema yapan bir karaktere bürünebiliyorsun, çoğu kişinin gözünde. Ama ben bunun farkındayım, bunu biliyorum, buna rağmen üretmek istiyorum. Zaten benim savaşım bununla ilgili. Ben de öyle eleştirsem, bakıyorum, aynı sanat yönetmeninin, aynı kurgucunun, aynı rejinin elinden çıkma, estetiği aynı. Buradan da oraya bakınca bana da öyle, standart geliyor. Çünkü aynı şirketten renk yapılmış, aynı şirketten ses yapılmış. Bir görüntü yönetmeni varsa, herkese çalışıyor, yönetmen teslim oluyorsa, onun estetiği geliyor. Ben büyük bütçeyle bile yapsam o estetik anlayışla yapmak istemem. Bunun çözümü para olmuyor çoğunlukla. Ben daha farklı istiyorum, daha spontan bir mizansen istiyorum dediğinde çatışıyorsun.

Genellikle sanatla, edebiyatla uğraşanlar sadece kendi yaptıkları işle ilgilidir. Burada biraz daha farklı bir durum var sanki. O profesyonellik yok ama herkes başka sanat dallarıyla da ilgili.

O anlattığın çok kötü bir şey. Burada böyle olmak zorunda çünkü sen bir yazar arkadaşınla da oturuyorsun, konuşuyorsun. O sinemacıyla konuşuyor, resim yapan biri onunla konuşuyor. Uzmanlaşamıyorsun, sinemayı seviyorsun izliyorsun… Belki biraz akademi belirliyor, edebiyat bölümüne giriyor, sinema bölümüne giriyor. Mesela okullu sinemacılar edebiyatla ilgilenmiyor, işin teknik kısmıyla ilgileniyor. Biz birbirimizden fikir de alırız, Mesela Loading’den Cengiz Tekin, Erkan Özgen arkadaşlarım, tıkandığımız yerde birbirimize danışırız. Sinema kulübüne mesela herkes gelirdi, bir film izlenirdi, biri edebiyatçı gözüyle bakardı, diğeri başka bir gözle. Mesela Murat Özyaşar da Sinema Kulübü’nden geçti. Mesela onunla çok paslaşırdım, hâlâ da öyle.

Aynı ortamlarda bulunan, sohbet eden yazarlar, sanatçılar İstanbul’da, Ankara’da 2000’lerin ortalarına kadar vardı. Artık pek yok.

Benim gençliğimde kitap kafeleri vardı, şiirler okunur, müzik dinletileri yapılırdı. Bütün kafeler kitap kafe olmuştu, her kafenin köşesinde kitap rafları vardı bir ara, sonra 2000’lerin başında o kitap rafları git gide erimeye başladı. Sonra tamamen kafeye döndüler. Ama bu zemin o dönemden kaldı, herkesin her şeyi okuduğu, her şeyden biraz anladığı, belirli bir yaştan sonra, “Ben bunu yapabilirim” dediği bir dönem. Üretmek istiyorsa tabii. Ben de öyleydim, sinema hep içimde vardı ama öykü de yazdım, roman denemesi de oldu. Herkesin yazdığı gibi şiir de yazdım, resim de yaptım. Sonra diyorsun ki “Ben sinema yaparım.” O güzel bir şey.

Bu yaygın bir şey midir?

Bir arkadaşım vardı, her kursa gidiyordu. Dedim 1990’larda, gitar kursu, bağlama kursu vardı, hatırlıyor musun, dedi ben ona da gittim. (gülüyor). Ama sonra hiçbir yerde durmadı. Öyle durmayan da oldu. Ben bir tek enstrüman çalmayı denemedim.

Vegan beslenme Kürt hikâyesinin içinde, temsilinde de olmalı

Gênco’daki vegan kafeyi sormak istiyorum. Sanki burada öyle bir soylulaşma var. Ne dersin?

Kendiliğinden o bilince varılması güzel bir şey tabii. Hayvan hakları, canlı hakları bir siyasetin de ürünü. Sonuçta bu siyasetin bir de ekoloji ayağı var. Oradan türüyorsa, öyle bir altyapısı varsa şık da duruyor. Ben bunu olumlu görüyorum. Diyarbakır’ın yekpare olmadığı fikri üzerine kuruluysa bu iyi. En son birisi ciğer buraya ait diye lisans aldı. Ben kendini bunun içinde görmüyorum. Tamam, kültürü de var, geçmişi de var. Ama birden diyorsun ki ben bu değilim artık herhalde. İçine doğduğun bir şeyi kanıksıyorsun ve sen oymuşsun gibi bir yanılsama oluyor ama o yanılsama bir yerden sonra bozulunca, “Ben bu değilim, beni niye bununla temsil ediyorsun?” diyorsun. Sinemada da temsiliyet, böyle oluyor, siyasette de temsiliyet böyle oluyor, Kürt deyince böyle bir temsiliyet üzerinden okunuyor. Bu da aynı dili doğuruyor, iktidar seni nasıl görüyorsa sen de kendini öyle görüp öyle bir yanıt veriyorsun. Sinemada da böyle, tamam bu bir Kürt hikâyesi ama o hikâyenin içinde vegan beslenen bir yapı da var ama onun da absürtlüğü var. Böyle tepeden kabul ettik, burası da Cihangir gibiymiş, değil de burası da Diyarbakır’a ait bir vegan kafe. Baba geliyor, et suyu karıştırıyor. Bu adaptasyon da bize ait, o uyum sağlayamama da bize ait bir şey olduğu için oradan yaklaşmak benim için daha doğru bir şey. Vegan kafe tepeden geldi, herkes kabul etti gibi bir şey yok yani. Ben maalesef vegan olmasam da fikirsel olarak savunurum, o benim için önemli bir şey. Onun da temsiliyeti olursa sinemada, ben olumlu buluyorum. Bu birine benzemek, birine yaklaşmak, ithal bir şey değil. Çünkü öyle ot çeşitleri var ki burada, aklın durur. Bunlar nereden çıktı diyorsun. Ama et öyle empoze ediliyor ki sanki herkes böyleymiş gibi.

En sanatçıyım diyen yazarda bile Kürt temsili kolonyalist

Burada endüstriyel hayvancılık var mıdır, emin değilim.

Ben de değilim, varsa da çok azdır. Ben politik olarak veganlığın arkasındayım, doğru olanın o olduğundan eminim. Ama tabii Kürtler ne kadar adapte oluyor; bu konuşulabilir, tartışılabilir. Ama Kürtler sadece etle beslenir, hayatını etle idame eder fikri de ne kadar doğru emin değilim. Hem Kürtlerden kaynaklı, çok abartıyorlar. Ekmek de öyle, çok yenir ya. Demek istediğim şu, bu algıyı biz mi yaratıyoruz, bize yapıştırılan bir şey mi. O sorgulanması gereken bir şey. Ben maalesef et yiyorum ama gönlüm rahat olmuyor. Dünyaya da oradan bakmak istemiyorum. O temsiliyet meselesini de çok önemsiyorum. Türk sinemasında, romanlarında, en sanatçıyım diyen yazarda bile kötü Kürt temsiliyeti. Eksik, kolonyalist bir bakış. Öğretmen geliyor, orayı eğitmek üzere geliyor, Türk aydını.

Hakkari’de Bir Mevsim?

Herkesin çok sevdiği bir film ya.

Herkesin çok sevdiği bir roman aynı zamanda.

Yani oradaki kolonyalist bakışı artık görmeyecek miyim artık ya.  Artık kim yer onu! O solcu öğretmen, o aydın öğretmen ne için geliyor oraya, ne için geliyor oraya, Cumhuriyetin ideolojisini yaymak için!

Dipnot:

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Bechdel_testi


Mordem: Sanata erişimi olmayanlara ulaşmak, Kültürel mirası korumak, ekoloji

Barış Işık kayyımdan önce Batman Belediyesi Şehir Tiyatrosu’ndaymış. İşinden olunca kardeşi Savaş’la birlikte dededen kalma arsaları satıp 2017’de, daha sonra Mordem olacak mekânın inşasına başlamışlar ve 26 Eylül 2018’de açılışını yapmışlar. Barış Işık Mordem Sanat Merkezi’ni anlattı.

“Bir şirket olarak başladık, sonra Buka Barane Ekolojik Yaşam Derneğimizin ismini Mordem yapıp o derneğin üyeleriyle ve yeni üyelerle, gönüllü hocalarımızdan tutun gönüllü oyuncularımıza kadar hep birlikte bir kolektife dönüştürdük, aslında bir STK’ya dönüştürdük. Başlangıçta sloganımız “her zaman sanat, her zaman insan”dı. Mordem Zazaca bir kelime. Anlamı insan. Ama bazı dillerde “Her Zaman” gibi bir çekimi var.

Burayı kurarken üç temel amacımız vardı. Bunlardan biri, sanata erişimi olmayan çocukların, kız çocuklarının, gençlerin ve ebeveyn annelerin yani kadınların sanata erişim ile ilgili çalışmalar yapmak.

Bu bağlamda bugüne kadar Baro, Eğitim-sen gibi kurumlarla ortaklaşıp ve kendi imkânlarımızla yirminin üzerinde köye ulaştık. Şehir merkezinde hafif düzeylerde zihinsel engelliler için oyunlar gerçekleştirdik. Daha çok atölye ve oyunlar gerçekleştirdik. Bugüne kadar ulaştığımız toplam sayı 8400.

İkinci temel amacımız kültürel mirasın korunması. Kastımız soyut anlamda kültürel miras. Buraya başlamadan önce de yaklaşık yirmi yıldır yaptığımız çalışmalar var. Hikâyeleri topluyoruz ve kültürde var olan sanatsal formlar üzerine araştırma yapıyoruz. Kaybolmak üzere olan sanatsal formları burada laboratuvar gibi işleyip insanlarla paylaşmaya çalışıyoruz. Nereye varacağımızı biz de bilmiyoruz açıkçası. Çünkü formları olduğu gibi uygulamak bugün mümkün değil. Araştırdığımız formlarının çoğu eski ve en son bize ulaşan haline baktığımızda aslında kültürler bilirsiniz çağın ihtiyaçlarına göre belli bir değişim dönüşüm yaşar. Bunları işlemeye devam ediyoruz ve bayağı bir veri toplamış durumdayız elimizde bayağı veri var. Bu kültürel miraslarla ilgili olan kısmı. Mordem’i kurarken bir tiyatro binası üzerine kurduk. Burası bir sanat merkezi ama merkezinde tiyatro olan bir sanat merkezi. İlk oyunumuz Divan edebiyatı yazarı bir mutasavvıf olan Melayê Ciziri’nin eserleri üzerinden, Kürt İslam aklı dediğimiz aklın nasıl işlediğini, bunun kültüre nasıl temas ettiğine, kültürü nasıl etkilediğine dair bir oyundu.

Üçüncü temel noktamız ekoloji. Biliyorsunuz ekolojinin farklı farklı çeşitleri var. Ekofeminizm ve toplumsal ekoloji bizim daha çok üzerinde durduğumuz bir alan. Derin ekolojistler gibi, bütün kıyafetlerimizden, her şeyimizden sıyrılıp doğaya gidelim gibi bir fikir bize mümkün görünmüyor. Toplumsal ekolojide de bizim insan olarak doğa üzerinde kurduğunuz tahakküm ilişkisinin, insanın insan üzerinde kurduğu tahakküm ilişkisiyle çok ilintili olduğunu üzerinden bir bakış açısı geliştiriyoruz ve hatta bazı notlar da bu noktalarda eko feminizminden faydalanıp bu tahakküm ilişkisini kuranın erkek olduğu üzerinden bir bağlam kurmaya çalışıyoruz. Ekoloji konusunda fiili olarak neler yapıyoruz? En çok yaptığımız şey bizim evvelden beri biriktirdiğimiz atalık tohumlar var, bu atalık tohumları her sene dağıtıyoruz, birilerine veriyoruz, çoğaltıyoruz, sonra tohumlarımızı tekrar geri alıyoruz, onlar da artık kendi tohumlarını alıyorlar, bize de tohum veriyorlar, sürdürülebilir olsun diye. Yaklaşık seksen dokuz çeşit tohum var şuan elimizde, biliyorsunuz ülkede tohum satmak yasak, doğal tohum satmak yasak. Herhangi bir satışı biz de istemiyoruz, talep ettiğimiz bir şey değil. Biz bu tohumları birine verdiğimizde o tohumları çoğaltıp bize de bir avuç tohum vermesini talep ediyoruz sadece. Bütün bunların hepsini, ekofeminizmi, toplumsal ekolojiyi, her şeyi şenlikli toplum dediğimiz bir kavram çatısı altında topluyoruz. Bu kavramı kullanan Ivan İliç endüstriyalizm eleştirisi yapar. Biz de kaybetmiş olduğumuz şenliğimizi nasıl geri kazanırız? Bu fikirler üzerine kurulmuş bir mekân Mordem.”


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur