Marx, işçi sınıfının öncüsü olacağı toplumsal dönüşümü nitelerken Kapital onca gotik öge, vampirlik ve yamyamlık ile dolu olmasına rağmen kapitalistlere yönelik muameleyi onları yeme ya da kanlarını emme ile değil, açık bir biçimde onları “mülksüzleştirme” ile ifade eder: Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir
Yazıya başlıkta yer alan ikinci sorunun ilk seçeneği olan “yeme”nin mecaz anlamda kullanıldığını belirterek başlamak bazı yanlış anlamaları önleyecektir. Ancak yine bu soru, son dönemde genelde sosyalist propaganda için kullanılmaya başlanan, kökleri ise muhtemelen Fransız İhtilali’ne kadar dayanan “Zenginleri Ye!” (Eat the Rich!) sloganının sınıf mücadelesi için isabetli bir slogan olup olmadığını tartışmaya açıyor. (“Zenginleri yeme”nin insan eti yemeye, yani yamyamlığa (cannibalism) ilişkin çağrışımının, bunun vegan ve vejetaryen beslenme açısından değerlendirilmesinin ayrı bir konu olduğunu ve bu konuya girmeyeceğimi de belirtmem gerekiyor.)
Tarihine kısaca bir göz attığımızda tarihçi Adolphe Thiers’in, Fransız İhtilalinin Tarihi isimli 10 ciltlik eserinde ilgili deyişi Jean-Jacques Rousseau’ya atfettiğini görüyoruz. Thiers’in aktardığına göre Paris Komünü’nün önderlerinden Pierre Gaspard, Ekim 1793’te yaptığı bir konuşmada şunları söyler: “Yine halktan biri olan Rousseau şöyle dedi: ‘Halkın yiyecek bir şeyi kalmadığında zenginleri yiyecekler.’”[1] Asıl sahibi Rousseau değilse bile sözün, son Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e atfedilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözüne gönderme ile kurulan bir karşı-söylem olabileceğini de düşünebiliriz.
Sloganın dolaşıma tekrar sokulması sürecinde tabirin rock grupları Motörhead’in 1987 ve Aerosmith’in 1993 tarihli aynı isimli şarkılarında kullanıldığını görüyoruz. Ancak şarkı sözlerinde öne çıkanın Rousseau’ya yapılan atıfta belirtilen “sınıflar arası eşitsizliğin neden olacağı bir toplumsal dönüşümün” ifadesi yerine zenginlere yönelik öfkenin yamyamlık teması içerisinde yansıtılması olduğunu görüyoruz. Bunun yanında yine ilk şarkıdan esinlenen Eat the Rich isimli bir filmi, en zengin %1’in nasıl avlanıp, parçalanıp pişirileceğine ilişkin The Eat the Rich Cookbook isimli bir kitabı ve Wall Street protestoları sırasında sloganın popülerlik kazanmasını bir kenara bırakıyorum. Amacım sloganda ifade edilen “zenginleri yeme” temasını “zenginleri mülksüzleştirme” ile karşılaştırarak ele almak ve sınıf mücadelesi açısından hangisinin daha uygun olduğunu tespit etmek.
Zenginleri yemenin yukarıda bahsettiğim kısa tarihi sol ve sosyalist mücadelede iki önemli sürece gönderme yapıyordu: Fransız İhtilali (1789) ve Paris Komünü (1871). Birincide geniş halk kitlelerinin emeğini sömüren Fransız aristokrasisine karşı burjuvazi halkın desteğini alarak aristokrat sınıfın politik gücünü ortadan kaldırdı. Belki de bu süreçte Jakobenlerin yöntemleri ve infazlarda kullanılan giyotinin imgesi devrimin hedefindeki zenginler olan aristokratlara karşı beslenen nefretle birleşince söz konusu “zenginleri yeme” iyi bir biçimde temsil ediyordu. Yine de devrim, zenginleri yeme (bu tabiri bundan sonra öldürmeyi ve sömürmeyi de içerebilecek biçimde bir hıncı ya da iştahı bir nesneye yöneltme olarak kullanalım) amacıyla değil, mevcut feodal mülkiyet ilişkilerini ve aristokrasinin politik gücünü ortadan kaldırma amacıyla yapıldı. Bunda da başarılı olundu. Ancak Fransız Devrimi’nin zenginlerin yenilmesi ile sonuçlanmadığını ve yeni bir zenginler sınıfının ortaya çıktığını söylememiz gerekiyor.
Diğer bir örneğimiz olan şanlı Paris Komünü’nün de zenginleri yeme motivasyonuyla değil, proletaryanın kurtuluşu motivasyonuyla hareket ettiğini belirtmek gerekiyor. 19 Nisan 1971 tarihli Paris Komünü Manifestosu’nda komünarlar şöyle diyordu:
“Bu [komünal devrim], eski idari sınıfa ve ruhban sınıfına ait dünyanın, militarizmin ve memuriyete dayalı zenginleşmenin, sömürünün, spekülasyonun, proletaryanın köleliğini sunmak zorunda olduğu ve anayurdun talihsizlik ve felaketlerine mâl olan tekellerin ve onların ayrıcalıklarının da sonudur.”[2]
Bu iki örneğe baktığımızda süreçlerin salt zenginlik nefretinden ya da zenginlere yönelik nefretten kaynaklanmadığını ve yoksulluk övgüsü yapılmadığını görebiliyoruz. Ayrıca “zenginleri ye!” sloganının her iki süreçte de ön planda olduğuna ilişkin bir kanıt olmadığını da belirtmek gerekiyor. Her iki süreç de zenginleri yeme motivasyonuyla değil, zenginliğin bölüşümünün yeniden düzenlenmesi ve özgürlük motivasyonuyla gerçekleşmişti. Bu motivasyonu ifade eden “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” (Liberté, Égalité, Fraternité) sloganı her iki süreçte de ön plandaydı.
Ama bunu yalnızca aç bırakılan kitlelerin zenginleri yemesi gerekliliği olarak ele alabilir miyiz? Özellikle Marx’ın çalışmalarında ortaya koyduğu tarihsel materyalizme ilişkin tezler bundan fazlasını gösterirken ve toplumlar tarihi üretim tarzları ve sınıflar arası mücadeleler temelinde ele alınırken zenginleri yemeye yönelik söylemin altı ne kadar doldurulabilir? Kısacası Marx’tan sonra zenginleri yemek bizi kurtarır mı? Bu soruyu cevaplamadan önce zenginliğin nasıl ele alınması gerektiğine bakalım.
Söz konusu sloganda bahsedilen zenginlerin “zenginliğe sahip olanlar” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilk zorluk da bu zenginliğin tarifinde karşımıza çıkıyor. Söz konusu zenginlik gelir ve birikim üzerinden şekillenen bir gelir adaletsizliğine mi gönderme yapacak yoksa merkezinde bir üretim tarzının çelişkili karakterini mi barındıracak? Daha özlü bir biçimde, zenginlik, gelir ve varlığa dayalı niceliksel bir ifade mi olacak, yoksa üretim tarzına göbekten bağlı bir süreç olarak mı ele alınacak? Zenginler biçimsel bir “varlıklı” kategorisi altına mı düşecek, yoksa belirli bir üretim tarzında işgal ettikleri konum ve bu üretim tarzıyla ilişkileri üzerinden mi belirlenecek?
Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde zenginliğin kaynağı olarak iki şeyi tespit ediyordu: Doğa ve emek. Bu ikisi bir arada kuşkusuz bir zenginliği, bir yığını meydana getirir. Ancak söz konusu olan (hem ilgili slogan bağlamında hem de benim ona karşı savunacağım bağlamda) bir bölüşümdür. İlgili sloganın içkin olarak barındırdığı zenginlere karşı olma hali bu bölüşümden ve bu bölüşümün neden olduğu toplumsal eşitsizlikten bağımsız düşünülemez. Her ne kadar ilgili sloganın adil olmayan bir bölüşüme gönderme yaptığını zenginlere yönelik tutumundan, onlara yönelik eylem telkininden çıkarsayabiliyorsak da bölüşümün rastgele olup olmadığı, hangi mantığa göre yapıldığı muğlak kalmaktadır. Bunun yanında salt bölüşüme yapılan gönderme ya da bölüşüm üzerinden yapılan bir gerekçelendirme Marksizm açısından yetersiz bir sorunsallaştırmadır. Marx, Grundrisse’de açıkça üretimin bir doğa yasası gibi ele alınıp da bölüşüm sanki keyfi olarak belirleniyormuş gibi davranılamayacağını belirtir ve bu iki süreç arasındaki bağlantının göz ardı edilmesini burjuva anlayış olarak niteler, John Stuart Mill’i de üretimi tarihten bağımsız olarak ele aldığı için eleştirir (Marx, 2013, ss. 24-25). Çünkü, “üretimin her biçimi kendi hukuksal ilişkilerini […] doğurur” (Marx, 2013, ss. 25-26) ve dolayısıyla bölüşümün yapılanması, tam olarak üretimin yapılanması tarafından belirlenir (Marx, 2013, s. 32).
Dolayısıyla zenginlikten bahsederken genel geçer bir zenginlikten, biçimsellikten, görünümden değil, üretim tarzından da bahsetmemiz gerekir. Hatta sadece bahsetmek yetmez. Belirleyen olarak üretim tarzını merkeze almamız gerekir. Nitekim, bölüşüm sadece ürünlerin bölüşümü değildir; üretim araçlarının ve işlerin de bölüşümüdür (Marx, 2013, s. 33). Öyleyse, eğer günümüz toplumundan söz ediyorsak (Marx için öyleydi), söz konusu zenginliğin bir bölüşüm tarzına tekabül ettiğini, bunun da kapitalist üretim tarzına dayandığını, söz konusu zenginlerin de doğrudan ya da dolaylı olarak kapitalist üretim tarzından (kapitalist emek sömürüsünden) doğan artık-emeğin bölüşümü süreci sonucunda zenginleştiğini kabul etmemiz gerekir. Yani eğer kapitalist üretim tarzından bahsediyorsak zenginler, salt zenginliğe sahip olanlar değil, üretim tarzında belirli bir yeri işgal edenler, üretim araçlarına ve onların yönetimi işine sahip olanlardır. “Zenginleri ye!” sloganı böylece Marksizm merceğinden geçerken “kapitalistleri ye!”ye dönüşür, çünkü emek sömürüsünden beslenen ve insan emeği ile yani insan yaşam gücü ile semiren sınıf onlardır. Elbette bunların yamacında dolanan ve kapitalist olmayan sülükler vardır ancak üretim tarzı açısından bunlar kapitalistler gibi merkezi bir yer tutmazlar. Onlar kapitalist üretim tarzının yan ürünleridirler. Benzer biçimde kapitalist piyasa koşulları içerisinde emek güçlerini satarak zenginleşen ve zenginlikleri toplumun belki de büyük bir kesiminden daha fazla olabilecek emekçi kitleler de vardır ve “zenginleri yeme” eyleminin nesneleri haline gelmiş olmaları çeşitli soru işaretleri barındırır.
Dolayısıyla salt zenginlere yöneltilen bir yeme tehdidi, zenginliğin oluşumunu belirleyen üretim tarzının karakterinin ve zenginlerin üretim tarzı içinde bulundukları konumun (belki de farklı konumların) üzerinden atlayarak niceliksel bir veriye dayandırıldığı durumda bulanık ve sınıf körü bir içerik kazanma, üretim tarzı içinde emekçi ya da proleter sınıfa dâhil olan grupları da tehdit etme riski taşımaktadır. Elbette bununla vurgulamak istediğim risk, zenginlik temelli ele alışta esas olarak üretim tarzının özgüllüğünün gözden kaçırılmasıdır.
Laborans’ın[3] gündeme getirdiği ve Marx’ın hem anlamı güçlendirmek hem de kapitalizmin tüketici karakterini ortaya koymak için metinlerinde muhtelif yerlerde kullandığı canavar, vampir, zombi gibi metaforlara bakalım ve kapitalistlerin temsilcisi olduğu kapitalist üretim tarzının işçilerin yaşam enerjisini nasıl tükettiğini, ya da onları nasıl canlı canlı yediğini görelim (canlı emeğin tüketimi).
Marx özellikle Kapital’de kapitalist üretimin bu özelliklerini farklı biçimlerde vurgular:
“Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.” (Marx, 2015, s. 230)
“İş gününün, doğal gündüz sınırlarını aşıp geceye doğru uzatılması, yalnızca geçici bir etkide bulunur ve canlı emeğe duyulan vampir susuzluğunu pek az giderir.” (Marx, 2015, s. 293)
“Alışveriş işlemi tamamlandıktan sonra keşfedilir ki, işçi, ‘başına buyruk kimse’ değildir; emek gücünü satmakta serbest olduğu süre, onu satmak zorunda olduğu süredir; gerçekte, onun kan emicisi, ‘henüz sömürülebilecek bir kas, bir sinir, bir damla kan kaldığı sürece’, kendisini bırakmaz.” (Marx, 2015, s. 293)
“Çocuklar, yarı aç yarı tok bir ömür süren analarının kendilerine ayırdıkları işi […] tamamlamak için işe koşuldukları bu kan emme kurumlarından [çocuk emeğinin sömürüldüğü hasır örgü okullarından] ayırt etmek için, ilkokullara kendi aralarında ‘natural schools’ (normal okullar) adını verirler.” (Marx, 2015, s. 448)
Marx bu ifadeleri sermayenin artık emeğe duyduğu sonsuz açlığı dile getirmek için kullanır. “İnsanın insanı” sömürmesi, onun yaşam enerjisini, bedensel ve zihinsel gücünü tüketmesi, yaşam süresini kısaltması, hatta ölümlerine sebep olması, varlığının koşulunun bu iştah olması ifade edilir. Dolayısıyla gerçekten sermaye bir yamyam gibidir: İşçiyi canlı canlı yer; Vampir gibidir: Hayatta kalmak ve güçlenmek için onun kanını, yaşam enerjisini emer, tüketir.
Peki sermayenin bu yamyamlığına karşı yapılması gereken nedir? “Zenginleri ye!” sloganı Marksizm merceğinden geçerken “kapitalistleri ye!” haline gelmişti. Ancak Marksizm merceği sloganın içinden bu şekilde çıkamayacağı kadar kalındır. Gerçekten de insanın insanı sömürmesinin bir biçimi olarak kapitalistlerin işçiyi sömürmesi doğru bir biçimde yamyamlık, vampirlik, canavarlık metaforlarıyla karşılanabiliyordu. Peki “kapitalistleri ye!” sloganının içerdiği metafor işçi sınıfı ya da Marksistler için ne kadar uygun?
Bir görüş, Marx’ın vurguladığı kapitalizm-yamyamlık temasının oldukça ciddi olduğu, kapitalizmin insan eti yediği, “zenginleri” yemediğimiz durumda onların halihazırda bizim etlerimizi, kemiklerimizi, sinirlerimizi yemekte olduğu, “zenginleri ye!” sloganının bir öz savunma sloganı olduğu, bu nedenle de bir o kadar ciddiye alınması gerektiği yönündedir.[4] Ancak kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla ilişkisini ortaya koyan bir tema genelleştirilebilir ya da kapitalistlere karşı uygulanabilir mi? Marx yukarıda da alıntılanan ve çok özlü bir biçimde kullandığı bu gotik çağrışımlara, metaforlara rağmen hiçbir biçimde kan emicilerin kanlarının emileceğini ya da insan eti yiyenlerin etlerinin yeneceğini söylemiyordu. Çünkü vampirlik de yamyamlık da kapitalizmde kapitalistleri nitelemek için kullanılan metaforlardı ve kapitalist sömürünün veçhelerini betimliyorlardı; onlara karşı mücadele eden işçi sınıfını (ve müttefiklerini) değil. Aksi halde gotik temanın içinde sınıfları birbirine karıştırma ve kapitalist toplumu bir sömürenler ve sömürülenler toplumu olarak değil de bir vampirler, yamyamlar, kan emiciler ya da sömürücüler toplumu olarak yanlış anlama ihtimali ortaya çıkardı.
Zenginleri yemeyi ön plana çıkartan bir sınıf kininin yıkıcılığından kuşku duyulmasa da bu hıncın bir kuruculuk ve yeterli sınıf bilinci içermediği açık. Marx’ın makine kırıcılığa ilişkin eleştirisi tam da bu anlayışaydı. Luddite hareketi hakkında ne diyordu Marx?
“İşçinin makine ile bunun kapitalistçe kullanımı arasındaki farkı görmesi ve dolayısıyla saldırılarını maddi üretim araçlarının kendilerine değil, bunların toplumsal sömürü aracı olarak kullanılmalarına yöneltmeyi öğrenmesi, zaman ve deneyim gerektirdi.” (Marx, 2015, s. 409)
İşte yanlış hedef olarak araç olan makineler ne ifade ediyorduysa yanlış hedef olarak ajan (agent) olan kapitalist kişi de aynı şeyi ifade ediyordu. Çünkü kapitalistlerin kötülükleri onların karakterlerinden ya da özlerinden değil (bu durum sınıf mücadelesini ahlakileştirirdi), üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetlerinden ve içinde bulundukları üretim ilişkilerinden ileri gelir. Bunu Marx Kapital’in başında şu biçimde ifade ediyordu:
“Araştırmamız ilerledikçe, iktisat sahnesine çıkan kişilerin karakter maskelerinin, birbirlerinin karşısına taşıyıcıları olarak çıktıkları iktisadi ilişkilerin kişileşmelerinden başka bir şey olmadıklarını göreceğiz” (Marx, 2015, s. 94)
Öyleyse esas mesele kapitalistler olmadığı gibi onları yemek de değildir. Onun ötesinde, onun ardında yatan ilişkilerdir. Bu nedenle Marx, işçi sınıfının öncüsü olacağı toplumsal dönüşümü nitelerken Kapital onca gotik öge, vampirlik ve yamyamlık ile dolu olmasına rağmen kapitalistlere yönelik muameleyi onları yeme ya da kanlarını emme ile değil, açık bir biçimde onları “mülksüzleştirme” ile ifade eder: Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir.
“Kapitalist özel mülkiyetin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” (Marx, 2015, s. 729)
Dolayısıyla bizler kapitalistlerin kötülüklerini onları yiyerek değil, onları mülksüzleştirerek, onları ellerindeki toplumsal güçten ve sömürme kapasitesinden mahrum bırakarak ortadan kaldırırız; öz savunmayı da böyle yaparız. Zenginliği de yok etmez, onların elinden alır, tüm üreticiler için ortaklaştırırız. Kapitalistleri de bizler gibi üretici kılarız. Ama eğer mesele kapitalistlerin yüreklerine korku salmaksa, onlar için mülksüzleştirilmek şüphesiz ki yenmekten daha korkunçtur.
Dipnotlar:
[1]Bartsch, Kelly. (2021). “Eat the Rich”: Ideological Cannibalism of the Status-Quo. 10.13140/RG.2.2.29546.24004.
[2] Manifesto of the Paris Commune. (19 Nisan 1871). https://www.marxists.org/history/france/paris-commune/documents/manifesto.htm
[3] Laborans [@LaboransS]. (9 Eylül 2022). Canavarlar, vampirler ve zombiler! Notlar’ın yeni bölümünde Foti Benlisoy ile Gotik Marksizm’i konuştuk. @Aydindork @fotibenlisoy Youtube: https://t.co/nG0ekb3KV7 Spotify: https://t.co/o7GO6yQjyB [Tweet]. Twitter. https://twitter.com/LaboransS/status/1568167065042681856
[4] Bu görüş, 3. dipnotta referans verdiğim yayında Foti Benlisoy tarafından dile getirilmiştir.
Kaynaklar:
Marx, K., 2013. Grundrisse (Cilt 1). Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K., 2015. Kapital (Cilt 1). İstanbul: Yordam Kitap.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.