“Geçmiş ile bugün arasındaki ana aks kayması devrim konusundadır; ana farklılık, toplumsal üretim ilişkilerinin analizi ile devrim stratejileri arasındaki içsel bağlantıyı bir arada kavrayan düşünsel üretimin ve tartışmanın bugün yapılmıyor oluşudur”
Önümüzdeki seçim sürecini nasıl değerlendirmek gerekir? Sosyalistlerin benzer olgular karşısında geçmişte ve günümüzde sergiledikleri tutum farklılaşmasının temel nedeni ne? Neoliberalizmin ve temsili demokrasinin krizi karşısında muhalefet içerisinden üretilen yanıtlar gerçekten krizi aşma potansiyeli taşıyor mu?
Özay Göztepe’nin sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Metin Özuğurlu, “İşçi sınıfı sosyalistleri, dünya ve ülke analizlerini devrim stratejileri ile ilişki içerisinde ortaya koyar, ardından da bu strateji ile bağlantılı bir şekilde siyasi taktikler geliştirirlerdi. Basitleştirerek söyleyecek olursak: İlki, temel toplumsal ilişkilerin tahlili; ikincisi, gerekçesini bu tahlile dayandıran devrim stratejisi ve üçüncüsü, gerekçesini devrim stratejisine dayandıran siyasi taktikler. Neoliberal yıllarla birlikte ve günümüzde olimpiyat halkaları gibi iç içe geçmiş şekilde kavranabilecek bu üçlünün ortasındaki halkanın, devrim stratejisi halkasının silikleştiğini gözlemliyoruz. Böylece içinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun temel ilişkilerinin analizi ile güncel siyasi taktikler arasındaki bağ da kopmuş oluyor” diyor.
Özay Göztepe: 12 Eylül öncesinde solun güçlü oluğu, kurucu irade niteliği taşıdığı dönemde sosyalistlerin seçimlere yaklaşımı ile bugün yaklaşımı birbirinden çok farklı, hatta bazı konularda taban tabana zıt. Örneğin faşizm üzerine tartışmalara baktığımızda o dönem faşizm tespiti yapanlar, bunu, illegal örgütlenmenin bir gerekçesi olarak sunarken, şimdi CHP’yi ya da HDP’yi desteklemenin gerekçesi olarak sunuyorlar. Olgu aynı, ama öznelerin ürettikleri politikalar çok farklı. Sizce bu değişim nedeni ne? İkinci olarak, önümüzdeki seçimlerim ayrıca bir anlamı var mı? Çünkü yaklaşık 20 yıldır, hep “bu seçimler çok kritik” sözünü duyuyoruz. Bu açıdan önümüzdeki seçimler bir kritik önem taşıyor mu?
Metin Özuğurlu: 2023 seçimlerinde cumhurbaşkanı ve TBMM’nin yeni üyeleri seçilecek, ama sandıkta gerçekte şu üç şey bulunacak: İktidar, hükümet sistemi ve siyasal sistem. Bu yanıyla 2023 seçimlerinin ayırt edici olacağı söylenebilir. Ama bu durum yönelttiğiniz sorunun önemini azaltmıyor, tersine işçi sınıfı sosyalizmi akımının geleneksel refleksleri ile bugünkü tavırları arasındaki farklılıkları ayrıntılı olarak tartışmamız gerekiyor.
Sözünü ettiğiniz tutum farklılıklarının temelinde daha belirleyici bir farklılık mevcut: İşçi sınıfı sosyalistleri, dünya ve ülke analizlerini devrim stratejileri ile ilişki içerisinde ortaya koyar, ardından da bu strateji ile bağlantılı bir şekilde siyasi taktikler geliştirirlerdi. Basitleştirerek söyleyecek olursak: İlki, temel toplumsal ilişkilerin tahlili; ikincisi, gerekçesini bu tahlile dayandıran devrim stratejisi ve üçüncüsü, gerekçesini devrim stratejisine dayandıran siyasi taktikler. Neoliberal yıllarla birlikte ve günümüzde olimpiyat halkaları gibi iç içe geçmiş şekilde kavranabilecek bu üçlünün ortasındaki halkanın, devrim stratejisi halkasının silikleştiğini gözlemliyoruz. Böylece içinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun temel ilişkilerinin analizi ile güncel siyasi taktikler arasındaki bağ da kopmuş oluyor. Neoliberal zamanlarda sosyalistlerin güncel siyasi tutumlarının büyük ölçüde savunmacı bir hat içerisine çekildiği, toplumsal ilişkileri kökten dönüştürebilecek devrimci bir dönüşümün ihtimal dahilinde görülmediği anlaşılıyor. Geçmiş ile bugün arasındaki ana aks kayması devrim konusundadır; ana farklılık, toplumsal üretim ilişkilerinin analizi ile devrim stratejileri arasındaki içsel bağlantıyı bir arada kavrayan düşünsel üretimin ve tartışmanın bugün yapılmıyor oluşudur.
Geçmişe dönük olarak Milli Demokratik Devrim (MDD) ve Sosyalist Devrim (SD) şeklindeki kimi zaman karikatürize ederek de anlattığımız strateji tercihleri, sadece bizle sınırlı değildi, uluslararası çapta bir etkiye sahipti. Hindistan’da da, Pakistan’da da, Latin Amerika’da da, Afrika’da da devrimci hareketler, işçi sınıfı sosyalizmini savunanlar, benzer tartışmaları yürütüyorlardı. Yine de geçmiş güzellemesi yapar konumuna düşmek istemem. Yukarıda sözü edilen üçlü, şablon gibi kavranarak gerçekliğin üzerine pekâlâ da giydirilebiliyordu. Daha da acısı, uluslararası sosyalizm hareketindeki bölünmeler de devrim stratejileri tercihlerinde belirleyici olabiliyordu. Bölgelere göre şaşırtıcı durumlar da ortaya çıkıyordu. Örneğin bizde, İran’da, Hindistan’da Sovyetler Birliği’ni uluslararası sosyalizmin merkezi görenler SD’yi savunurken, Sovyetik olmayan parti ve gruplar MDD’ci idi. Latin Amerika’da ise tam tersi söz konusu idi; ne kadar Sovyetik Komünist Partisi varsa, tamamı MDD’yi savunurken, bunun dışında kalanlar bağımlı kapitalizm, gizli sömürge analizleri ile SD savunusu yapıyorlardı.
Bizdekinin tam tersi.
Evet. Ama bunlar olsa bile, sonuç olarak bütün bir Üçüncü Dünya Coğrafyasında, sadece Güney Coğrafyasında değil işçi sınıfı sosyalizmi akımının tarihi boyunca, yapılan bütün toplumsal ve politik analizler, iktisadi analizler hep devrim stratejisi ile birlikte düşünüldü. Kautsky niye köylülük sorunu üzerine yazdı, Lenin niye köylülük meselesini dert etti? Bütün hepsi devrim stratejisi çerçevesinde ittifaklar sorununun konusu idi, önlerinde bulunan o büyük sorunu çözmeye dönük entelektüel faaliyetlerin ürünleriydi o çalışmalar.
Şimdi buradan seçim meselesine geri dönecek olursak, 1980 öncesindeki yaygın seçimleri boykot çizgisinin asli teorik gerekçesi burjuva parlamenter sistemin Marksist eleştirisi idi. Lenin’in “parlamento burjuvazinin ahırıdır” sözü ile sembolleşen bu analizin sağlam bir gerekçesi bulunuyordu. Halk egemenliği ya da halk iradesi ile -bizde milli irade denir- o egemen iradenin hükümet biçimi ve iktidar pratiği şeklindeki tezahürü arasında önemli temsil mekanizmaları ve kurumları vardı; burada sosyalistler haklı olarak şunu söylüyorlardı: “Sizin hükümet biçiminiz ve parlamentonuz asla ve kata halk egemenliğinin gerçek tezahürü değildir; siz gerçek bir Cumhuriyet değilsiniz, şekli bir Cumhuriyetsiniz. Siz kendi sermaye çıkarınızı seçim mekanizması ve parlamento kurumu gibi enstrümanlar aracılığıyla, tahayyül edilmiş bir ulus çıkarı şeklinde genelleştirerek topluma sunuyorsunuz; biz bunu reddediyoruz.” Yani temsili parlamenter demokrasiler tam ve sorunsuz işlediğinde çok daha etkili bir biçimde hâkim sınıf çıkarı, kendisini genel çıkar şeklinde, ulus çıkarı şeklinde örgütleyebilir, diyordu sosyalistler.
Bugünden bakıldığında o eleştirinin kıymeti daha da artmaktadır. Halk egemenliğinin kendini gerçekleştirmesi gibi sunulan burjuva demokratik sisteminin yarattığı illüzyonu deşifre etmek, sermaye egemenliğinin toplumsal rıza devşirebileceği meşruiyet kanalları konusunda emekçi sınıfları daha uyanık olmaya çağırıyor. Şimdi bu illüzyon parlamenter temsili demokrasiyi kaldırıp faşist bir diktatörlük kurduğunuzda da ortadan kalkar, ama orada zaten halk egemenliği değil, çıplak bir sermaye hâkimiyeti söz konusudur. Burada kritik olan, halk egemenliğinin, yani halkın kendi yazgısını kendi özgür iradesiyle belirleme arzusunun temsili demokrasi yoluyla gerçekleşmesinin yol açtığı büyük illüzyon, tespitidir. Nitekim 1960’ların sonlarından itibaren meşruiyet krizi, temsili demokrasinin krizi, parlamenter sistemin krizi tartışmaları, ana akım mecralarda da başlamıştı.
Günümüzde temsili demokrasinin krizini otoriter rejimlerin yükselişinin takip ettiğini gözlemliyoruz. Bu bir olgu, ama eş anlı olarak, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde katılımcı demokrasi adı verilen doğrudan demokrasi deneyimleri de yükselişte. Gelişmiş kapitalist coğrafyada “neoliberal yıkıntıların ardından biz ne yapacağız?” sorusunu soran toplumlarda katılımcı demokrasi formları özellikle yerel yönetimler eliyle deneyimleniyor.
Önümüzdeki seçimler veya bundan sonraki seçim süreçlerine ilişkin önerinizi birazdan soracağım, çünkü o konuda başka bir bakış açınız var. Ama hazır konusu açılmışken, sadece parlamenter sistemde veya temsili demokrasinin araçlarında değil, başka katılım araçlarında ve aidiyetlerinde de bir yıkım oldu. Neoliberalizmin “temsili demokrasi illüzyonu” dediğiniz şeyin dışında yarattığı tahribatları da biraz açmanız mümkün mü?
Biz Marksistler neoliberalizmin iktisadi programına odaklandık hep; dolayısıyla sermayeleştirme, metalaştırma, proleterleştirme yönündeki güçlü sermaye eğilimlerini daha önce fark ettik ve kavramsal olarak bu süreçleri deşifre ettik. Sevgili Özay, sen de bütün bu tartışmaları Türkçe bir kitapta derleyerek bu alanın fikri gelişimine katkılar sundun. Fakat neoliberal gündemin ihmal ettiğimiz etkileri de söz konusuydu. Hem göreli egemen bir entite olan ulus, hem de politik toplumun toplumsal sınıf belirlenimli örgütlenişini ya da hiyerarşisini çözen ve dağıtan etkilerini analize dâhil etmekte epey geç kaldık. Hatta kimi arkadaşlar bu sürece, baskı altındaki kimliklerin özgürleşmesi ve devletin demokratikleşmesi adına destek de verdiler, buna destek vermeyen Marksistleri ise milliyetçi, devletçi vb. olmakla damgaladılar.
Politik toplumun kültürel kimlik belirlenimli örgütlenmesi ile sınıf belirlenimli örgütlenmesi arasındaki derin fark, sanırım artık herkes tarafından iyice anlaşılmıştır. Toplumsal sınıflar ekseninde bir politik toplum örgütlenmesi söz konusu olduğunda, politik mücadelenin odağı, doğrudan bölüşüm ilişkilerine kayar; “pastaya hangi sınıfın ne kadar katkısı var ve pastadan hangi sınıf ne kadar pay alıyor” sorusu ana akım siyasetin başat konusu olarak politize olur. Yeni-sağın 1970’lerin sonlarındaki öfkeli yükselişinin hedef tahtasında, (yeniden) bölüşüm ilişkilerini siyasallaştıran politik toplum örgütlenmesinin yer alması anlaşılırdır. Dolayısıyla birinci hedef buydu: Sendikalar geriletildi, etkisizleştirildi, istihdam biçimleri farklılaştırıldı, işçilerin bir sınıf vücuda getirmelerini geciktirici, siyasal temsillerini engelleyici müdahaleler birbirini izledi. Üstelik sosyalistlerin arasında bu süreci, nesnel bir gelişme olarak, üretimin teknolojik tabanındaki değişimin nesnel sonuçları olarak kavramaya meyilli olanlar da az değildi. Teknolojik determinist perspektiften de hep sınıf uzlaşmacı politik anlayışlar çıktı. Sendikalarda bu yöndeki görüşler hâkim oldu.
İkincisi, sermayenin neoliberal birikim yıllarında ulus-devletlerin ulus boyutunun çözülmesi ile ilgilidir. Neydi Aydınlanmacı düstur? “İrade güçtür, insan kendi iradesi ile kendi yazgısına hükmedendir”. Toplumu kuran ve tanzim eden erkin, gücün kaynağı, böylece gökyüzünden yere inmiş oldu. Modern ulus-devletler, egemenliğin kaynağının dünyevileşmesi sonucunu doğuran Aydınlanmanın çocuklarıdır. Hayek “sosyal” sıfatının devlet tanımından kopartılmasını ister; onun görüşlerini rehber edinen neoliberal gündem, “sosyal” sıfatını devletten kazırken aynı zamanda devletin ulus (bağımsız/egemen politik toplum) karakterini de büyük ölçüde erozyona uğrattı. Sermayenin yayılmacı genişleme eğilimi, bu akışkanlığı geciktirecek/belirsizleştirecek bağımsız/egemen coğrafyalar istemedi. İşi de zor olmadı; zira (bağımlı) kapitalist devletlerde ulus iradesi, hâkim sınıf hâkimiyetinin genelleşmiş formunu yansıtmaktaydı. Kapitalist devletlerde, devletin egemen ulus boyutu, bizzat devlet eliyle paranteze alındı. O nedenle OECD aracılığıyla 30 ülkenin madencilik yasaları aynı içerikle bir gecede değişebildi, örneğin. İnsan hakları alanındaki uluslararasılaşma kuşkusuz anlamlıdır; eşitlik, özgürlük, kardeşlik talebinin ortak insanlık değeri olması anlamında uluslararasılaşma değerlidir, ama yeraltı sularının ve yeraltı zenginliklerine nasıl kullanılacağı konusunda, ülkemin ulusal mevzuatının bir gecede 15-20 ülkeyle birlikte benzer içerikte değişmesi, fena bir şeydir.
Dolayısıyla neoliberalizm, iradeyi hem bireyde hem mal ve hizmet üreten emekçilerin bir sınıf olarak vücuda gelmeleri anlamında sınıfta hem de ulusta çözen etkileri ile gerici karaktere de sahip bir sermaye programdır. Bourdieu, “neoliberalizm uygarlığa karşıdır, uygarlığımıza bir tehdittir” diye yazdığında ne kadar da haklıymış. İlk okuduğumda “Bourdieu abartıyor olmalı” diye düşünmüştüm. Ama gerçekleşen tahribatın hem boyutuna hem de niteliğine bakınca, ne kadar haklı olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çünkü bu uygarlık, “irade güçtür, insan iradesiyle yazgısını belirleyendir” diyen bir uygarlıktır. Neo-liberalizm buna düşmandır.
Hocam, bu kadar modernizm, aydınlanmacılık kavramlarını kullanınca, başka “Marksist” çevrelerin tepkisini çekebilirsiniz…
Haklısınız. Ama karşımızda modernizm ile post-modernizm karşıtlığını aşan yeni bir saflaşma bulunuyor. Örnek olması bakımından ünlü Davos toplantılarının 2020 tarihli olanında Profesör Yuval Harari’nin sunuşundan söz edilebilir. Harari’ye göre yakın gelecekte insanın türsel varlığı değişecek; bizler homosapiens türünün, bağımsız düşünen insan türünün son jenerasyonu olacağız, bizden sonra bağımsız düşünme yetisini kaybetmiş ve küçük bir elitin kumandasına girmiş bağımlı bir tür ortaya çıkacak. Hariri, sermayenin büründüğü gerici karakterin muhtemel politik implikasyonlarını, bilgi teknolojilerinin eriştiği seviyeye mutlaklık atfederek modelliyor. Oysa başından beri kapitalist sermaye birikimi, kendinde işleyişi ile bireysel özerkliğe, sınıfsal kolektiviteye ve bunun modern ulus biçimindeki örgütlenmesine tahammül göstermiş değildir. Neoliberal yıllar, zaman zaman bastırılmış, geri çektirilmiş bu sermaye eğiliminin pro-aktif bir şekilde gözlemlenebildiği yıllar olarak da kayda geçti. Dolayısıyla bugün dehşetle fark ediliyor ki, insanın türsel varlığına ve tüm canlı formlarına meydan okuyan bir fenalıkla karşı karşıyayız. Bu nedenle liberal iyimserlikten sıyrılıp sermaye birikiminin nesnel etkilerinin gerici karakterinin görmek gerekiyor. Serbestiyi özgürlük, eşitsizlikleri de fark diye olumlamak, bugün artık kara propagandaya girer. O bakımdan, sanıyorum bunca yaşananların ardından, özellikle aidiyetler temelindeki politizasyonun, toplumsal eşitlik ve özgürlük yoksunu bir politik iklimde, tam tersine daha otoriter eğilimleri beslediği görülmektedir. Zaten ben burada araçsalcı akılcılığa dayalı bir modernite savunusu yapmıyorum. Eleştirel akılcılık diye de bir şey de var ve onun ucu açık.
O zaman tarih Rosa Luxemburg’u haklı çıkarıyor diyebilir miyiz?
Tabii ki, o büyük bir öngörüydü ve temelini de sermaye birikimini Marx’ı içererek aşan analizinden alıyordu. Luxemburg’un “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” mottosu, yalın sermaye hâkimiyetinin toplumsal sonuçlarına işaret ediyordu. 20. yüzyılın başlarındaki bu analizi Ernest Mandel, 20. yüzyılın sonlarında “Ya Sosyalizm Ya Yok Oluş” şeklinde revize etti.
Peki hocam, seçimlere geçmeden önce bir ara başlık olarak şunu sorayım. Şimdi bütün bu tahribatların müsebbibi olan neoliberalizmin sonuna gelindiğini düşünüyorsunuz sanırım. Bu süreç neye doğru evriliyor? Sizin gözlemlerinizde bu sürecin gidişatı nereye doğru? Ve hem neoliberal dönemde hem de şimdiki bu gidişat sürecinde AKP’yi nereye koymak gerekiyor? Çünkü siz sık sık vurgulardınız, “AKP sıradan bir parti değildir, dolayısıyla buna karşı yürütülecek mücadele de bir parti formuyla sınırlı verilemez” diye…
Marksistlere göre sermayenin kendinde freni yoktur, ona ancak dışarıdan bir sınırlama getirilebilir. Nesnel bir işleyişten söz ediyoruz. Sermayenin kendinde bir freninin olmaması, aynı zamanda eşitlik körü bir birikim rejimi olduğu anlamına da gelir. Neoliberalizmin sonu analizlerinin asıl içeriği, bu özellikle yakından ilişkilidir. Neoliberalizmin Parasalcı ya da Yeni-Kurumcu varyantları fark etmiyor, kâr ve rekabet önceliği ile hareket eden iktisadi faillere tabi bir toplumsallık tasarımı ortak paydaları olduğu için, ortaya çıkan sonuç tam bir katastrofi oldu. Neoliberal kapitalist sermaye birikimi, insan türü başta olmak üzere dünya üzerindeki yaşam formlarını tehdit eder hale geldi. Küresel, bölgesel ya da ulusal yönetici sınıflar bu hususu gittikçe derinleşen bir paradoks olarak yaşıyorlar. Sermaye birikim rejimini korumakla, toplumu ve doğayı korumanın, uzlaşması olanaksız iki karşıt politika tercihi olduğu, geniş kesimler tarafından anlaşılmaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sıradan olmayan özelliklerine gelince… Dünya kapitalist sisteminin neoliberal evresinde, Türkiye “derin entegrasyon” adı verilen ve uluslararası piyasalara yeniden eklemlenmeyi hedefleyen bir programla karşı karşıya kaldı; 1980’li yıllarda askeri rejim ve onu izleyen Özal’lı yıllarda “derin entegrasyonun” koşulları hazırlandı. Bunun anlamı Türkiye’nin kamucu ve göreli bağımsızlıkçı boyutunun budanmasıydı. Politik toplumun toplumsal sınıf temelli örgütlenmesinin sol ve sendikacılık hareketi ezilerek geriletilmesi demekti. Soğuk Savaş yıllarının geride kaldığı 1990’lı yıllarda bu programa ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu adı verilen jeo-stratejik hedefleri de eklendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin merkez siyasal güçleri “derin entegrasyon” ve “ılımlı İslam” rolünün gereklerini yerine getiremediler. Bunun nedenlerinden ikisi kısaca belirtilebilir. Her şeyden önce bu rol, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ve üniterlik gibi iki kurucu sütununda kayda değer bir revizyon talep etmekteydi. İkincisi, 12 Eylül askeri darbesi CHP-DP/AP ile temsil edilen merkez siyasal alanı önemli ölçüde tahrip etmişti. Sağ ve sol kanatlarıyla merkez siyaset, örselenmiş ve parçalanmış bir haldeydi. İşte Adalet ve Kalkınma Partisi tam da bu rolü oynayacak baş aktör olarak tarih sahnesine adımını attı. Aktör seçiminde de rol alan ABD, AKP’ye güçlü bir destek sundu; Gülen Cemaati kısa süre içinde AKP’yi kendi örgütlenmesinin politik uzantısı haline getirmeyi başardı. Türkiye’nin küresel kapitalizme yeniden derin entegrasyonunu sağlamak maksadıyla, kurucusu sütunlarda revizyon gerçekleştirmek demek, kurucu parti rolü üstlenmek de demekti. Atatürk Türkiye’sinin trajedisidir; kurucu sütunlarda revizyon işlemi, Cumhuriyet’i yıkmayı siyasi varlık sebebi bellemiş kadrolara kaldı. O bakımdan Adalet ve Kalkınma Partisi belli bir sınıf temsiliyeti ile iktidar talep eden bir politik çevreden fazlasıdır. Bugünden bakıldığında şu söylenebilir: Siyasal İslamcı gelenekten gelen bu kadrolar böylesine büyük bir tarihsel fırsatın ağırlığını taşıyamamıştır. Bunda Gezi Ayaklanması’nın tayin edici bir yeri olduğu açıktır.
Şimdiki seçim sürecine bu genel perspektifle bakacak olursak, evet, Türkiye artık an itibariyle bir seçim sürecine girmiş durumdadır. Seçimler erken mi olacak, zamanında mı olacak, tartışmaları var. Türkiye’de seçim süreci zaten hep pek heyecanlı olur ve seçimlere hep anlamlar atfedilir. Fakat pek az seçim, seçmeninde yüksek heyecan duyduğu ve sürece dâhil olduğu bir tarzda yaşanmıştır. İçinde bulunduğumuz seçim sürecinde de aslında en aktif ve en heyecanlı olan, süreci büyük bir dikkatle izleyen kesim, politik partiler kadar ya da onlardan belki daha da fazla bir şekilde seçmenlerin bizatihi kendisidir. İçinde bulunduğumuz seçim sürecinde seçmenler alarm vaziyettedir.
Şimdi seçimlerde kimi seçeceğiz? İktidarı mı seçeceğiz? Evet, ama yetmez. Hükümet sistemini de mi seçeceğiz? Evet, ama hâlâ fazlası var. Peki, bir siyasal rejimde mi seçmiş olacağız? Buna da pekâlâ evet demek mümkündür. Dolayısıyla; iktidar, hükümet sistemi ve siyasal sistem şeklinde üç mücadele alanının iç içe geçtiği bir seçim süreci yaşamaya başladık. Şimdi burada Cumhur İttifakı denilen iktidar bloku, bunu sadece mevcut hükümet sistemi ve mevcut rejim -ki o rejimin ne olduğu da muallak aslında- altında bir iktidar oylaması ile sınırlı olacağı görüşünde. Oylarındaki erimenin biraz farkındalar, ama hani içlerinden biri şey diyordu, seçim propagandası dilini değiştirirsek…
Metin Külünk dedi. “Propaganda dilini değiştirirsek %70 alırız” dedi.
Evet, %70’i buluruz diyor. O sanırım propaganda işlerinden sorumlu merkezlerine yönelik bir eleştiride bulunuyor. Ama kafaları da biraz öyle çalışıyor: “Yine Reis bir atraksiyon yapar, seçimleri koparır” şeklindeki bir duyguyu kendi saflarına da yayıyorlar. Millet İttifakı ise hükümet sistemi değişikliğine odaklanan bir seçim stratejisi izliyor. Sadece iktidar değişmeyecek, aynı zamanda hükümet sistemi de değişecek. Onu oyluyorlar; “tek adam rejimi mi, parlamenter rejim mi?” şeklinde bir hatta ilerliyorlar. Güçlendirilmiş parlamenter sistem adını verdikleri hükümet sistemi ile AKP’li yıllar boyunca bir türlü yeniden kurulamayan merkez siyaset alanı kurulmak isteniyor. Bir bakıma Millet İttifakı ülkeyi mevcut ucube başkanlık sisteminden parlamenter sisteme yeniden kavuşturarak CHP ve İyi Parti şahsında merkez siyaset alanını yeniden inşa etmeye talip gözüküyor. Çünkü Erdoğan, AKP’yi Özal’ın ANAP’ı taşıdığı gibi siyasal yelpazenin merkezine taşımayı hep reddetti. Ertuğrul Özkök Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “merkeze gel” diye az çağrı yapmadı Erdoğan’a. Ama gelmedi. Erdoğan’ın gerekçesini bir tirat tadında ifade etmek gerekirse, şöyledir: “Ben varlığım itibariyle bir ülkeyim, siz benim eteklerimin altında kendinize yer bulursanız varsınız, yoksa yoksunuz, ne merkezi!” Çünkü merkez olmayı kabullenmek, hem merkezde hem de çevrede kendisine rakip başka politik güçlerin varlığını kabul etmek anlamına gelir. Erdoğan, “benim milletim” derken liderliğini tartışmasız kabul edenleri kasteder; reddedenler o tasnife girmez. O siyasal İslamcı kafa kendini bir tüm olarak görür; onun birlik-bütünlükten anladığı kendi tümeli içindeki bir düzenlemeden ibarettir.
Türkiye AKP’li yıllar boyunca siyasal yelpazenin merkezinden yoksun kalmış, Cumhuriyet’in laik-üniter-sosyal sütunları yerinden sökülmüş ve iğdiş edilmiştir. Tam da bu nedenle bugün Türkiye’nin katmanlaşmış ve derinleşmiş dertlerinin kristalize olduğu ana sorun, bu toprakların çocukları olarak hangi temel norm ve ilkeler etrafında bir arada var olacağımızdır. Bir diğer ifade ile ana sorun yeniden uluslaşmak sorunudur. Bu perspektifle bakıldığında Millet İttifakı’nın hükümet sistemi ile sınırlı ufkunun sınırları da görülmüş olur. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısı, kendilerinin de memleketin anahtar problemi konusunu belli bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir. Seçim sürecinde yanıt bekleyen iki belirgin soru, iktidar ve hükümet sistemi sorunu daha temel bir problemin belirlenimine tabidir. Memleket sathında insanların bir egemen varlık olarak hangi ilkeler etrafında bir arada yaşayacakları hususu, içinde bulunduğumuz sürecinin yanıt bekleyen anahtar sorusudur. Sadece iktidar değişikliği, sadece hükümet sistemi değişikliği ile yetinen bir program buna cevap üretemez.
1921 Anayasası’nın 1. maddesini yeniden hatırlamanın tam zamanıdır: “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Yani egemenlik ulusundur ve egemen ulusun idare tarzı, halkın bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanacaktır. Kısaca hem egemenlik hem de iktidar halkındır, diyor, 1921 Anayasası. Kılıçdaroğlu “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıracağız” diyor, harika, lakin bu temsili demokrasiyle olmuyor; temsili demokraside cumhurun iradesi ülke idaresinde doğrudan gerçekleşmiyor. Hâkim sınıflar kendi çıkarını, ulus çıkarı olarak temsili mekanizmalar aracılığıyla pekâlâ genelleştiriyorlar. Bu konuda epey de uzun bir deneyime sahipler. Temsili parlamenter demokrasinin günümüzde halkın gerçek sorunlarına yanıt üretebilmesi artık mümkün değil; sermayenin yaşam alanlarına küresel ölçekteki doğrudan nüfuzu, karşısında da tek etkili seçenek olarak doğrudan demokrasiyi gündeme getiriyor. Dolayısıyla bağımsızlık olacaksa bu ancak doğrudan demokrasi ile olacak; yani hem egemenlik hem de iktidar halkın olacak. Bu davete var mısınız?
Peki hocam, son olarak size, hem seçim sürecini hem de seçim dışındaki süreci kapsayacak şekilde kongre tarzı örgütlenmeyle ilgili bir soru sorsam. Bir kongre hareketi öneriniz var. Az önce bahsettiğimiz bağlamlarda, kongre hareketi şeklinde ifade ettiğiniz önerinin nedeni ne? Alternatifiniz neyi içeriyor?
Kongre yapısı, tabii ki örgütleyici bir politik irade ile gerçekleşiyor, ama sonuç olarak bulunduğu mahaldeki en geniş irade temsilini içeren bir demokratik varlığı oluyor. Bunu; meclis, konsey, şura gibi de düşünebiliriz. “Neden bu örgütlenme formu?” derseniz, bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 20. yüzyılda da büyük ölçüde etkisini sürdüren, 1840’lı yıllarda ortaya çıktığı söylenen genel siyasal yelpaze, neoliberal dönem boyunca dünya çapında büyük ölçüde alabora oldu. Dolayısıyla siyasal yelpazenin de yeniden şekillendiği, yeniden adlandırıldığı bir süreci yaşadığımızı düşünüyorum. Bu nedenle yelpaze veriliymiş gibi davranmak ve oradan topluma hitap etmek, gerçekte olmayan bir yerden çağrı çıkarmak anlamına geliyor. Oysa siyasal yelpazedeki yer, gerçek hayatın somut çelişkileri içindeki pozisyonla yeniden tanımlandığında daha gerçekçi olur. Halk egemenliği ve halk iktidarı organı olarak neden kongre, sorusunun birinci yanıtı bu.
İkincisi, uzunca bir süreden beri dünya kapitalizmi kendi krizini çözemedi, neoliberalizm de bir anti-kriz programı idi, o da başarısız oldu. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başlarındaki uzun ve büyük iktisadi buhranları şimdi sanki iç içe yaşıyoruz; büyük ve uzun sürecek bir buhranın içindeyiz. Böylesi koşullarda devrimci bir politik özne olarak sadece kendi mahallenin sorumluluğunu üstlenemezsin; aksine bütün bir ahalinin, bu buhran koşullarıyla karşı karşıya kalan bütün bir halkın sevk ve idaresinden sorumlu olarak davranmak zorundasın. Bütün bir halk idaresinin sorumluluğuyla davranan bir politik aktörün düşünebileceği örgütsel form, benim dar deneyimim çerçevesinde kongre tipi örgütlenmedir. Bu iki genel gerekçeye bir başka unsur daha eklenebilir. 1918-22 arasında Anadolu’da çok sayıda yerel kongre iktidarları ortaya çıkmıştır. Bunlar işgal koşullarında kendi bölgelerinde hem savaş yıllarının olumsuz etkileri ile mücadele etmiş hem de direniş örgütlemiştir. Erzurum da yerel kongrelerden biridir. Kurtuluş Savaşı yıllarında sadece bir ulusal kongre vardır, o da Sivas’ta toplanmıştır. Özetle zor zamanlarda kongre tipi örgütlenme, bu toprakların zihniyet haritasında da yeri olan bir örgütlenme biçimidir.