Recep Tayyip Erdoğan, istese de farklı görüşlere karşı hoşgörülü davranamaz, davranamıyor. Erdoğan’ın milliyetçi ve maneviyatçı tabana seslenirken yumuşak tonda ilerlemesi kendini inkârdan öte ayak bastığı zemini kaybetmesine neden olur
“Bütün diktatörlükler bir fikirle yola çıkar. Lakin her fikir, biçimini ve rengini onu gerçekleştiren insandan alır.”[1]
Sürekli seçim kazanması, muhalefetin mütemadiyen kaybetmesi (kimi zaman da saç baş yolduran hamleleriyle), iktidarın kazandıkça daha gösterişli daha büyük daha varaklı bir hale gelmesi “yalnız şunu da unutmayalım Erdoğan da bir politika kurdudur, siyasi bir dehadır” yorumlarına maalesef neden oldu.
Recep Tayyip Erdoğan bir siyasi deha mıdır? Kati suretle cevap hayır! Politikanın kurdu mudur? Ona da hayır! Tayyip Erdoğan insanlığın tüm siyasi tarihinde karşılaşılan çok klişe bir otoriter figürdür sadece. Yaptıkları, ettikleri Türkiye Cumhuriyeti tarihinde derin izler bırakmıştır tabiî ki. Bırakılan her iz hatırlanacaktır. O ayrı mesele.
Erdoğan bir siyasi deha değilse 10 milyonlarca oyu nasıl aldı? Laik temeller üzerine kurulmuş bir Cumhuriyeti, şu an için, nasıl soft-şer’î bir renge boyadı? Birinci gerekçe yukarıda Erdoğan’ın otoriter kişiliğiyle bağlantılı olarak oluşturduğu sistemdir. İkinci gerekçe de Anadolu halklarının çoğu zaman ırkçılığa değen milliyetçi-dinci sosyolojik özelliğidir. Erdoğan’ın da beslendiği, büyüdüğü bu toplumsal yapı otoriter kişiliğini pekiştirip, gelmiş olduğu noktayı bize sunmuştur.
Otoriter kişilikle 20 yıllık hükümranlık sağlanabilir mi?
Siyasi tarih bunun kanıtlarıyla bezenmiş durumda. Giriş cümlesini alıntıladığım Calvinizm tam da bu sebeple ortaya çıkmış ve var olmuştur. Calvin, tüm otoriter tarihsel ‘yoldaşları’ gibi din ile kurduğu ve baskı ile yoğurduğu hükümdarlığını karşısına dikilen bütün entelektüel, eleştirel ve bir o kadar da isyankâr devrimcilere karşı uyguladığı despot rejimle güçlendirmiştir. Calvin, muhalifleri kadar entelektüel değildi. Karşısına dikilenler, Castellio gibi, sonrasında değerleri çokça anlaşılmış bilge insanlardı ama kazanan Calvin oldu. Burada kazanmak kavramını felsefi bir zemine çekip mevzuyu başkaca bir hale getirmek istemiyorum.
Calvin, otoriter sistemin dozunu hiç düşürmedi. Yıllar geçtikçe daha da sertleştirdi. O baskıyı artırdıkça halk daha fazla korktu. Korkuları gözlerinin önüne perde indirdi. Calvin’i ve Calvinizmi aşılamaz bir kudrette görmeye başladılar. Castellio’dan önce sokak protestoları yapanlar, bireysel olarak muhalif sesi yükseltenler en acımasız şekilde katledildi. Zindanlara atılanlar unutturuldu. Calvinizm bunu her zaman ‘dinin yozlaşmasını engellemek için’ yaptı. Din rengi insanları büyülemeye, düşünmekten uzaklaşmaya, başlarına bir dert gelmemesi için derinleştikçe derinleşen bir sessizliğe itti. Artık Calvin kendini çok daha kudretli, çok daha egemen hissediyordu. Bunu hissetmesinin temelinde yatan da toplumun kayıtsız şekilde korkuya kapılmasıydı şüphesiz.
Gelelim Türkiye’ye. Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelme süreci ve geldikten sonraki ilk 7 yılı hatırlayalım. Burada detaylara girmeyi gereksiz buluyorum. Ancak; Erdoğan’ı var eden süreç onu yok etmek üzerine kuruluydu en özet yorumuyla. Din mağduriyeti, ki daha dün bile başörtüsü ‘zulmünden’ yine ve yine bahsedildi, Erdoğan’ın en büyük kalkanıydı. Hâlâ öyle! Erdoğan’ın sırtını dayadığı İslamcı duvar, kişiliğinde menkul otoriter karakteriyle bir puzzle parçası gibi oturdu. Erdoğan’ın yapması gerekenler çok basitti: Anadolu irfanının bam tellerini titretmek, coğrafi bölgelere göre din sosunu karıştırmak ve şiddet dilini en hoşa giden tonda kullanmak. Sonrası toplumun hareket kabiliyetine kalmış. Bir sözüyle sahaya çıkabilen kitleler yaratmak sadece 14 yılını aldı Erdoğan’ın. İlk yıllarında otoriter kişiliğini baskıladığını da düşünürsek bu süre 10 yılın da altına düşer.
Erdoğan bir siyasi deha değil. Erdoğan tıpkı benzerleri gibi, Franco, Hitler, Humeyni, Saddam, Kaddafi gibi davrandı, davranıyor. Zaman, mekan ve dünya konjonktürü değişmiş olsa da tutumlar aynı. Bir gün bir tüfekle verilen poz halkı ölüme götürebilir, gün gelir 7-8 dakikalık bir Facetime görüntüsü.
Erdoğan’ın son 2-3 haftada bile başımızı döndüren tarzda nefret söylemine sarılması ve bundan artık geri dönüşünün olmayacağını bilmesi siyasi bir hamleden ziyade kemikleşmiş bir karakter özelliği olarak yorumlanmalıdır. Politik alanda mertlik, Erdoğan’a daima tümüyle yabancı bir şeydir. Onun gözünde her tür eleştiri denemesi sadece kuramsal olarak bir düşünce ayrılığı değil, bir devlet suçu, cürüm gibi bir şeydir. Recep Tayyip Erdoğan, istese de farklı görüşlere karşı hoşgörülü davranamaz, davranamıyor. Erdoğan’ın ayakta kalma ve yürüme nedeni bu topraklarda bulduğu sünni itaat zeminidir. Erdoğan’ın milliyetçi ve maneviyatçı tabana seslenirken yumuşak tonda ilerlemesi kendini inkârdan öte ayak bastığı zemini kaybetmesine neden olur.
Peki Erdoğan’a rakip olmak ne demek bu vaziyette? Fırsatçılık dışında kalanlar için konuşacaksak; büyük bir meydan okuma halidir. Erdoğan’ı siyasi zeka ve entelektüel birikimleriyle ezebilecek çok sayıda siyasetçi var Türkiye’de. Akla gelen ilk isim Selahattin Demirtaş şüphesiz. Ancak Demirtaş ve onun gibi muhaliflerin Anadolu topraklarının mayasında karşılık bulma şansları düşük. Demirtaş bu barajı her anlamda yukarı çekmiş olsa da… Sonuçta dini temelli bir dikta rejiminde hapsedilmek, sınır dışı edilmek, tüm hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmak en olağan vakadır.
Muhalefetin hataları, eksikleri başka bir yazının konusu olabilir. Erdoğan’ı yenmek, 20 yıldır yenememek bu kadar zor mu diye tartışılabilir. Belli bir toplumsal kriz belirginleşmedikçe cevabım ‘zor’ olacaktır. Muhalefet yetersiz veya beceriksiz olabilir. Bu çokça da dile getirilmekte. Erdoğan’ın ‘zafer üstüne zafer’ kazanmasının tek nedeni bu olamaz. Birçok gerekçe sayılabilir ama en tepede durması gereken gerekçe, Erdoğan’ın sağlam temellere dayalı otoriter kişiliğidir. Anadolu topraklarında neyin para edeceğini bilmek, en seviyesiz siyaset bile olsa, size kazandıracaktır. Olan budur!
Dipnot:
[1] Zweig, S. Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e., 2017. Can Yayınları. İstanbul.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.