Destanlar ve gerçekler: İyi ki doğdun Bingöl Erdumlu

"Bütün bunların üzerine yani Sartre’ı, Camus’yü bilmem neyi okuyup da Türkiye’de büyük bir işçi merkezine gidersen; Zonguldak’tır o benim hayatımda... Ve orada da bir saf seçmen gerekiyorsa artık, orada egzistansiyalist olmanın çok da anlamı yok tabii. Siyah kazak giyip pipoyla dolaşmanı başka yerlerde yaparsın, Ankara’nın, İstanbul’un semtlerinde. Ama, orada bir saf seçersen, seçtiğin o saf oluyor yani"

Destanlar ve gerçekler: İyi ki doğdun Bingöl Erdumlu

Hareketin geçmişinde gerçekten epik yanlar da var ama başka yanlar da olmak durumunda. Çünkü gerçeklik, hani Danton’un söylediği gibi, buruk. Zaten o yanını gördüklerinde, kaldıramayanlar da oldu. İşte o cezaevlerinde anlattığım trajik olaylar… Bizim burada yapabileceğimiz, kendi kuşağımız için değil, ki kendi kuşağımız için olsa olsa bu yazılanlar bir ağıt da olabilir. Ama önemli olan genç bir insanın işi bu iki yanıyla da görebilmesi… Ya da değişik yanlarıyla görebilmesi.

Bingöl Erdumlu destana ve gerçeğe dair bunları söylemişti 2015 yılında. İki yıl, belki daha fazla kayıtlar yaptık birlikte. Konuştuk, anlattı, yazıya döktük. Yazdıklarımızın adını “Altıncı Suit” koydu. Johann Sebastian Bach’ın Altıncı Suit’i (Cello Suite No. 6) onun yıllar yıllar süren sessizliğinin, söylemek duyurmak istediklerinin artık zamanının gelmekte olduğunu çağrıştırırdı ona. Gerçeğin, gerçekliğin zamanı… Destanlar belli ki siyasetin ve bu arada sol siyasetin ihtiyacı. Ama çoğu kez gerçek, destandan daha epik, daha lirik olabiliyor. Gene de “Tuhaf bir şekilde insanlar görmek istemiyorlar” derdi:

Bir şeyleri kurcalamak istemiyorlar. Hani, dünyanın bir başka ülkesindeki bir harekette görürsün sen bunları ama kendi ülkende, kendinin de ilişkili olduğun hareket söz konusu olduğunda görmek istemiyorsun. Burada tabii işi doğru koymak lazım. Ne bu iş tek başına destan ne de tek başına komplo teorisiyle bilmem neyle açıklanacak bir olay. Gerçeklik bunların arasında bir yerde. Çok gerçek insanlar vardı harekette. Ve başka koşullarda çok da güzel bir şey üretebilecek bir hareketti, ben hâlâ ona inanırım.

Bu inançla biz de yazdıklarımızın girişine Georges Jacques Danton’un şu deyişini koymuştuk: “Gerçek… Şu buruk gerçek.” Ben de şunları yazmıştım ardından:

Gerçeğin gözüne bakmak kolay olmuyor. Geçen zaman içinde destan olmuş ve ‘dokunulamaz’ addedilen her ne varsa biraz da kapalı tutuluyor gerçeğe. Bu, destansı THKP-C ve THKO hareketleri ve bu hareketleri örgütleyen devrimciler için de böyle. Mutlaka bu hareketlerin lirik yanları, özellikleri var… Hatta bu hareketlerin tarihi içinde destandan daha güzel, daha çarpıcı gerçekler de var. Ama duymak, bilmek istemediğimiz gerçek, Danton’un dediği gibi “buruk” çoğu kez. Ve gerçeği hesaba katmadığımızda gelişme/ilerleme olmuyor.

Bingöl Abi’yi geçtiğimiz 19 Ağustos’ta kaybettik. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’nin (THKP-C) kurucularından, on kişilik genel komite üyesinden biriydi. Kendisinin, işçi sınıfı hareketinin Parti-Cephe’yle olan bağının bir ürünü olduğunu söylerdi. Karadeniz Ereğli’de, İzmir Aliağa’da sınıf sendikacılığının içinden geçip gelmişti. 1969’da Erdemir’in bekâr lojmanlarından fabrikaya gidip gelirken servis otobüsünde tanıdığı, hemen kaynaşıp dost olduğu Necmettin Giritlioğlu ile birlikte. Necmettin, 1970 yılının yine bir ağustos sabahında grev pankartının altında vurulup yoldaşı, kardeşi Bingöl’ün kollarında can vermişti. “Düşünsene… Necmettin’le birlikte tek fotoğrafımız yok” demişti. “Öyle sıcak, öyle hareketli günlerdi.” Can Kartoğlu’nun dediği gibi, Bingöl Erdumlu anılacaksa Necmettin Giritlioğlu’yla birlikte anılmalıydı. “İki dost, iki kardeş, iki yoldaş…”

Bingöl Abi, dünyanın ve tabii Türkiye’nin 1980’ler biterken yaşadığı büyük altüst oluşlar karşısında ayakta kalanlardan oldu. Yıkılan duvarın altında ezilmedi. “Böyle yalınkat putlaştırıp da sonra putlar yıkıldığında o putların altında kalan çok insan oldu” diye anlatmıştı. “Başka bir temelin yok da oradan yola çıkıyorsan, onlar yıkılınca, altında kalabiliyorsun ve çoğu insana bu oldu. Benim kuşağımdan, sonraki ’80 kuşağından çok insan yaşadı bunu.” Bingöl Abi, sosyalizmi tanımadan önce zaten yolunu ayıranlardandı kurulu düzenle, sistemle ya da her ne karın ağrısıysa. Daha ilk gençliğinde egzistansiyalist felsefeyi tanımıştı Sartre’ın Özgürlük Yolları’yla, Camus’nün Veba’sıyla, Yabancı’sıyla… Bunlar onu zaten Türkiye’de olduğu kadar ya da dünyada olduğu kadar burjuva düzeninden koparmıştı. Onun üzerine solculuk gelmişti. Ama solculuk gelmese de gene o dönemin bir yabancılaşmış kuşağı içinde hissediyordu kendini. Şöyle anlatmıştı: “Daha evveliyatı da var Türkiye’de o kuşağın tabii. Türk hikâyecilerinden özellikle Sait Faik’i çok severdim. O arada İnce Memed’i filan da tanıdım. Rus ve Batı edebiyatını da… Dostoyevsky, Dickens, Balzac, Émile Zola da o yaşlarda tanımaya başladığım yazarlardır.”

Edebiyattan, sanattan, sinemadan alabildikleriyle şekillendi duygu ve düşünce dünyası. “Ondan sonra ister Hollanda’da yaşa, ister Türkiye’de yaşa, ister Küba’ya git, fark etmiyor. Sen neysen osun. Orada hemen bir kalıba sokamıyor kimse seni” derdi.

Bütün bunların üzerine yani Sartre’ı, Camus’yü bilmem neyi okuyup da Türkiye’de büyük bir işçi merkezine gidersen; Zonguldak’tır o benim hayatımda… Ve orada da bir saf seçmen gerekiyorsa artık, orada egzistansiyalist olmanın çok da anlamı yok tabii. Siyah kazak giyip pipoyla dolaşmanı başka yerlerde yaparsın, Ankara’nın, İstanbul’un semtlerinde. Ama, orada bir saf seçersen, seçtiğin o saf oluyor yani.

12 Eylül 1980 sonrası, Türkiye’nin olduğu gibi artık orta yaş dönemine ulaşmış Bingöl Erdumlu’nun yaşamının da yeni ve farklı bir dönemidir. Bir kauçuk botla ve tek kürekle Yunanistan’a geçiş, oradan Doğu Almanya, Hollanda… Barış mücadeleleri, dur durak bilmeyen uluslararası dayanışma çabaları. Ve Küba, Nikaragua. Küba’dan çok ve olumlu yönde etkilenmiş Bingöl Abi. Ama Nikaragua’da Sandinistlerin arasında yaşadığı deneyim ve Nikaragua –genel olarak da Latin Amerika- üzerine anlattıkları özellikle ilgi çekici ve düşündürücüydü. Gerçek bir katkıydı bana kalırsa. Hayata, Türkiye’ye, sola ve elbette ki Parti-Cephe hareketine daha geniş bir perspektiften bakabilme becerisi, yıllar alan kendi birikiminin -ve belki meslekten de gelen bir nesnelliğin- yanında biraz da bu kısacık dönemde gördükleri, yaşadıkları sayesindedir. Bu çerçevede genel olarak Latin Amerika gerilla hareketleri, siyasi yönelimler ve süreçlerle Türkiye’deki sol siyasetin gelişim çizgisi ve özellikleri üzerinde de uzun uzun konuştuk Bingöl Abi’yle.

İşte böyle. Konuştuk, anlattı.

Bugün 26 Eylül. İyi ki doğdun Bingöl Abi. Ne güzel seni tanımış olmak ve ne güzeldi seninle söyleşmek, gülmek, kucaklaşmak.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur