Bir ozan ve şairi buluşturan sayfada: Ruhi Su ve Hasan Hüseyin

"Bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda ağır demektir. Türkülerden korkulması boşuna değildir!"

Bir ozan ve şairi buluşturan sayfada: Ruhi Su ve Hasan Hüseyin

Geçmiş dönemlerin ekonomik, siyasal ve buna denk gelen toplumsal hareket düzeyi ve kültür-sanat boyutunu belgelerden takip etmek insana güçlü bir görsel hafıza da kazandırmaktadır. Ağlasun’daki Şair Hasan Hüseyin Anı Evi arşivinde 1968 yılında 15 günde bir çıkan “Forum” dergisinde rastladığım bir yazı karşısında doğrusu çok heyecanlandım. Yazı, derginin 1968 yılı nisan başındaki sayısında yayımlanmış bir röportajdı. Ve Ruhi Su ile yapılan röportajı da derginin yayın yönetmeni olan şair Hasan Hüseyin Korkmazgil gerçekleştirmişti.

Söz konusu röportajda Ruhi Su’nun yanıtları kadar, Hasan Hüseyin’in içtenlikli ve samimi bir atmosferi işaret eden soruları da usta bir müzik insanının sanat açısından iç dünyasını, felsefi ve toplumsal bakış açısını ele veren leziz bir tadı çağrıştırıyordu.

Ölümünün 37.yılını geride bıraktığımız Ruhi Su ile ondan bir yıl önce kaybettiğimiz Hasan Hüseyin’i bir arada yaşatan röportajı olduğu gibi aşağıya alıyorum:

Ruhi Su diyor ki

Konuşan: Hasan Hüseyin

Akı karasından çok, dalgalı, gür saçları ile çevrili vakur bir yüz ve bu yüzü gizli bir el gibi dolaşan acı, umut, öfke, sevgi ve dostluk karışımı ince, ipince bir gülümseme. Tok, işlenmiş ölçülü bir ses. Uyanık, bilinçli, tane tane sözcükler. Fırtına öncesi gibi bir adam.

“Bu adamla kötü bir şey konuşulmaz” diyor insan. Bu adamla sanat konuşulur, türkü konuşulur, halk konuşulur, güzel ve güzellik konuşulur, dostluk konuşulur, kötü bir şey konuşulmaz. O ince İstanbulluluğun altında gürül gürül, inim inim, iniş yokuş, eşkıya bir Anadolu. Göğsünde bir ak güvercin tutuyor gibi. Göğsünde tuttuğu güvercini kendi elinden, kendi kolundan, kendi gövdesinden koruyor, kıskanıyor gibi.

“Ooo, çok severim çayı! Dudak rengi, dudak sıcaklığı, dudak dudağa…”

Elindeki cam bardağı gözleri hizasına kaldırıyor, sevgiyle bakıyor çayın rengine:

“İşte böyle sıcak olmalı, keklik kanı olmalı ve silme dolu olmalı. Severim çayı!”

Ve çay birden bire güzelleşiyor.

“Kimi Adanalı bilir sizi, kimi Vanlı, kimi Sivaslı…” diyorum.

Doğum yerim Van. Adana’da büyüdüm” diyor.

“Benim de lise yıllarım Adana’da geçti. Güzel yer, Adana.”

Çayını hızla yudumluyor.

-“Güzel ve değişik… Çocukluğumun ve gençliğimin gelişmesini insanından bitkisine kadar Çukurova’ya ve çevresine borçluyum.”

-“Aile çevrenizde müziğin yeri nedir? Bugünkü çalışmalarınızı konservatuvar yıllarına kadar uzatmak mümkün mü?”

-“Türkülerle olan ilişkim, çocukluğuma kadar uzanmaktaysa da, bu konuda bilinçlenmem Devlet Konservatuarı’nda başladı.”

Duvarda asılı sazı alıp oturuyor sedire. Dik ve usta. Taşları yontup hazırlamış. Bu taşlarla ne yapacağını iyi biliyor. Onun sanata saygısı karşısında son derece duygulanıyor insan. Ruhi Su işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç, örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Ruhi Su’yu dinlerken tarih bilinciyle coşmamak elde değil.

-“Kaç yıl sustunuz usta. Bu susuşun bugünkü sanatınızdaki payı, etkisi, rengi sizce nedir?”

Bağlamayı bırakıp sedire, çayına dönüyor.

-“1945 yılına kadar radyolarda söyledim. Türkü söyliyenin susması, türkülerin susması demek değildir. Bu türküleri ortaya koyan hayatın kendisidir, halkın içinde bulunduğu koşullardır. Bu hayat, bu koşullar sürüp gidecek, fakat bu türküler söylenmiyecektir denilemez.”

Birden bir fırtına yalayıp geçiyor yüzünü, sesi daha tok, daha öfkeli, daha kesin bir ton kazanıyor:

-“Akşam öten kuştan kork, sabah solundan uyanmadan kork, fukaradan kork, dostluktan, türkülerden kork. Bir düzen türkülerinden korkmağa başladı mı, artık o düzeni kimse ayakta tutamaz. Nesimi’nin derisi yüzülmüş, Pir Sultan Abdal asılmış; fakat bütün bu asmalara kesmelere rağmen ne o düzen kalmış ne de o debdebeli sultanlardan bir kimse…”

Konuşmuyor türkü söylüyor sanki. Kırık-dökük tek bir sözcük çıkmıyor ağzından. Her sözcüğü yontmataş gibi sağlam, ölçülü, dengeli.

Sabahacak kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha diyende beş yüz atlı binerdi
Alnı top zülüflü beyler nic’oldu

diyor sanki.

Hayat akıp gidiyor. Beyler, sultanlar göçüyor. Saltanat da zulüm de debdebe de kimselere kalmıyor. Yaşayıp giden sadece türküler, türkülerde halk.

İşte bitmeyen, susmayan, sadece bu ses! Ruhi Su, bu damara bağlamış kendini.

-“En son yaptığınızla ilk yaptığınız türkünün adları ve aralarındaki ayrım nedir sizce? İkisi arasında kaç yıl geçti?”

-“Yapmak sözcüğünü ‘söylemek’ anlamında kullanıyorsunuz. İlk söylediğim türkülerle bugün söylediklerim arasında kırk beş yıla yakın bir zaman geçti. Yok, ‘bestelemek’ anlamında kullanıyorsanız benim işim genellikle icracılıktır.”

-“Halk türkülerinin doğuş nedenlerine, yani –bir bakıma- özlerine inmek ve sanatımızı oradan başlatmak gerektiği görüşüne ilk nerede, hangi tarihte, ne gibi koşullar ve etkiler altında vardınız? O sırada Batı’da bunun örnekleri var mıydı?”

-“Söylediğim gibi türküler üzerindeki bilincim, Konservatuvar yıllarına rastlar. Bu bilinçlenmeye yalnız müzik eğitiminin yettiğini söylemek, tabii, eksik olur. Bütün eylemlerde olduğu gibi müzik çalışmalarını da etkileyen, insanın genel kültürü, çevresi, içinde yaşadığı koşullar ve dünya görüşü oluyor.”

-“Haklısınız… Müzik eğitimi yetseydi o güzelim halk melodilerini, motiflerini çorba yapıp, armonize müzik diye pazara sürmezlerdi.

Peki ustam, türkülerin de toplumun gelişmesine paralel bir gelişmeleri olduğu düşünülürse, ortaya bir ‘zaman’ faktörü çıkmaktadır. Türkülerin köklerine, doğuş nedenlerine inerken acaba bu ‘zaman’ faktörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?  Bunda ölçünüz sadece türkünün sözleri midir?”

Eksik fazla bir şey söylememe kaygısıyla bir an susuyor, sonra sesleri birleştirir gibi sıralıyor sözcükleri:

-“Türkülerin melodi örgüleri olsun, tonalite özellikleri olsun, insana bir ‘zaman’ kavramını düşündürebilirse de mimaridekine ya da tarih kalıntılarındakine benzer kesinlikle bir şey söylenemez. Söz gelişi, Yunan heykelleriyle bugünkü heykeller arasında bir Hitit heykeli görülse kesinlikle ayırdedilir de bugün dinlediğimiz türküler arasında hangisinin bir Hitit türküsü ya da Hitit üslubunda bir türkü olduğu ayırt edilemez. Oysa, bu heykeller, çanak-çömlekler, kabartmalar nasıl kalmış ve bugünkü sanatı etkilemişse, türkülerinden ve oyunlarından bir şeyler kaldığı ve bugünkülerin arasında bulunduğu muhakkaktır. Yalnız bunlar değil, Hitit insanının bu günün Anadolu insanında devam ettiğini söylemek bir kehanet olmasa gerek. Tabii türkülerde sözün zamanını tespit etmekse, melodiye göre daha kolaydır. Bir türkünün icrasında, sözleri değerlendirmektir bütün çaba. Çünkü, türkünün gerek melodi örgüsünün gerek ritminin de çabası bu sözleri değerlendirmektir. Dikkat ederseniz halk, oyun havasını ağıt gibi söyler. Türküler, zamanla amacından, doğuş nedeninden uzaklaşıyor halkın ağzında. Bunları düşünen icracıda bir yorum sorunu çıkar ortaya.”

-“Çay?”

-“Memnun olurum”

Ruhi Su yöntem bakımından kazılarda ele geçen bir çömlek parçasından o çağın ekonomik ve sosyal yapısını, kültür ve sanatını ortaya çıkarmaya çalışan bir bilim adamına benziyor.

-“Sayın Ruhi Su, bugüne kadar, çalışmalarınızda izlediğiniz yöntem, uyguladığınız ilkeler araç ve gereçler neler oldu? Bari, böyle sorayım. Yaptığınız işin Batı’daki karşılığı, yeri nedir? Armonizasyon yoluyla üzerinde çalıştığınız başarılı yapıtlar ve varsa eğer orijinal yapıtlarınız nelerdir?”

-“Ben türkü söylerken iki araç kullanıyorum: Biri sesim, biri sazım. Bazen yanlış olarak benim yaptığım işe ‘armonize etmek” diyorlar. Armonize etmek demek kolay bir tanımla, tek sesli olan bir müziği, bir melodiyi çok sesli hale getirmek demektir. Ben, tek sesli olan bu türküleri, görüyorsunuz ki yalnız kendi sesimle söylüyorum. Benim yaptığım işte armonize etmek deyimi, ancak türkü söylediğim sırada sazda, türkünün melodisinden ayrı sesleri ve akorları duyabiliyorsam gerçekleşir. Bu anlamda sazın olanakları içinde bunu bazen yaptığımı söyleyebilirim.”

-“Örneğin hangilerinde?”

-“Örneğin bir masal türküsü olan ‘Bebek…’te”

Güzel türkü “Bebek”! Plak Ankara’ya ilk geldiğinde, Ruhi Su’yu hiç dinlememiş olanları deli etmişti. Gecenin geç saatlerine dek ellerinde “Bebek” plağı dolmuş dolmuş dolaşarak dolmuşların pikaplarında “Bebek”i çalanları hatırlıyorum.

-“Bugünkü çalışma olanaklarınız nasıl yeterli mi? Karşılaştığınız güçlükler ve içinde bulunduğunuz  zorluklar bunların sanatınıza etkisi sizce nedir? Şu anda hangi çevrede daha etkili olduğunuz kanısındasınız?”

-“Konserler, kulüpler ve plaklardan ibaret çalışma olanaklarım. Yaptığım işi geri kalmışlığın alışkanlıklarını zorlayan bir iş olduğundan, güçlükler ve zorluklar bu alışkanlıkları sürdürmek isteyenlerden geldi. Sanatımda bunların etkisiyse daima olumlu oldu. Bu bakımdan, aydınlanma ve aydınlanmış insan çevresinde daha etkili olduğum kanısındayım.”

Çay içiyoruz.

-“Ustam, merak ettiğim bir şey daha var: Yıllarca sustuktan sonra ilk olarak nerede ve hangi tarihte topluluk karşısına çıktınız? O günkü dinleyicilerin tepkilerini bugünkü berraklıkla değerlendirebiliyor musunuz?”

Az önceki gülümseyen adam gidiyor yerine çetin bir adam geliyor:

-“Hiçbir zaman, hiçbir yerde susmadım!”

Sesi dalga dalga dolaşıyor salonu, “Yama’dan gel Yama’dan” oluyor, “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” oluyor, “Debreli” oluyor, “Hayali gönlümden yadigar kalan” oluyor, oluyor!

Devam ediyor:

-“Tepkileri değerlendirme sorunuysa, bu, az önce söylediğim gibi oldu her zaman.”

–“Peki, sanat hayatınızda, bugüne kadar, en çok neye sevindiniz, neye üzüldünüz, neye kızdınız, neden nefret ettiniz, neyi beğendiniz?”

-“Sevindiğim, üzüldüğüm, kızdığım, beğendiğim, nefret ettiğim şeylerin hepsini türkülerle söylüyorum.”

“Böyle bir araca sahip olmak ne büyük mutluluk” diyorum.

Dostça gülüyor.

“Söz yetmiyor bir yerde” diyorum. Dosta gülüyor.

-“Türk Halk müziği özellikle türkülerimiz üzerindeki görüşleriniz?”

-“Tarih süresi içindeki özel durumundan dolayı; folkloruyla, folklor müziğiyle, türküleriyle dünyanın en zengin birikimine sahip memleketlerden biri de bizim memleketimizdir. Fakat bu zengin birikim çağdaş bir kültüre dönüşemediğinden, ancak evvel gelenin çilesini sonra geleninkine eklemekle yetinmektedir. Bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda ağır demektir. Türkülerden korkulması boşuna değildir!”

-“En çok emek verdiğiniz ve en çok sevdiğiniz yapıtlar hangileridir?”

Doğrusu bu soruyu bana sorsalardı ne karşılık vereceğimizi bilemezdim. Ruhi Su,

Türkülerdir. Bu türküleri ben yapmışım gibi seviyorum” deyiveriyor.

Birden aklıma geliyor.

“Son birkaç yıl içinde büyük kentlerde görülen saz şairi bolluğunda sizin sanatınızın ve size benzeme isteğinin büyük rolü bulunduğu görüşüne ne dersiniz? Son günlerde halka, saz şairlerine karşı bir isteksizlik, bir kanıksama olduğu gözden kaçmıyor. Bu, ekonomideki “arz-talep”le açıklanabilir mi, yoksa halkın müzik beğenisinde bir incelme, bir yükselme mi söz konusudur? Plak furyasının kötü etkisinin önüne geçilip geçilmeyeceği konusunda ne düşünüyorsunuz?” diyorum.

“Türkülerin radyolarda, gazinolarda, plaklarda gittikçe ağır basmasının nedenini, türkülerdeki yaşama gücünde ve hayata bağlı bir anlatıma sahip olmasında aramalı.Kentlerde yaşayan halkın beğenisinde kültürünün ve görgüsünün etkisi su-götürmez bir gerçek olduğu gibi, ben de bu beğeninin gelişmesine bir emekle katıldığımdan dolayı mutluyum. Plak furyasına gelince: Devletin şu sıra ivedilikle ele aldığı konu, beğenileri bozanlar değil, fikirleri bozanlar olduğundan kötünün iyiyi kovması daha bir süre devam edeceğe benzer” diyor.

-“Acaba sorabilir miyim: Eski ve yeni saz şairlerimizden hangilerini beğenirsiniz?”

“Hepsini ayrı ayrı yönleriyle beğeniyor ve seviyorum.”

-“Size bir soru daha, Sayın Ruhi Su: İlkel halk türkülerini malzeme olarak alan ve onları caz tekniğiyle işleyen Pop’çular hakkında ne düşünüyorsunuz? Caz tekniğiyle ortaya konulan ürünler, Türk halkının ruhuna aykırı mıdır, değil midir?”

-“Sokaktaki dilenciden ve satıcıdan tutun da senfonik müzik ustalarına kadar herkes, kendi ölçüleri içinde halk türkülerinden yararlanmaktadır. Pop’çular ve cazcılar da bizim dünyamızın dışında insanlar değildir, onlar da elbet bu halk kaynaklarından yararlanacaklardır. Kim olursa olsun, bu yararlanmadaki başarısızlığı, tutulan yolun yanlışlığında değil, yaptıkları işin gerektirdiği yeteneklerden ve olanaklardan yoksun olmalarında aranmalıdır. Halkımızın diliyle yapılan başarılı bir işte aykırılık düşünülemez kanısındayım.”

-“Son yıllardaki sosyal ve politik gelişmelerin Türk halk müziğine etkisi ve katkısı sizce olumlu mudur? Değil midir?”

“İster sosyal ve politik gelişmelerin halk müziğini etkilemesi, ister halk müziğinin sosyal ve politik gelişmeleri etkilemesi olsun, bunlar, bir oluşumun bütünü içinde kaçınılmaz gerçeklerdir. Bunun olumlu ya da olumsuz sayılması, kişilere göre değişen bir şeydir.”

-“Bugüne kadar Türkiye’nin hangi bölgelerinde, hangi kentlerinde konserler verdiniz?”

-“Daha çok Ankara, İzmir, Zonguldak ve İstanbul’da konserler verdim.”

-“Size sanat çalışmalarınızla ilgili bütün olanaklar sağlansa Türkiye’de ilk gideceğiniz ve inceleme yapacağınız bölge neresi olur? Bugüne dek hangi bölge ve kaynaklardan yararlandınız?”

Başını Ruhi Su’ca yan öne iğiyor, bir süre susuyor, sonra gözlerini kısarak,

“Hiçbir ayrım yapmadan, yurdumuzun bütün bölgelerine giderdim” diyor. “En çok yararlandığım bölge, şüphesiz çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim Toros ve Çukurova çevresi oldu.”

Başını birden kaldırıyor ve

“Zaman yetmiyor Hasan Hüseyin” diyor, “su gibi akıp gidiyor zaman. Oturup şöyle hoş beş etmeğe bile vakit bulamıyoruz.”

-“Ne yazık ki ömrümüz yaşıyarak değil, ekmek parası için didinerek geçiyor. Günlük ekmek derdine biz, yaşamak demişiz yanlışlıkla. Bütün dava bu yanlışı düzeltmek! Haa, aklıma gelmişken sorayım: Ruhi Su Ekolü diye bir ekolden söz ediliyor. Acaba bu ekol bir takım kurallardan çok, sizin kişiliğinize dayanmıyor mu?

-“Beğenilen bir sanatçıyı izlemek ve ona benzemeye çalışmak olağan bir şeydir. Halk ozanlarına özenen aydın sanatçılar olduğu gibi aydın sanatçılara özenen halk sanatçıları da vardır. Fakat ekol diye tanımlanabilecek bir şeyin herhalde biçimsel özentileri aşması gerekir; yoksa bir taklit olmaktan ileri gidemez. Ama taklitin de insanları, özellikle çocukları geliştiren bir şey olduğunu unutmamak

***

Röportajın daha akıp gideceği duygusu içindeyken böylelikle bitiyor. Belki de bitmiyor ama yarım gazete boyutlu derginin karşılıklı iki sayfasının sonu böyle noktalanıyor.  Kavgaya, halk kültürüne ve sanatına kattıkları eşsiz eserlerle hem Hasan Hüseyin hem de Ruhi Su’nun anısına sonsuz saygıyla…


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur