Bütün bu analizlerin gösterdiği gibi, Erdoğan hiç de bazı kesimlerin iddia ettiği gibi kendi Suriye politikasından vazgeçmiş değildir. Beşar Esad karşısında milim geri çekilmeden ve eski düşmanlığı olduğu gibi devam ettirerek, onu tuzağa düşürmeye çalışmaktadır. Peki Erdoğan seçimlere kadar istediği savaşı elde edemez ve seçimleri bundan dolayı askıya alamaz ise ne olacaktır?
Bir insan, “düşüncenin ilikleri”nden birisini yanlış ilikledi mi, diğer iliklerin de bu yanlışı iliği takip ederek yanlış iliklenmesi kaçınılmazdır. Bu benzetme bugün Rojava’da yaşanan olayların değerlendirmesi için belki biraz bir ipucu olabilir. Bu benzetmede söz konusu olan PKK değildir. Gerçi bu benzetme onun için de geçerlidir. PKK Rojava’da iliği baştan itibaren yanlış iliklediği için bugün yaşanan olumsuzluğu daha başından itibaren örmüştür. Ama bu yazıda söz konusu olan bu değildir. Burada söz konusu olan, olayları analiz eden “aydın düşüncesi”nin kendi düşünce iliklerini yanlış iliklemesi ve bunun sonucunda da yanlış sonuçlar çıkarmasıdır.
Görünen odur ki, son dönemlerde Rojava ve Suriye bağlamında yaşanan olaylardan, çok geniş bir kesim yanlış sonuçlar çıkarmaktadır. Yanlış sonuçlar çıkarmanın, olayları baştan itibaren yanlış ele alma ve yorumlamaya bağlı olduğu ise su götürmez bir gerçektir. Olaylara dogmatik ve şabloncu yaklaşım, görünen ile onun arkasındaki ilişkilerin gerçek doğasının birbirinden ayrılamaması ve ilişkilerin doğru bir küresel ile bölgesel bağlam içerisine yerleştirilememesi, yanlış sentezin temel nedenleri arasındadır.
Gerek Erdoğan’ın Putin ile Tahran’da görüşmesinden sonra yaptığı açıklamalardan, gerekse de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Suriye rejimi ile uzlaşmak gerektiği yönündeki açıklamalarından sonra, geniş bir kesimde Türkiye’nin Suriye’de rejim ile anlaşmak ve eski statükoya dönmek istediği tespiti yapılmaya başlanmıştır. AKP rejiminin “Suriye açılımı” ile tam olarak ne hedeflediğini, gizli bir ajandasının olup-olmadığı noktasında pek fazla derinlemesine bir analizin olmadığı görülmektedir. Aslında olaylar küresel ve bölgesel düzlemde doğru ele alındığında ve de Erdoğan’ın dengeci siyasetinin kodlarıyla doğru bir şekilde birleştirildiğinde, olayın özünün oldukça farklı olduğu görülecektir.
Eklektik bir şekilde bölgede yaşanan bazı olayları ele alıp ve bazılarını es geçerek ve de düşünce süreçlerinde boşluklar oluşturarak mantıksal çıkarsama yapmanın yanlış sonuçlara götüreceği kendiliğinden anlaşılır. Türkiye kamuoyunda sorun tek düze ve tek bir bakış açısıyla ele alınmakta, özellikle sorunun Rojava ve emperyalistler ile ilişkisinin gerçek doğası göz ardı edilmektedir.
Dünya siyaseti özellikle büyük savaşlar ve hemen onun öncesi dönemde hep “gizli ajandalar” şeklinde ilerlemiştir ve bugün de durum aynıdır. Uygulanan siyasetler genellikle “görünen” (sunulan) ile “görünmeyen” (gizli anlaşmalar ve dolaylı güçler) siyasetin birliğini içerdiği için, diplomasi muhabirleri genellikle görünen siyasetten hareketle görünmeyen siyasetin kodlarını çözmeye çalışan bir yöntem benimserler. Hep bir “arka plan” arayışı söz konusudur, ki bu noktada da haklıdırlar. Bu her iki yanı doğru bir şekilde birleştirme yeteneğine sahip olanlar hakikate ulaşırlar. Ama bu hakikat hiçbir zaman görünen ve kamuoyuna sunulan siyaset içinde bulunmaz. Görünen siyasetin doğru soyutlamalar ve çıkarsamalardan oluşan bir akıl sürecinin süzgecinden geçmesi hakikate ulaşmak için zorunludur.
Son dönemlerde Erdoğan ile Çavuşoğlu’nun Suriye’de Esad rejimine zeytin dalı uzatan açıklamaları oldu. Bu açıklamalar AKP rejiminin Suriye siyasetini değiştirdiği yanılsamasına neden oldu. Ama bu açıklamaların nasıl bir “gizli ajanda”nın ürünü olduğu pek sorgulanmadı ve kolaycı bir yaklaşım ile Türkiye’nin siyaset değiştirdiği algısı hemen yayıldı. Halbuki bir gerçeği “boyayarak” başka bir biçime sokma pratiği oldukça yaygındır. Özellikle de aldatma ve hileye sıkça başvuran AKP rejimi için bu çok daha geçerlidir. AKP iktidara gelişinden bu yana defalarca aynı taktiği yani gerçeği “boyayarak” ve farklı bir biçime sokarak kamuoyuna “sattı”. Birkaç örnek: AB’ye üyelik perspektifi altında “Tek Adam Yönetimi”ne yürüdü. Bu yolu örerken de hep “demokratik standartlar”ın yükseltilmesi söylemi altında bunu yaptı. PKK ile Çözüm Süreci geliştirdi ama alttan alta korkunç bir savaşın hazırlıklarını yaptı. Esad ile “kardeş”likten birkaç ay içinde düşmanlığa sürüklendi. Daha sonra Esad yaptığı açıklamalarda bu “kardeşlik” yakınlaşmasının İhvan’ın Suriye’de iktidara ortak edilmesi isteğiyle birlikte ilerlediğini belirtti vs.
Peki şimdiki gizli ajanda nedir?
Aslında manzara çok açık ama bunu anlamak için, “makarayı biraz geriden sarmak” gerekmektedir. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, bazı analizciler bazı olayları atlayarak ve düşünce bütünlüğünden dışlayarak analiz yapmak istemektedirler. Bundan dolayı da yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar.
Ukrayna Savaşı, NATO’nun Madrid Zirvesi ve ABD’nin Tayvan provokasyonundan sonra şu tespiti yapmamız gerekir: ABD-İngiltere ikilisi, Rusya ile Çin’e karşı bir dünya savaşı arayışındadırlar ve bütün diplomatik ve askeri adımlarını da bu savaşı çıkarmaya göre ayarlamışlardır. Şu anda bu emperyalist devletlerin siyasetlerinin odağında bu savaşı kışkırtma ve bunun gereklerine göre ittifak sistemini oluşturma vardır. Burada şaşırtıcı bir şekilde şu tespiti yapacağız: Bu emperyalist devletler kendi tarihsel çıkarları doğrultusunda doğrusunu yapmaktadırlar (bunun nedenlerini başka bir makalede ayrıntılı açıklayacağız). Eğer bu süreçte harekete geçmezler ise onlar için çok geç olacaktır. Bu strateji doğrultusunda bu iki emperyalist devlet, Batı Avrupa üzerinde de hegemonya kurarak ve onları Rusya ile Çin’den uzaklaştırarak sıkı bir şekilde kendilerine bağlamışlardır. Ukrayna savaşı tek Rusya’yı Ukrayna’ya çivilememiş ama Batı Avrupa’nın da baskı altına alınmasına neden olmuştur. Bu iki emperyalist devlet, NATO’nun Madrid Zirvesi’yle de Rusya ile Çin’i Batı Emperyalist İttifakı’nın açıktan düşmanı haline getirmeyi başarmışlardır. Bu zirve dünya savaşından önceki bir dönemeci oluşturur ve Batı Emperyalist İttifakı’nı bir tür “İn Bound” yapmıştır yani uçak artık “savaş pisti”ne yaklaşmaktadır. Bu dünya savaşının durdurulması artık mucizeye kalmıştır, ki tarihte gördüğümüz gibi o mucize de gelmeyecektir.
ABD ile İngiltere bu savaş perspektifi doğrultusunda, Rusya ile Çin’i yıpratmak için onları “ön cephe”de yaralan bazı ülkeler ile önce savaşa sürüklemek ve de Rusya ile Çin’in enerjilerini kendileri savaşa girene kadar harcamak isteyen bir politika gütmektedirler. NATO ittifakının Ortadoğu’da bazı “manevra politikaları” söz konusudur ve bu politikaların amacı Rusya’ya bir cephe de Ortadoğu’da açmaktır. Bu politikaların birkaçını sayarsak: Afganistan’ın Taliban’a bırakılması ve “uluslararası cihatçı üs” haline getirilmesi. Zaten Clinton döneminde de bu yapılmıştı. İlk olarak Taliban onun döneminde Pakistan devletinin desteğiyle iktidar oldu. IŞİD’in tekrar diriltilmesi (bu yılın başlarında Rojava’daki Haseki cezaevinde IŞİD’lilerin kaçırılma girişimlerinin altında (geçerken belirtelim ki 400’ten fazla IŞİD’çi kaçırıldı ve YPG bu kaçışı durdurmak için büyük bir çaba harcadı) tek Türkiye değil ama NATO’cular bulunuyordu. Son olarak da Rojava’nın Türkiye’ye açılması tespitini yapabiliriz. Bu son tespit okuyucuyu şaşırtabilir ve bundan dolayı da açılmasında yarar vardır.
Bir tuhaflık kimsenin dikkatini ya çekmedi ya da insanlar bilerek üzerinden atlamayı yeğledi: Türkiye Rojava’ya operasyon yapmak isterken ABD ile değil ama Rusya ve İran ile görüştü. Hani Rojava ABD ile müttefiklerinin koruması altındaydı?! Üstelik Türkiye ABD’nin koruması altında bulunan Rojava’ya operasyon için İran’a giderken ABD sessiz kaldı. Bunlar tuhaf değil mi? Ama başka tuhaflıklar da vardı: Rojava’da ABD’li Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham’ın ziyareti sonrasında (bu ziyarete bir çok ABD’li, İngiliz ve Fransız askeri yetkililer eşlik etti) , Türkiye’nin operasyon olasılığı karşısında olağanüstü hal ilan edildi. KCK Eş Başkanları’ndan Cemil Bayık, “Halkımız ABD’nin gerçek yüzünü görsün” diyen bir açıklama yaptı. Peki bu Cumhuriyetçi senatör Rojava’da ne demişti ki Rojava Özerk Yönetimi olağanüstü hal ilan etti? Kürt medyasından öğrendiğimize göre (özellikle gazeteci Erdal Er’in YouTube kanalına davet ettiği konukların anlattıklarına bakılırsa), ABD Rojava Özerk Yönetimi’nden Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile barışmasını ve hatta ENKS için yaptığı teklifin bir benzerini ÖSO için de yaptığını yani ÖSO’nun Rojava Özerk yönetimine ortak olmasının istendiği aksi taktirde Türkiye’nin saldırısı karşısında Rojava’yı savunmayacaklarının iletildiği belirtilmektedir.
Kürt medyasına düşen bu bilgilerin doğru olduğu, Rojava Özerk Yönetimi’nin olağanüstü hal ilan etmesinden ve KCK Eş Başkanları’ndan Cemil Bayık’ın açıklamalarından da bellidir. Burada soru şudur: Peki ABD Rojava’yı Türkiye karşısında niçin savunmasız bıraktı ve Türkiye’ye Rojava’ya operasyon için yeşil ışık yaktı? ABD Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atmasına, Tayvan’ı Çin’in önüne atmasına ve Afganistan’ı da Taliban’ın önüne atmasına benzer olarak, Rojava’yı da Türkiye’nin önüne atmak istemektedir ve bu taktik adımların anlamları ise ABD-İngiltere ikilisinin küresel stratejik hedefleri içerisinde bulunmaktadır. Şu an Biden yönetiminin uyguladığı Ortadoğu politikası birkaç değişiklikle Trump döneminin politikasıdır.
O zaman şu soruyu soralım ve buna mantıklı bir cevap vermeye çalışalım: Biden yönetimi, Rojava’yı Erdoğan karşısında niçin savunmasız bıraktı ve ona bir operasyon için yeşil ışık yaktı? (Erdoğan’ın Biden’ın bu yeşil ışığına karşı vermiş olduğu taktik karşılığa sonra geleceğiz)
Bunun için Trump dönemine gitmemiz ve bu dönemde nasıl bir politika oluşturulduğunu kavramamız gerekmektedir. Bir cumhuriyetçi senatörün bu sürece önderlik etmesi ve süreci Cumhuriyetçi Parti için izlemesi ve kontrol etmesi, Trump dönemindeki bazı politikaların devralındığının göstergesi olup, Biden yönetimine bu politikalara uyduğu müddetçe de destek verileceği anlamına gelmektedir. Biden yönetimi ABD iç politikasındaki gerilim ve kilitlenmeden dolayı, Cumhuriyetçi partinin bazı politikalarını devam ettirmek ve kendi politikasına monte etmek zorundadır. Aksi taktirde iç politikada kendi politikasının uygulanmasındaki bir çok sorunu çözemez.
Trump danışmanı Kissinger ile önce Çin’i hedefleyen ve Rusya’yı belirli bir süre tarafsızlaştıran, Ortadoğu’da İran rejimini yıkmayı hedefleyen bir strateji ve buna uygun düşen taktik adımlar oluşturmaya çalıştı. Bugünkü Biden stratejisinin tersidir. Aslında her iki partinin temel küresel stratejik hedefi aynıdır: Avrasya’nın kendileri dışında bir araya gelmesinin ve ABD’nin dışlanmasının önlenmesi. Bunun için de Avrasya’nın kendi içinde parçalanması ve küresel emperyalist güç potansiyelleri olan (Çin ile Rusya gibi) güçlerin etnik ve liberal değerler temelinde küçültülmesi yoluyla yok edilmesi. Demokrat Parti Rusya’nın yenilmesinden Çin’in yenilmesine doğru uzanan bir stratejik yol izlerken, Cumhuriyetçi Parti, Çin’in önce yenilmesinden Rusya’nın yenilmesine doğru uzanan bir stratejik yol benimsemiştir.
Bu temelde Trump, önce Çin ile cepheleşme siyaseti izleyerek ve Rusya’nın da bu süreçte tarafsız kalmasını sağlayacak bir politikayı küresel planda, İran rejiminin devrilmesini hedefleyen bir politikayı da bölgesel planda devreye soktu. İran rejimi farklı uluslararası ve yerel güçlerin birliğinden oluşan bir güç ile yıkılmak isteniyordu. Bunları kısaca sayarsak: 1-NATO artı İsrail’in hava gücü; 2-Trump’ın oluşturduğu “Körfez NATO’su; 3-Trump’ın başladığı ama Biden’a nasip olan Afganistan’ın Taliban’a bırakılması ve buradan İran’a saldıracak bir cihatçı ordunun oluşturulması. Zaten bırakmanın amacı böyle bir orduyu oluşturmak içindir. Afganistan’ın eski statüsüyle bu ordu oluşturulmazdı.4-Bir başka cihatçı ordunun da Irak üzerinden İran’a doğru oluşturulması; 5- YPG’nin (siz PJAK olarak okuyun) İran’a saldırtılması; 6-İran muhalefetinin de içeriden desteklenerek İran rejiminin önce güçten düşürülmesi ve sonra da yıkılması.
İran rejiminin devrilmesinde en önemli problem Türkiye’nin İran’dan tecriti sorunudur. Türkiye’nin İran’dan tecrit edilmesi ve hatta Batı politikasına bağlanması olmadan İran rejiminin yıkılması imkansız değilse de zordur. Çünkü Kürt meselesinden dolayı Türkiye hep statükoyu koruyan bir politika izlemektedir. Türkiye’yi İran rejiminin devrilmesi sırasında tarafsız hale getirmek için de kendisine Suriye rejiminin aynı anda yıkılması ve Suriye’de Türkiye’nin hakim olmasına destek verilmesi politikası geliştirilmiştir. Ama bunun için Türkiye’nin Suriye rejimi ve ona destek olan Rusya ve İran ile savaşması gerekmektedir. Böylece Türkiye Suriye’de Rusya ile savaşırken onun İran’a yardıma gelmesinin önünü de kesmiş olacak ve eğer İran Suriye’ye yardıma gelirse de güçleri bölünmüş olacaktır.
İran Suriye’ye yardıma gitmeyip, kendi üzerine büzüldüğü ve Rusya’dan destek almadığı durumda (çünkü Rusya Suriye’de savaşa sürüklenirse İran’a yardıma gidemez ama bugün buna Ukrayna’da eklenmiştir ki, hiç gidemez), kaçınılmaz olarak yüzünü Çin’e dönecektir. Çin’in İran ile petrol ve altyapı alanında yaptığı çok büyük ekonomik anlaşmalar bulunmaktadır. Kaldı ki İran’ın düşmesi durumunda, Ortadoğu’dan Çin sınırına kadar olan bölge Batı yanlısı rejimlerin eline geçecek ve bütün cihatçılar İran ve Afganistan üzerinden Çin’e doğru ama özellikle de Uygur bölgesine yönlendirilerek buranın Çin’den kopartılması için savaşa sokulacaklardır.
Batılı emperyalistler Çin devletine birçok yönden cephe açacaklardır: Uygur, Tibet, Tayvan, Hong Kong ve içeride değişim isteyen, ÇKP’nin iktidarını kabul etmeyen büyük bir huzursuz kesimi rejime karşı desteklemek ve de yıpranmanın belirli bir anında da direk savaşa girmek. Buradaki savaş direk işgal etmekten ziyade, denizlerde ve hava alanında yapılacak muharebeler olacaktır. Çin devletinin bu alandaki kayıpları, iç politikada huzursuz olan kitlelerin cesaretlendirilmesine dönük olacaktır. Amaç birçok cephede Çin devletine darbe vurarak ve zayıflamasını sağlayarak Tienanmen meydanı olaylarından daha büyük olayların ortaya çıkmasını yani halkın büyük oranda sokağa dökülerek devleti felç etmesini sağlamak ve de rejim değişikliği gerçekleştirmektir. Bir kez rejim düşünce birçok farklı fraksiyon ortaya çıkacak ve merkezi Çin devleti birçok siyasal nüfuz bölgesine ayrışacaktır. Bu durum Çin’in küresel güç olmaktan çıkması anlamına gelecektir.
Trump-Kissinger ikilisine göre, Çin’in kapılarına dayanmak için önce İran ve Suriye rejimlerinin yıkılması gerekmektedir. Bunun için Obama’nın yaptığı gibi Suriye’de Türkiye’yi dizginlemek değil ama onu Panislamist ve Pantürkist doğrultuda cesaretlendirmek ve iç politikada da ellerini kollarını serbest bırakmak gerekmektedir. Türkiye’nin Suriye’de ilerlemesinin önünün açılması ve onu Suriye devleti ile onu destekleyen Rusya ve İran ile karşı karşıya getirecek adımların atılması gerekmektedir. Türkiye’nin Pantürkist ve Panislamist bir yönde cesaretlendirilmesi aynı zamanda Rusya ile de Kafkasya ve Orta Asya’da çatışmaya sürüklenmesi demektir. İran ve Suriye rejimlerinin yıkılmasıyla Türkiye’nin Ortadoğu’da tek bölgesel güç olacağı anlayışı ile Erdoğan’ın baştan çıkarılması politikası devreye sokulmuştur.
Trump yönetimi, Erdoğan’ın “dolaylı strateji” ile hareket ettiğini yani ABD ile görünüşte stratejik ortaklık ve uyumlu politika uyguladığını ama arka planda bu stratejiyi baltaladığını bildiği için, Erdoğan karşısında ihtiyatlı hareket ediyordu. Erdoğan aracılığa Türkiye Batı’ya tam bağlanmadan, bir çok politikada ona tam destek verilmiyordu. Çünkü Erdoğan “uyum” görüntüsüyle birçok kazanımı elde ettikten sonra, bir bahane ile ortaklıktan yan çizme eğilimine her zaman sahipti. Bundan dolayı Türkiye’nin Batı’ya stratejik olarak bağlanmasının tek yolu, onun Rusya-İran-Suriye cephesiyle savaşa ve geri dönüşü olmayan bir sürece sokulmasıydı. Bunun için ABD’nin elindeki tek olanak Rojava bölgesiydi. ABD ve müttefiklerinin Rojava üzerindeki nüfuzları, Erdoğan’ın Suriye politikası üzerinden Rusya ve İran ile cepheleşmesine bir olanak sağlayabilirdi.
Trump’ın Rojava üzerinden Türkiye’yi tuzağa düşürme politikasına geçmeden önce, başka bir noktayı halletmesi gerekiyordu. O da Obama döneminde oluşturulan ve Ortadoğu’ya sürülen IŞİD’in, Trump-Kissinger ikilisinin planlarına uygun olarak kullanılması için, önce bu örgütün kısa süreliğine “bir araya toplanması” gerekiyordu. İşte Trump başkanlığının ilk döneminde IŞİD’i üstelik kamyonlara doldurarak ve herkesin gözleri önünde taşıyarak Rojava’daki cezaevlerine ve ailelerini de kamplara kapattı. Başka bir makalede de ayrıntılı bir şekilde analiz ettiğimiz gibi[1],Ortadoğu’daki cihatçı örgütlerin kendi içinde bölünmelerinin ve çatışmalarının altında, güdümünde hareket ettikleri devletlerin çıkarlarının ayrışması yatmaktaydı. Obama yönetiminin Müslüman Kardeşleri “romantik bir şekilde” Körfez Monarşileri’nin olduğu ülkelerde yönetime ortak etme politikasının belirmesi, bu monarşileri ABD’ye karşı mesafeli olmaya itti ve bu monarşiler de kendi cihatçı örgütlerini, ABD ile müttefiklerinin cihatçı örgütlerinden (başta IŞİD olmak üzere) ayırmaya başladılar. Türkiye de farklı nedenlerle ABD’den ayrışınca, ortaya dağınık bir manzara oluştu. Halbuki bu cihatçı terör örgütleri “ortak cephe” ve “Sünnilerin ayağa kaldırılması” politikasıyla bir araya getirilip, Irak’ta Şiiler üzerine, sonra da İran üzerine yönlendirilecekti[2].Yolları üzerinde bulunan Kandil’i ezip geçerek elbette!
Trump IŞİD’i yeni ABD stratejisi doğrultusunda Rojava’da beklemeye alırken, önce Körfez ülkeleriyle bir “Körfez NATO”su oluşturdu ve onlara monarşilerinin güvenliklerini garanti etti. Sonra da Erdoğan’a yukarıda çerçevesini özetlediğimiz politikayı sunarak ilişkileri tamire yöneldi. Trump, Obama’nın aksine Türkiye’yi AB üyeliği doğrultusunda sıkıştırma ve cesaretlendirme yerine onu Panislamist ve Pantürkist bir yönde itiyor ve cesaretlendiriyordu. Çünkü AB yönünde Türkiye’yi itmenin bir zaman kaybı olduğunu anlamıştı.
Ortadoğu’daki bütün cihatçıları tek bir cephede toplayarak İran’a yönlendirmenin tek yolu, Türkiye’nin sıkıca Batı’ya ve onun stratejisine bağlanmasından geçmektedir. Çünkü Türkiye bu noktada stratejik bir yerde bulunmaktadır ve onun bu konumunu İran noktasında dengeleyecek başka bir ülke de yoktur. Üstelik Suriye’nin kuzeyinde sıkışan cihatçılara da lojistiğin tek giriş kapısı Türkiye’dir. Batı’lı emperyalistlerin İran politikası noktasında Türkiye’ye birçok noktada bağımlılığı bulunmaktadır. Erdoğan Batı’nın Türkiye’ye bu bağımlılığının farkındadır ve bunu kendi hesabına yontmak istemektedir ve de kendisini tuzağa düşürmek isteyen Trump’ı o da tuzağa düşürmek istemektedir.
Erdoğan Trump’ın Ortadoğu politikasını görünürde taktik olarak kabul ederken, aynı zamanda Türkiye’nin PKK ve Rojava beklentilerinin de karşılanmasını istemektedir. Yani PKK’nin Kandil’de ezilmesi ve Rojava Özerk Yönetimi’nin de yok edilmesi. ABD buna karşı değildir ama Rojava üzerindeki nüfuzunu elden çıkardığı anda Türkiye’nin de denge politikasını terk ederek Batı’ya sıkıca bağlanmasını istemektedir. Aksi taktirde Rojava elden çıkarılıp da Türkiye Batı’ya bağlanmadığı zaman, Ortadoğu politikasında büyük bir darbe yiyerek, İran politikası çıkmaza girecektir. Türkiye bir yandan ÖSO’yu diğer yandan da IKDP’yi yanına alıp Rojava Özerk Yönetimi’ni yıkarken aynı anda da ABD-İngiltere stratejine bağlanmalı yani Suriye’de Beşar Esad rejimi, İran ve Rusya ile de savaşa sürüklenmelidir. ABD’nin Rojava’yı elden çıkarması bu hedefin gerçekleşmesine bağlıdır. İşte Trump bu beklenti ile Erdoğan’ın “Barış Pınarı Harekatı”na 2019’da onay verdi. O zaman süreci analiz ettiğimiz bir makalede şöyle yazmıştık:
“Trump, Erdoğan’ın Suriye’de ama özellikle de Rojava bölgesinde güvenli bölge kurma ve burayı pratikte Merkezi Suriye devletinden koparma amacını bildiği için, Türkiye’yi başka güçler ile karşı karşıya getirmenin yolunun PKK’nin Rojava’dan kısmi olarak çekilmesinden geçtiğini anlamaktadır. Çünkü Türkiye, PKK ve Suriye devletini karşı karşıya getirmek için Suriye’de “bir boşluk yaratmak” gerekmektedir ve bu boşluğun doldurulması için de tarafları rekabete sokmak gerekmektedir. ABD’nin bunu yapabilmesinin tek yolu da kontrol ettiği Rojava bölgesidir. ABD ancak Suriye’de hâkim olduğu Rojava bölgesinde bunu yapabilir.
(…)
ABD’nin tarafları çatıştırma planlarından herkes haberdardır. Rusya Türkiye ile Suriye devleti arasında bir çatışma olmaması için devreye girmiş ve her iki devlet arasında koordinasyon sağlamaktadır. Türkiye de Suriye ile direk çatışmamak için dikkat etmektedir. Taraflar ABD’nin bu hamlesini boşa çıkararak bölgede zayıflamasını sağlamaya çalışmaktadır. Ama bununla birlikte de her güç, bu ABD taktiğinin boşa çıkartılmasında kendi nüfuz alanını genişletmek için yararlanmak istemektedir.”[3]
Trump Türkiye’yi Rojava’ya çekip, Suriye, İran ve Rusya ile savaşmasını sağlamak isterken ve böylece Türkiye’nin Batı’ya bağlanmasına çalışırken (çünkü bu cephe karşısında Türkiye ancak Batı’dan destek alabildiği müddetçe tutunabilir ve bu da onu zamanla Batı’ya bağlar), öte yandan da Rojava’ya girecek olan Türkiye aracılığıyla da Rojava’da cezaevlerine kapattığın IŞİD’çileri de serbest bırakmış olacaktır. Trump “Barış Pınarı Harekatı”na onay verdiği zaman, Erdoğan’ın IŞİD’çilerin sorumluluğunu üzerine aldığını açıkça belirtti. Bunları ne tez unuttuk !
Türkiye Rojava’da tuzağa düşürülüp, karşı kamp ile savaşa sürüklendiği zaman, IŞİD’çileri de Rojava Özerk Yönetimi’ni yıkıp serbest bırakacaktır. Böylece ABD ellerini temiz tutarak, IŞİD’çilerin serbest bırakılmasının sorumluluğunu da Türkiye’ye bırakmış olacaktır. YPG (siz PJAK okuyun) için ise Rojava’da küçük bir alan bırakılarak, bütün Ortadoğu’daki cihatçılar bir araya toplanarak PKK’nin ana karargâhı olan Kandil’e yürünecek ve orada PKK’yi ezerek ya da atarak İran sınırına yaklaştırılarak, oradan İran içlerine Koalisyon hava kuvvetleri koruması altında sokularak İran ordusuyla savaştırılacaklardır. İşte ABD’nin planı buydu.
Erdoğan bir yandan Trump’tan operasyon için izin alırken aynı anda da Rusya ile diplomasiyi üst düzeye çıkarıp, bu harekat sırasında hareketsiz kalmalarını sağladı. Rusya, İran ve Suriye üzerindeki nüfuzunu kullanarak ve hatta Suriye ordusu ile Türkiye ordusu arasına girerek olası bir savaşı önledi. Trump Erdoğan’ın Rojava’ya Rusya ile anlaşarak girmesini ve kendisini boşa düşürmesini görünce, Erdoğan’ı tehdit ederek operasyonu hemen bitirmesini istedi. Çünkü operasyonun gidişatı istediği sonucu vermemekteydi. Erdoğan nasıl bütün ABD başkanlarını eli boş gönderdiyse, Trump’ı da aynı şekilde eli boş gönderdi. Zaten kısa bir süre sonra da Covid-19 belası bütün dünyayı sarınca, dünya siyaseti de belirli bir süre “dondu”. ABD ise Başkanlık seçimleri sürecine girdi.
İşte Biden 2020 sonunda seçildiği ve 2021 başında göreve başladığı zaman olayların politik çerçevesi buydu. Biden Trump’ın kendisine bıraktığı bu politik zemin ile işe başladı ve onun Ortadoğu politikasını kendi küresel politikasına monte etti. Bu noktada en önemli soru şudur: Trump’ın başaramadığını yani Rojava üzerinden Türkiye’yi karşı kamp ile savaştırmayı Biden başarabilir mi?
Bu noktada Biden Trump’tan farklı olarak bazı avantajlara sahiptir.
Dikkat edilirse eğer, Biden’ın Erdoğan’a Rojava’yı açtığı dönem, Rusya’nın Ukrayna’ya çekildiği ve zayıflatıldığı ve de NATO’nun Madrid Zirvesi’nde ise onun açıkça düşman olarak tanımlandığı dönemin hemen sonrasına denk gelmektedir. Rusya’nın bu kısmi zayıflığı, Biden için Türkiye’yi Rusya’ya karşı tahrik etmek için de düşünülmüştür. Erdoğan’ın Rusya’nın dış politikadaki zayıflığını kullanarak, Putin’i daha fazla karşısına alacağı beklentisi üzerine oturmaktadır. Şimdilik Erdoğan Biden’ın bu tuzağına düşmemiştir.
İkinci olarak da, Türkiye’de seçimlerin giderek yaklaşmakta oluşu ve Erdoğan’ın anketlere göre bu seçimleri kaybetmekte oluşu ve de bu seçimleri askıya almak için de bir dış savaşa şiddetli gereksinimi, Biden’ı Erdoğan’ın Rusya ve İran’a rağmen Rojava’ya operasyon yapabileceği beklentisine yol açmıştır. Biden yönetimine göre, Rusya’nın Ukrayna bataklığına batmış olması ve Suriye’ye istediği gibi yardıma gelemeyecek olması ve Erdoğan’ı esir alan seçim baskısının birleşmesi, Erdoğan’ı Rojava’ya çekip, karşı kamp ile çelişkilerini keskinleştirmek için uygun bir politik ortam yaratmaktadır. İşte bu beklenti ile Biden, NATO’nun Madrid Zirvesi’nden hemen sonra, Erdoğan’a Rojava’ya operasyon için yeşil ışık yaktı.
Ama çok kısa bir süre sonra Biden Erdoğan’ın çok kolay bir “lokma” olmadığını gördü. İlginç bir şekilde iç politikada çok sert , kaba ve pervasız olan Erdoğan, dış politikada olağanüstü derecede dikkatli, ince ve esnek hareket edebilmektedir. Çünkü dış politikada yapılacak hatanın bedelinin çok yüksek olacak olması, Erdoğan’ı dış politikada çok dikkatli yapmıştır/yapmaktadır. Şimdi de Erdoğan’ın Biden’ın bu tuzağına nasıl karşılık verdiğine gelelim.
Erdoğan Biden’dan Rojava’ya operasyon izinini koparttıktan sonra, Biden’ın beklentisinin aksine yani Suriye, İran ve Rusya ile savaşı göze alacak şekilde Rojava’ya girmeyi göze almaktan ziyade, Tahran’da bu operasyon için İran ve Rusya ile 19 Temmuz’da görüştü. Erdoğan Türkiye’nin Rojava’ya girişinde, Suriye, İran ve Rusya’nın daha önceki operasyonlarda olduğu gibi, müdahil olmamasını istiyordu. Ama bu sefer, İran, Rusya ve Suriye bu operasyona karşı çıkarak, Erdoğan’ı açıkça reddettiler. Bu durumda Erdoğan’ın Rojava’ya operasyonda ısrar etmesi, Biden’ın oyununa gelmesi olacağı için, Erdoğan bu operasyonu göze alamadı. Zaten ABD de Erdoğan’ın karşı taraf ile anlaşarak operasyon yapacağını gördükten sonra, tekrar SDG’nin arkasında olduğunu belirterek , sessizliğini bozdu. İşte Kürt medyasının cevabını aradığı, “ABD bu sürece niçin sessiz kalıyor?” sorusunun cevabı budur.
Ama Erdoğan’ın harekat tarzı, Biden’ın ufkunu da aşan türdendir. Erdoğan Biden’ın tuzağına hem Rusya cephesine hem de ABD cephesine karşı olan başka bir tuzak ile karşılık verdi. Putin’in Tahran’da kendisine önermiş olduğu, “sorunlarınızı direk Suriye rejimiyle çözün” önerisini görünüşte kabul ederek, başka bir manevraya geçti. Bu manevra görünürde “Suriye ile açılım” olmasına karşılık, “derinde başka bir amacı” hedeflemektedir.
Erdoğan nasıl ABD ile dolaylı strateji temelinde, direk onun ile karşı karşıya gelmeden ama dolaylı yollardan onun stratejisini baltalayan bir politika izliyorsa, bu politikanın bir versiyonunu da Putin ile Rusya karşısında uygulamaktadır. Putin’in kendisine Beşar Esad’ı göstermesini memnuniyetle karşılayarak, Putin’in eli üzerinden Suriye rejimine zeytin dalı uzattı. Suriye rejiminden istediği, birlikte Rojava’ya operasyon düzenlemek ve Rojava yönetimini yıkmaktır. Burada amaç Suriye’nin kısa dönemli çıkarlarına seslenerek, uzun dönemli çıkarlarını tehdit etmek ya da kısaca Beşar Esad’ı tuzağa düşürmektir. Eğer Beşar Esad böyle bir tuzağa düşerek, Rojava Özerk yönetimini Türkiye ile birlikte yıkarsa, kendi rejiminin yıkılışı sadece zaman meselesi haline gelecektir. Türkiye böyle bir durumda, bir yandan coğrafi avantajını kullanarak, öte yandan da IKDP ve ÖSO ile ittifakını kullanarak Rojava’da hakimiyet kuracak ve burayı Suriye rejimini yıkmak için stratejik bir üsse çevirecektir. Ama Erdoğan bu durumda başka bir avantaja da sahip olacaktır: Rojava’da geçici olarak cezaevlerine kapatılan bütün IŞİD’çi ve diğer selefi terör örgütlerine el koyacak ve onları Batı’dan tamamen kopararak kendi güdümüne alarak, bugüne kadar hiçbir Sünni devlette olmayan büyük bir cihatçı terör örgütü portföyüne sahip olacaktır. Bunun hem batılı hem de doğulu güçler karşısında kendisine vereceği avantajı tartışmaya gerek yoktur. Ama hepsi bu kadar da değil!
Rojava’ya Suriye ile birlikte olası bir ortak operasyonda, batılı güçler karşılık verip vermemek konusunda tereddütte düşeceklerdir. Karşılık verdikleri anda Üçüncü Dünya Savaşı patlak verecektir. Bu savaşı göze almadıkları taktirde de Rojava’yı kaybetmiş olacaklar ve stratejik durumları kötüleşecektir. Türkiye’nin Suriye’yi yanına alarak Rojava’ya bir operasyon düzenlemek istemesinin altında, Batı üzerinde caydırıcılık kurarak, hareketsiz kalmalarını sağlamak içindir.
Erdoğan “Suriye açılımı” ile uyguladığı taktiğin bir benzerini daha önce 2013-2015 arası PYD’ye uyguladı. Salih Müslüm’ü Ankara’ya çağırarak, beraber Suriye rejimini yıkma teklifi yapıldı. Türkiye güdümündeki cihatçılarla ve PYD ile birlikte önce Suriye rejimini yıkıp, sonra da diğer cihatçı örgütlerle Rojava Özerk Yönetimi’ni yıkmak isteyen bir strateji geliştirilmişti. Abdullah Öcalan İmralı’da, Erdoğan’ın bu politikasını reddederek, açıkça Beşar Esad’ın yerinde kalacağını belirterek bu politikaya son noktayı koydu. Bugünkü “Suriye açılımı” da aynı politikayı tersten Rojava’ya karşı öngörmektedir. Erdoğan’ın bu politikada samimi olmadığının bir diğer göstergesi de Doğu Perinçek’i bu süreç için kullanmasıdır. Esad ile ilişkiyi onun üzerinden kurup, olası bir Rojava operasyonundan sonra tekrar Esad ile düşmanlığa hızlı bir şekilde dönmek içindir. Böylece hiçbir zaman Suriye ile siyasi bir ilişki kurmadığını iddia edebilecektir.
Beşar Esad Erdoğan’ın bu tuzağına düşmeyecek kadar tecrübelidir. Türkiye’yi direk reddetmeden, onun öncelikle yapması gerekenleri önüne koyarak, onun samimiyetini test edecektir. Beşar Esad’ın Suriye’de yapacağı en son şey Rojava Özerk bölgesine saldırmak olacaktır. Türkiye Suriye’de cihatçıları desteklemekten vazgeçmeden, işgal ettiği bölgeleri terk ederek Suriye rejimine bırakmadan ve bazı cihatçı terör örgütlerine ortak operasyon yaparak onları yok etmeden, kısacası 2011 öncesine dönüşü gerçekleştirmeden, Suriye rejimi Türkiye ile Rojava’ya ortak operasyona yanaşmayacaktır.
Bütün politik göstergeler son günlerde Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmalarda Türkiye’nin rolünün olduğunu göstermektedir. Türkiye Azerbaycan’ı Ermenistan üzerine sürerek Rusya’ya Kafkaslar’da başka bir cephe açabileceği şantajını yaparak, Rojava’da operasyon için Rusya’nın politika değiştirmesi için baskı yapmaktadır. Azerbaycan’ın Ermenistan’a baskısı sürerse ve Rusya Ermenistan’ın güvenliğini sağlamada yetersiz kalırsa, Ermenistan’ın yüzünü Batı’ya dönerek yeni bir Ukrayna ve Gürcistan olması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye Rusya’nın sinir uçlarıyla oynayarak, Rusya’yı Rojava operasyonu için ikna etmeye çalışmaktadır.
Bütün bu analizlerin gösterdiği gibi, Erdoğan hiç de bazı kesimlerin iddia ettiği gibi kendi Suriye politikasından vazgeçmiş değildir. Beşar Esad karşısında milim geri çekilmeden ve eski düşmanlığı olduğu gibi devam ettirerek, onu tuzağa düşürmeye çalışmaktadır.
Peki Erdoğan seçimlere kadar istediği savaşı elde edemez ve seçimleri bundan dolayı askıya alamaz ise ne olacaktır?
Bunun cevabı bellidir: 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında olanları yirmi ile çarpmak gerekir. İçeride “ortaya çıkartılacak” bir karışıklık da olağanüstü hal ilan ederek seçimlerin askıya alınmasına neden olabilecektir. Üstelik yeni rejimde Cumhurbaşkanı’nın buna yetkisi de vardır ve “hukuk dışına” da çakmamış olacaktır. Demokrasinin bu tamamen askıya alınışı, ona karşı büyük gösterilere neden olabilir (belki de amacı budur) ve bu gösterileri bahane ederek, kendisine karşı bir darbenin yapıldığı söylemi kullanılarak, bütün muhalefetin bastırıldığı bir sürecin kapısı aralanabilir. Bunun yasal muhalefet için bir yıkım olacağı açıktır.
[1] Cihatçı Terörizmin Yeniden Yapılandırılması Üzerine, http://www.komunistdunya.org/news.php?readmore=272
[2] IŞİD Haziran 2014 yılında Musul’u ele geçirmeden önce, İstanbul ve Ürdün’de Ortadoğu’da cihatçıları destekleyen bütün devletler ABD ile İsrail’in de katıldığı ve ortak hareket etmeyi öngören toplantılar yaptılar. Bakınız: IŞİD: Batı Emperyalizminin Ortadoğu’daki Truva Atı, Kemal Erdem, https://sendika.org/2014/10/isid-bati-emperyalistlerinin-ortadogudaki-truva-ati-kemal-erdem-221016/
[3] Kemal Erdem,”Barış Pınarı Harekatı” ve “Büyük Fotoğraf”, https://sendika.org/2019/10/baris-pinari-harekati-ve-buyuk-fotograf-565944/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.