6-7 Eylül Olayları bir döneme damgasını vurmuş, arkasında utanılacak izler bırakan bir devlet piyesidir. Bu piyes, o dönemin iktidarı ve bileşenleri tarafından ustalıkla planlanmış, yeri geldiğinde planlandığı reddedilmiş, fakat dönemin tanıkları tarafından bunun bir devlet piyesi olduğu itiraf edilmiştir. Azınlıklara, kendilerinin bu ülkede misafir olduğunu, canlarının ve mallarının her an alınabileceği mesajını vermesi açısından da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devlet klasiği uygulaması olarak hafızalara kazınmıştır
Türkleştirme tarihinin en özel kilometre taşlarından birisi muhakkak ki 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. 6 Eylül 1955 günü saat 13.00’da devlet radyosu tarafından verilen “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bombalandığı” haberi, ilerleyen saatler de İstanbul Ekspres isimli gazete tarafından iki ayrı baskıyla yayılmıştı. Bunun üzerine çeşitli öğrenci birlikleri ve ‘KTC- Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ çeşitli çağrılar yaparak İstanbul-Taksim Meydanı’nda bir miting düzenledi. Mitingin ardından bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlerin işyerlerine saldırmaya başladı. İlerleyen saatlerde olaylar daha da büyüdü ve binlerce insan ‘devletin polisi gözetiminde’ yağma, kundaklama, ırza tecavüz, yaralama ve hatta sünnet olaylarına girişti. Dilek Güven’in yazdığı kitapta verildiği üzere sonuçları itibariyle:
Mahkeme zabıtlarına göre, 4.214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulundu 5317 mekân saldırıya uğramıştır. Hasar yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır. Demokrat parti hükümeti ise zarara uğrayıp tescil ettirenlere 60 milyon TL tazminat ödemiştir. (Güven, 2006: 48)
Olayların bu genel bilânçosunu peşinen verdikten sonra 6-7 Eylül olaylarına giden süreçte nelerin yaşandığını, dönemin ulusal ve siyasi durumunu belirtmek gerekir. Ben burada bu olayları ‘ekonominin millileştirilmesi’ ve ‘etnik homojenleştirme’ bağlamında değerlendireceğim. Zira 1930’lu ve 40’lı yıllarda güdülen politikaların devamı nitelinde olan bu olay, aynı siyasi ve ekonomik düzlemde tartışılmaya müsaittir.
1950 yılında yapılan seçimin galibi Demokrat Parti (DP) olmuştu. Fakat bu galibiyet salt bir başarıdan ibaret değildi. Çünkü bu durum, Kemalist eğilimli bürokrasinin yerine Anadolu’dan gelmiş (aynı zamanda daha önce devlet hizmetinde bulunmamış) kadroların galibiyetiydi. Bahsettiğimiz bu kadrolar toplumun çeşitli grupları tarafından oldukça fazla bir desteğe sahipti. Başlangıçta her şey gayet iyiydi. Tarımda rekolte rekoru, kentlerdeki yüksek istihdam, mili hasıladaki artış bu dönemin ekonomik başarıları arasında gösteriliyordu. Fakat 1954 yılından sonra durum değişmeye başladı. Bu değişimi Korkut Boratav, kendi kitabında şu sözlerle ifade etmektedir:
1954–1961 yılları, savaş sonunun genişleme konjonktrünün ve liberal dış ticaret politikalarının son bulduğu; ekonominin göreli bir durgunluk içinde tabi olduğu; ihraç mallarına olan talepte düşme ve dış kaynakların belli bir düzeyi aşması yüzünden doğan dış tıkanmaya tepki olarak ithalat sınırlamalarına gidildiği bir dönem olarak nitelendirilebilir.
Hükümet yukarıda özetlenen ekonomik koşulların yarattığı muhalefet ortamını susturabilmek için epey gayret sarf etmiş, özellikle basın üzerinde baskı mekanizmaları kurmuş ve dolayısıyla toplumun değişik katmanları tarafından endişeyle karşılanmıştır. Mesela, hükümet aleyhine konuşan hâkimler/devlet memurları veya CHP’ye oy verenler/seçim kampanyalarına katılanlar sürülmüştür. Diğer bir örnek ise muhalefet partisinin artık devlet radyosunu kullanamamasıdır. Bunun yanı sıra Adalet Bakanı, yasal olarak hâkimleri erken emekliliğe ayırma hakkına sahipti. Çıkarılan Basın Kanunu ile de, hükümet aleyhine yazı yazan ve hükümetin aldığı ekonomik önlemleri eleştiren yayınların engellenmesi istenmişti.
Yukarıda özetlenen manzara dikkate alındığında 6-7 Eylül olaylarının aslında hükümet için ne kadar hayati öneme sahip olduğu görülecektir. Çünkü bu olaylar çıktıktan sonra hükümet, ‘Örfi idare’ ilan edecek ve meclisi geçici olarak kapatacaktır. Böylece hükümetin öğrenciler, basın ve muhalefet üzerindeki sınırlandırmaları uygulaması/kontrol edebilmesi daha da kolaylaşacaktı. Bunun yanı sıra 10 Eylül 1955’te örfi idare, tüm basın kuruluşlarına şunu bildirecekti: Olayların sorumlusu olarak Komünistler işaret edilecek ve başka bir tez ileri sürülmeyecek. Aksi takdirde bu, gazetenin kapanması için yeterli bir sebep olacak… Kurala uyulmaması sebebiyle Milliyet, Tercüman, Hergün gazeteleri 14 günlüğüne yayın durdurma cezası aldı.
İktidar partisinin yasalaştırdığı Basın Kanunu ile aslında birtakım başka şeyler de amaçlanmıştı. Buna göre, 1954 seçimleri öncesinde muhalefetin seçim çalışmalarına ket vurulacaktı. Yukarıda da belirtildiği üzere muhalefetin devlet radyosunu kullanmaktan men edilmesi de bu amaca yönelik bir tedbirdi. Yani burada görülüyor ki DP, hem yaşanan ekonomik sorunlara yönelik eleştirileri/muhalefeti kırmak, hem de muhalefet partisini seçimlerden önce saf dışı edebilmek için bu ‘Basın ve Radyo Kanunu’nu çıkarmıştır.
Eylül 1955 olayları Türkiye’nin azınlıklara yönelik uyguladığı etnik homojenleştirme/Türkleştirme ve bu bağlamda ‘İktisadi hayatın Türklere verilmesi’ politikalarının net bir şekilde uygulandığı Cumhuriyet tarihinin keskin virajlarından birisidir. 1930’lu ve 40’lı yıllardaki ayrımcı ve zalimane politikaların zemin hazırladığı 1955 olayları Cumhuriyete küsen vatandaşların sayısını çoğaltmakta kalmamış, aynı zamanda azınlıklara, bu ülkede yerlerinin hiç de garanti olmadığını, bir misafir olarak görüldükleri hissini vermiştir-ki misafirlik meselesi de kimi zamanlar doğrudan milletvekillerinin ağzından çıkmıştır.
Resmi Türk kayıtlarına ölü sayısının 11, yabancı kaynaklara da bu sayının 15 olarak geçtiği 1955 olaylarında yaralı sayısı da 300–600 arasında değişmektedir. Olaylar sırasında pek çok azınlık ibadethanesi yakılmış veya yakılmaya teşebbüs edilmiş, gayrimüslimlerin dükkânları talan edilmiş, çeşitli hırsızlık olayları gerçekleşmiş, tecavüz vakaları meydana gelmiştir. Olayların değerlendirilmesi ve nelerin amaçlanmış olduğu konusuna geçmeden önce saldırıların nereden hareketle ve ne şekilde gerçekleştirildiğinin bilinmesi gerekmektedir.
6 Eylül 1955 günü Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu evde gerçekleşen bir patlama haberinin İstanbul’da yayılması üzerine Taksim Meydanı’nda bir miting düzenlendi. Taksim’de toplanan kişilerin mitingin ardından gayrimüslimlerin bulunduğu işyerlerine ve evlere saldırması olayların başlangıcıdır. Saldırılar, 20 ya da 30 kişiden oluşan gruplardan tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu gruplar, ellerinde bayraklarla dolaşarak gayrimüslimler aleyhine propaganda yapmış, halkı da bu eylemlere davet etmiştir. Gayrimüslimlere ait dükkânların camları sopalarla aşağı indirilmiş ve içerdekilere hakaretler eşliğinde dükkânların içinde bulunan mallar paramparça edilmiştir.
Bu saldırıları gerçekleştiren gruplar arasında bir de önderler vardır. Bu grup önderlerinin görevi tahrip edilecek nesneleri keşfetmekti. Bunu yapmak için çeşitli yöntemlerden yararlanıyorlardı. Bir kısmında, gayrimüslimlerin evlerinin ve işyerlerinin adreslerinin yazılı olduğu listeler bulunuyordu ve bu listelerin 2. Dünya Savaşı’ndan kalan listeler olduğu öne sürülmektedir. Bu dönemde de azınlıkların çabuk bir şekilde nötralize edilmeleri için bu listeler yapılmıştı çünkü. Bununla birlikte gayrimüslimlerin evlerine gamalı haçlı işaretler konuyordu. Diğer evler ise ‘Türk’ ya da ‘Türk değil’ gibi yazılarla hedef haline getiriliyordu.
Gayrimüslimlerin tespit edilmesinde mahallede yaşayan ‘Türk komşular’ da etkin bir rol üstlenmiş gibiydi. Kimileri komşularını ihbar ediyor ve yağmalama, parçalama olaylarına doğrudan katılıyordu. Bununla birlikte bazı Türklerin kendi komşularını koruduklarına yönelik bilgiler de mevcuttur. Bu kişiler, saldıran gruplara gözdağı veriyor ya da gayrimüslimlerin kendi oturdukları apartmanda yer almadıklarını söylüyordu. İşte bu gibi koruyucu hareketler çoğu zaman saldırgan grupların geri çekilmesine sebep olmuştur.
Saldırgan gruplar, ismi yabancı olan bir tabela gördüklerinde doğrudan saldırıya geçiyordu. Hatta komik hadiseler de yaşanıyordu bu durumla ilgili. Buna göre, saldırganlar üzerinde Doçent Dr. yazan bir tabelanın olduğu işyerine girmiş ve ortalığı yıkmışlardır. Üstelik bu işyerinin sahibi de bir Türk’tür. Gayrimüslimler, evlerine Kıbrıs haritası astıklarında veya pencerelerine Türk bayrakları astıkları zaman kurtulabiliyordu. Saldırganların ellerinde bulunan yıkıcı aletler de kamyonlarla şehir merkezlerine getiriliyor ve otobüs duraklarında hazır tutuluyordu. Bununla beraber otobüsler ve taksiler de failleri taşımak için her an hazır halde bekletiliyordu. Dükkânların içine giren saldırganlar önce içeride ne var ne yok parçalıyor ve daha sonrasında sokağa fırlatıp atıyordu. İstanbul birçok sokağı işte bu paramparça mallarla dolmuştu. Evlere yönelik yapılan saldırılar ise daha çok korku ve paniğe sebep oluyordu. Evlerin camlarına taş atılıyor, kapılar baltalarla kırılmaya çalışılıyordu. Bununla da yetinmeyen saldırgan gruplar kiliseler de saldırmıştı. İçerideki her şeyi tahrip etmekte son derece ustaca yöntemler kullanıyorlardı.
Güvenlik güçlerinin bu olanlar karşısındaki tutumunu da belirtmek gerekiyor elbette. Çünkü polis, olaylar sırasında saldırganlara müdahale etmemiş ve hatta bazı yerlerde onları alkışlamıştır da. Polisin olaylara müdahale etmemesinin sebebinin valilik emri olarak gösterildiği bilinmektedir. Gerçekten de polis bu emre uyarak polis karakollarından çıkmamış ve dışarıda olan biteni oturdukları yerden seyretmiştir. Polisler bazı yerlerde de saldırganlara yardım etmekte bir mazur görmemiş, kimi zaman saldırganların atmaları için yerdeki taşları silahıyla kırmıştır. Polisin saldırılar karşısında çaresiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü polislerin birçoğu Ağustos ayından beri alarmdaydı. Bu sebeple böyle bir savunma mekanizmasının geliştirilmesi sanırım yanlış olacaktır. Bununla birlikte polis, yabancıların mallarının korunmasında ise ekstra bir çaba göstermiştir. Polis, bir Fransız’ın evine girmek isteyen saldırganlara uyarıda bulunmuş ve oraya giremeyeceklerini bildirmiştir. Tabi bu arada bazı polis memurları da saldırganları engellemek istemiştir. Bir polisin silahını çekerek göstericileri durdurduğu bilinmektedir. Polisin bu kadar pasif olmasının sebebi ise karakollarda görevli memurların şiddet olaylarının patlak vermesinin ardından karakolları terk etmelerinin yasak olması durumudur.
Saldırılar sadece İstanbul ile sınırlı kalmamış, İzmir ve Ankara’da da olaylar patlak vermişti. İzmir’de Yunan Konsolosluğu basılmış, kilise ve sinagoglar ateşe verilmiş, gayrimüslim halkın sahip olduğu ev ve işyerleri basılmıştır. Yine burada da polis güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Saldırganlara karşı sert davranmaması yönünde uyarılan polisler, son derece pasif bir tutum benimseyerek olanlara göz yummuştur. İzmir’de ve diğer illerde çıkan yangınlarda ise itfaiye ya çok geç gelmiş ya da görevini yapmamak için özel çaba harcamıştır. Bu sebeple birçok ev ve işyeri yanmaktan kurtulamamıştır. Ankara’da ise bu kadar geniş yönlü saldırılar olmamıştır. Saldırıların Ankara’da yoğun olmamasının sebebi olarak burada yaşayan gayrimüslimlerin sayısının az olmasıdır. Fakat Ankara’da yapılacak olan bir öğrenci gösterisi polis zoruyla engellenmiştir.
Olayların ardından neler yaşandığına bakıldığında durum özetle şöyledir: Olayların hemen ardından Örfi İdare ilan edilmiş ve meclis geçici süreliğine askıya alınmıştır. Bazı üst düzey yöneticiler görevlerinden alınmış ve yargılanmıştır –fakat hepsi mahkemece beraat etmişlerdir. Birtakım öğrenci dernekleri olaylara sebep oldukları gerekçesiyle kapatılmıştır. Olaylarla alakası olmayan kişiler tutuklanmış ve asıl failler dışarıda bırakılmıştır. Gece sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. İçişleri Bakanı Namık Gedik, emniyetin başarısızlığı sebebiyle istifa etmiştir. Saldırılardan sonra olaylar Komünistlerin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Bu konuda Başbakan Vekili Mehmet Fuad Köprülü’nün şu sözleri kayda değerdir:
…Komünistler hareketin arasına karışıp gençlerin vatansever gösterisini kullanarak, yıkıp yağmalamışlardır. Çünkü komünistler, ayaklanmayı önceden planlamış ve şimdi de komutayı ellerine almışlardır. Bu olaylar aylar öncesinden planlanmış olmasaydı, böylesi bir saldırı mümkün olamazdı. (…) Saldırıların şekli ve hedefleri doğru incelenirse, burada söz konusu olanın yalnızca komünist bir komplo olduğu görülecektir.
‘Ne mükemmel özel harp harekâtıydı. Amacına da ulaştı.’
Sabri Yirmibeşoğlu
1955 yılında gerçekleşen olayın perde arkasına bakıldığında bu olayın, devlet destekli ve planlı bir organizasyon olduğu görülmektedir. Bu iddia, olaylardan sonraki yıllarda o dönemin aktörleri tarafından da dile getirilmiştir. Olayların arkasındaki aktörleri saymak gerekirse bunlar; 1) KTC- Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, 2) MAH- Milli Emniyet Hizmetleri, 3) Adnan Menderes ve dönemin bazı milletvekilleri, 4)İstanbul Ekspres gazetesi, 5) Ajan-Provokatör Oktay Engin gibi çeşitli kişiler ve cemiyetlerdir.
Sırası ile gidersek başta Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin bu olaylar içerisindeki rolünü incelememiz gerekecektir. Dernek için söylenecek ilk şey bu derneğin hükümet tarafından hem maddi hem de manevi olarak desteklendiği bir dernek olduğudur. Çeşitli öğrenci federasyonlarının ortak kararıyla oluşturulan bu derneğin asıl amacı, Kıbrıs sorunu ile ilgili gösteriler düzenlemek ve bu konuya ilişkin faaliyetlerde bulunmaktır. Ama bu cemiyet olayların başından itibaren aktif olarak saldırılarda yer almış ve halkı kışkırtmıştır. Olaylardan sonra cemiyetin başkanı Kamil Ünal yargılanmış fakat beraat etmiştir. Bunun sebebi ise eğer konuşursa birçok kişinin de kendisiyle birlikte yanacağı endişesidir.
Olaylarda parmağı bulunan bir diğer aktör ise Milli Emniyet Hizmetleri yapılanmasıdır. Genelkurmay ile bağları olan bu yapılanma olaylarda aktif olarak provokasyonlar gerçekleştirmiştir. Teşkilatın başında olan isimler ise askeriye ile olan bağları sebebiyle tutuklanmaktan kurtulmuştur. Çünkü bu örgütün yargılanması demek askeri teşkilatın da yargılanması demekti. Dolayısıyla MAH ve başında bulunan kişiler olaylardan kendilerini sıyırabilmişlerdir.
Adnan Menderes ve bazı milletvekilleri de bu olaylarda parmağı olan diğer aktörlerdendir. Saldırıların gerçekleşmesinde Adnan Menderes’in gündemi değiştirme çabalarının büyük bir etkisi vardır. Çünkü mevcut ekonomik problemler gündemin farklı bir kanada çekilmesini gerektiriyordu. Kendisinin ve milletvekillerinin bu olayda payları fazlasıyla büyüktür. Gerçi 1960 yılında yargılanmıştır ama bu yargılama 1955 olaylarını aydınlatmak için değil, 1955 ve 1960 yıllarındaki siyasi rejimi meşrulaştırmaya ve haklı çıkarmaya hizmet etmiştir.
6 ve 7 Eylül olaylarında İstanbul Ekspres gazetesinin rolü de oldukça anlamlıdır. Devlet radyosundan yapılan açıklamadan sonra bu gazete aynı güne iki ayrı yayın yaparak olayların başlamasında tetikleyici güç olmuştur. Öğleden sonra yapılan baskıda, artık harekete geçme vaktinin geldiğinden bahsedilmektedir. Olaylar da tam olarak bu ikinci basımın dağıtıma geçmesiyle başlamıştır. Bu nedenle İstanbul Ekspres gazetesi saldırılarda büyük bir işlev görerek başlama düdüğünü çalmıştır.
6-7 Eylül olaylarının Selanik Olayları adıyla da anılmasında Oktay Engin isimli bir ajan-provokatörün haklı bir üne sahip olduğunu söylemek mümkündür. Yunanistan’a devlet bursuyla hukuk eğitimi almaya giden bu öğrenci aynı zamanda MAH ile bağlantı içerisindedir. Attığı bomba sadece camların kırılmasına sebebiyet vermiştir. Daha sonra Yunanistan tarafından tutuklanmış ama serbest bırakılmıştır. Hakkında açılan tüm davaları kazanan Oktay Engin ileriki zamanlarda İstanbul’da bir belediyede işe alınacaktır. Daha da ilginci ise Nevşehir iline önce kaymakam, sonra da vali olarak atanmasıdır.
Bir değerlendirme
6-7 Eylül 1955 Selanik Olayları bir döneme damgasını vurmuş, arkasında utanılacak izler bırakan bir devlet piyesidir. Bu piyes, o dönemin iktidarı ve bileşenleri tarafından ustalıkla planlanmış, yeri geldiğinde planlandığı reddedilmiş, fakat dönemin tanıkları tarafından bunun bir devlet piyesi olduğu itiraf edilmiştir. Azınlıklara, kendilerinin bu ülkede misafir olduğunu, canlarının ve mallarının her an alınabileceği mesajını vermesi açısından da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devlet klasiği uygulaması olarak hafızalara kazınmıştır. Gerçekten de 1955 olayları, devletin azınlıklara bakışını yansıtması açısından önemli bir nitelik taşır. İstanbul’un fethinin 500. yılında (1953) tüm ülkeyi Müslüman-Türk yapma hedefi belki gerçekleşmemiştir ama hedefe önemli ölçüde yaklaşılmasını sağlamıştır.
1955 Selanik Olayları esasında etnik homojenleştirme ve sermayeyi Türkleştirme idealinin önemli ve göz ardı edilemez bir gerçeğidir. Çünkü olaylar neticesinde azınlık mensubu birçok kişi ya ülkeden kaçmış ya da korkularla dolu olarak eski yaşamlarına dönmeye çabalamıştır. Olaylar sırasında verilen emirlere göre cana kastetmek yasaktır. Saldırgan gruplar sadece gayrimüslimlere ait işyerlerine ve evlere saldıracaklardır. Bu nedenle şu söylenebilir ki, yapılan bu saldırılar amacı itibariyle gayrimüslim halka gözdağı vermek için yapılmıştır. Bununla birlikte yine verilen emirlere göre saldırganlar hırsızlık yapmayacak ama evlerde ve dükkanlarda ne var ne yok her şeyi parçalayacak ya da yakacaklardır. Fakat bu emir de tam olarak yerine getirilmemiş ve olaylar sonrasında yapılan baskınlarda saldırganların evinden birçok çalıntı eşya, para, mücevher bulunmuştur-tıpkı öldürmenin yasak olmasına rağmen 15 kişinin öldürülmesi gibi.
Ticaret hayatının Türkleştirilmesi ise bu olayların bir diğer amacını gösterir niteliktedir. Zira gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinde meydana gelen hasar oldukça büyüktür. Gayrimüslimlerin tekrar eski günlerdeki ekonomik durumlarına dönmeleri oldukça zor olmuştur. Olaylardan sonra birçok dükkan kapanmış ve buralara yeni sahipleri gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin milli iktisat yaratma yönündeki ısrarı bir döneme daha damgasını vurmuş ve gayrimüslimlerin elindeki zenginlik onların elinden yine alınmıştır. Bu sefer sürgün yoktur belki ama gayrimüslimlerin yüreklerine ekilen korku tohumları onları, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmamaya’ teşvik etmiştir. Malları parçalanmakla kalmamış, aynı zamanda çalınmıştır da. Zenginlik, hükümetin yasak koymasına rağmen polis gözetiminde bir şekilde el değiştirmiştir. Ulusal burjuvazi yaratma yolunda atılan bu adım elbette sonuçları itibariyle hiç de başarısız değildir. Bu konuya ilişkin Sait Çetinoğlu’nun ifadesi şu şekildedir:
Bu olaylar sonucunda devletin istediği göç başlar ve birkaç ay içinde büyük işyerlerinin büyük kısmını Müslümanlar devralır. Yıllarca hiçbir şey bulunmaz oluyor; bulunanlar da artık rekabet olmadığı için pahalı, kalitesiz ve estetikten uzaktır. Artık gayrimüslimler için Türkiye’de yatırım risklidir. Homojenleştirmede bir merhale daha atlanmıştır. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümünde İstanbul’da tek bir Rum bırakmama kararlılığını başka fırsatlara bırakacaktır.
Olaylar bittikten sonra Türk hükümeti hasarı tespit etme ve olaylarda zarar gören işyerlerine tazminat ödeme gibi bir karar almıştır. Bu sebeple komiteler kurulmuş ve hasarlar tespit edilmeye çalışılmıştır –bu Komitelerin kurulması ise gayrimüslimlerin isteği ile olmuştur. Buna rağmen devlet, zararın çok az bir miktarını karşılamış ve pek çok tazminat talebini de reddetmiştir. Burada yapılmak istenen ise uluslararası kamuoyuna olayların sorumlusu olmadıklarını ispat etme çabasıdır. Burada ilginç bir ayrıntıdan bahsetmek gerekiyor. Saldırılarda bulunan bazı faşist grupların daha sonra hasarın giderilmesi ve yeniden inşa sürecinde yer almak istemeleri dikkat çekici bir ayrıntıdır. Ama buradaki niyet daha çok şu şekilde anlaşılmıştır: Niyet, azınlık gruplarıyla dayanışmak değil, devletin gücüne olan bağlılık ve vatanseverliğin gösterilmesidir.
6-7 Eylül olayları, sorumluların Komünistler olarak gösterilmesi açısından da trajikomik bir niteliğe bürünür. Her zaman olduğu gibi bu işin de hem planlayıcısı, hem yürütücüsü, hem de tutuklananı yine onlardır. Hatta Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin başında yer alan Kamil Ünal olayların ardından tutuklanmış, Komünistlerle bağlantılı olduğu iddia edilmiştir. Yani görülüyor ki, DP hükümeti olaylardan yakasını nasıl kurtaracağını iyi biliyor ve her zaman bu gibi durumlarda kurtarıcı rolü üstlenen Komünist damgasına sıkı sıkıya sarılıyor.
Sonuç itibariyle 1955 Selanik Olayları, hem ekonominin Türkleştirilmesi hem de etnik homojenliğin sağlanması yolunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin dönüm noktalarından biridir. İstenilen tam olarak elde edilemese de bu olaylar, gayrimüslimlerin canlarının ve mallarının hiç de garanti altında olmadığını göstermiş ve Cumhuriyetin kendilerini koruyacağına dair inançlarını bir kez daha kaybetmelerine sebebiyet vermiştir. Bu olaylar sonucunda birçok gayrimüslim ülkeyi terk etmiş ve ekonomi biraz daha Türkleşmiştir. Bu yönde atılacak yeni bir adımı da 1964 yılındaki olaylar takip edecektir.
Yararlanılan Kaynaklar
* 7 Eylül 2015’te yayımlanan bu yazımızı 6-7 Eylül olaylarının yıldönümü vesilesi ile yeniden okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.