12 Eylül: 42 yıldır hesabı sorulamayan darbe

Türkiye’de başta işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin yaşadığı ekonomik, demokratik, siyasal, sosyal ve ideolojik açmazların arkasında 42. yılına giren 12 Eylül darbesinin ve ruh ikizi 24 Ocak kararlarının izleri vardır. Bu nedenlerle 12 Eylül dünde kalmadı, bugünde yaşıyor

12 Eylül: 42 yıldır hesabı sorulamayan darbe

12 Eylül, toplumsal muhalefet alanlarını üzerinde yükseldikleri zeminlerle birlikte yok etmeyi; başta işçi sınıfının ve 1961 anayasasının kazanımları olmak üzere, DİSK’in üzerinden gelişen sendikal hareketi, solun tüm renklerini, devrimci hareketleri, Kürt dinamiğini ezerek, sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmayı hedefine aldı. Ne yazık ki yapılanların etkileri bugünde yaşamaya devam ediyor…

12 Eylül, Türkiye’de sistem için tanımlanan; nispi demokrasi, sömürge tipi faşizm, muz cumhuriyeti, Filipin tipi demokrasi gibi nitelemelerin tümünü aşan, faşist niteliği daha da belirginleşen, kurumlaşan bir sermaye cumhuriyeti olarak yaşamaya devam ediyor. Özcesi, 12 Eylül tarihte kalmamış, bugün de varlığını sürdürmektedir. Bu yazıda 12 Eylül’ün sol, sosyalist hareketlere karşı izlediği politikayı göz ardı etmeden, onun daha çok emeğe karşı izlediği sınıfsal yüzünü ve halen sendikal hareketin yaşadığı sorunları açmaya çalışacağız.

12 Eylül’ü öncesi ve sonrasıyla, bir süreç analizi yapılmadan, yerli yerine oturtmak mümkün değildir. Aradan geçen uzun yıllar içinde bu konulara dair çok yazıldı, çizildi, araştırmalar yayımlandı. Fakat, emeğe karşı yapılan düzenlemeleri spesifik olarak belirginleştirmek, yeni işçi kuşakları nezdinde bilince çıkarmak amacıyla DİSK-AR bünyesindeki bir çalışmadan da yararlanarak 12 Eylül’ü 42. yılında yorumlamaya çalışacağız.

DİSK Araştırma Dairesinin Aziz Çelik editörlüğünde araştırmacılar Deniz Akbulut ve Zeynep Kandaz’ın birlikte hazırladıkları Emeğe Karşı Sermaye Darbesi* raporunda, “12 Eylül’ün 40. yılında bir kez daha sermayenin emeğe karşı darbesiyle yüzleşmek ve üzerinde düşünmenin gerekliliği devam etmektedir. Çünkü 12 Eylül geride kalmış bir tarih değildir” haklı yorumu yapılmaktadır:

24 OCAK+12 EYLÜL=SERMAYE İÇİN DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ

24 Ocak 1980 Kararları: 12 Eylül’e Giden Yolun Başlangıcı

12 Eylül askeri darbesi 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan iktisadi rota değişikliğinin, sosyal devleti ve sosyal hakları ortadan kaldırmak amacıyla kabul edilen neoliberal ekonomik politikaların bir dirençle karşılaşmadan uygulanabilmesi için yapıldı. Bu nedenle 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi bir madalyonun iki yüzü gibidir.

24 Ocak ekonomik kararlar paketi 1960’lı yıllarda benimsenen ithal ikameci, iç pazarı esas alan, korumacı ve popülist ekonomi politikaları yerine açıkça sermaye çıkarlarını destekleyen, sosyal hakları ve kamunun ekonomiye müdahalesini reddeden, ihracatı, özelleştirmeyi, dışa açılmayı hedefleyen yeni liberal ekonomi politikalarının başlangıcıdır.

24 Ocak kararları sıradan ekonomik kararlar değil, Türkiye için esaslı bir ekonomi politikası ve yön değişikliği idi. 24 Ocak kararları ile fiyatlar serbest bırakılırken ücretlerin ve maaşların bastırılması hedeflendi. 24 Ocak kararlarının uygulanması ile ekonomide kamunun ağırlığı azalırken, dış ticarette liberalizasyon başladı, devlet yavaş yavaş sosyal yükümlülüklerini terk etmeye başladı, özelleştirmelerin önü açıldı ve ücretler üzerinde baskı uygulanmaya başlandı. İktisadi liberalizasyonu hedefleyen 24 Ocak kararları otoriter ve baskıcı bir rejime, bir askeri diktatörlüğe ihtiyaç duyuyordu.

24 Ocak sonrasında iktisat politikalarında yaşanan köklü değişiklikle birlikte devletin 1960-80 arasında yürüttüğü sosyal işlevler terk edilmeye başlandı. Özelleştirme uygulamaları yanında çalışma yaşamında esneklik ve kuralsızlaşmaya dönük girişimler hız kazandı.

1980 sonrası Türkiye’de uygulanan iktisat politikaları, dünyada neo/yeni liberalizm olarak adlandırılan ve piyasanın işleyişine müdahale edilmesine karşı çıkan, çalışma hayatında esneklik ve kuralsızlığı, ekonomik alanda özelleştirmeler yoluyla kamunun ekonomiye müdahalesini en aza indirmeyi hedefleyen politikaların bir benzeridir.

Demirel hükümetleri 1961 Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlükleri uzun yıllar hedefine koyarak hırpaladı, sürekli “bu anayasa ile devlet yönetilemez” dedi ve 24 Ocak kararlarının Mimarı Turgut Özal da süreci –cunta öncesinde ve sonrasındaki uygulamalarıyla– tamamladı. 

1970’li yıllarda işveren örgütü MESS başkanlığını da yapan Turgut Özal 24 Ocak kararlarının hemen öncesinde dönemin başbakanı Demirel tarafından Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirildi. Özal, ekonomide kilit mevkileri denetimine aldı ve Türkiye’de neo-liberal karşıdevrimin hazırlıklarını yaptı. Özal, darbe dönemindeki Bülent Ulusu Hükümeti’nde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirildi. Kasım 1983 seçimleri ile tek başına iktidara gelen Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP), 24 Ocak kararları ile başlayan emek karşıtı/sermaye yanlısı neoliberal politikaları derinleştirdi.

Sermaye ne istedi?

24 Ocak kararlarının ardından toplu iş sözleşmelerine ve grevlere dönük basınç sermaye tarafından yeterli görülmüyordu. Sermaye örgütleri emek karşıtı sert önlemler alınmasını talep ediyor, her fırsatta ücretlerin yüksekliğinden ve sendikalardan yakınıyordu. Sermaye örgütleri 12 Eylül öncesinde yüksek sesle işçilerin 1960 sonrası elde ettikleri kazanımların budanmasını talep ediyordu.

  • Dündar Soyer (Tüccar, İzmir Ticaret Odası Başkanı ve 12 Eylül’den sonra oluşturulan güdümlü Danışma Meclisi üyesi) ise şöyle demektedir: “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu. Bu uygulamalara 12 Eylül kararları mı demek lazım 24 Ocak kararları mı? Artık bilemem.”
  • Vehbi Koç’un Kenan Evren’e mektubunun özeti:

Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar, bir an önce çıkarılmalıdır.

Şimdi, ‘Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek, Türk işçisini istismar ediyor’ propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar dikkatle incelenerek, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır.

Diğer taraftan, DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.

  • TİSK Genel Başkanı ve tekstil işvereni Halit Narin: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü.”

Narin, Mart 1980’de yapılan TİSK 13. Olağan Genel Kurulu’nda sendikaları şöyle suçluyordu: “Hak çizgisini aşan grevler artmıştır. Türkiye’de ideolojik sendikacılık anlayışı yaygınlaşmıştır ve sendikal hakları savunmayı unutan bu sendikalar ideolojilerinin mücadelesi için işverenleri hedef seçmişlerdir. Bugün çalışma hayatında karşılaştığımız sorunların başında Check-off sistemi gelmektedir… Check off sisteminin kaldırılması çalışma barışının ön şartı haline gelmiştir.”

Darbeciler ne yaptı?

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile çalışma yaşamı ve işçi hakları konusunda sermaye örgütlerinin talepleri tek tek uygulanmaya başlandı ve kazanılmış işçi haklarına büyük darbe vuruldu. Darbenin hemen ardından sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı ve toplu iş sözleşmesi hakkı askıya alındı.

Sendikal faaliyetler durduruldu

12 Eylül 1980 askeri darbesi baştan itibaren işçi haklarını hedef aldı. Sendikal haklar ve işçi hakları daha ilk günlerden başlayarak darbeden nasibini aldı. 12 Eylül faşist askeri darbesi ile sendikal haklar için oldukça sağlam bir zemin sağlamış olan 1961 Anayasası askıya alındı ve emir komuta ilişkisi içinde askeri darbeyi yapan 5 generalden oluşan Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adlı cuntanın kararları Anayasa ve yasaların yerini aldı.

MGK adlı askeri cuntanın darbeden hemen sonra yayımladığı çeşitli bildiriler doğrudan sendikal haklar ile ilgilidir. Dahası darbenin başı ve MGK Başkanı General Kenan Evren tarafından yapılan ilk açıklamada “Temiz Türk işçisini ideolojik görüşleri doğrultusunda kullanan bazı [sendika] ağaların bu faaliyetlerine asla izin verilmeyeceği” tehditkâr bir üslupla yer almıştır. Darbenin ilk günü yayımlanan 7 numaralı 12 bildiri ile siyasi parti faaliyetlerinin yasaklanmasının yanı sıra, DİSK ve Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) ile bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri de durduruldu.

DİSK’e yönelik sistemli saldırılar 12 Eylül öncesinde başladı

Önce 22 Temmuz 1980’de Kemal Türkler öldürüldü. DİSK’in 11 yıllık ve Maden-İş’in 1954-1980 arasındaki 26 yıllık Genel Başkanı Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980’de evinin önünde kurşunlanarak katledildi. Kemal Türkler’in öldürülmesi 12 Eylül’e giden yolda son adımlardan biriydi. Kemal Türkler’in öldürülmesinden bir hafta sonra, 30 Temmuz 1980’de, bu kez DİSK’in kapatılması için düğmeye basıldı. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, DİSK’in kapatılması istemi ile Bakırköy İş Mahkemesi’ne dava açtı.

12 Eylül askeri darbesi doğrudan solu ve DİSK’i hedef aldı ve DİSK 11 yıl faaliyetten men edildi. DİSK yöneticileri uzun yıllar boyunca tutuklu kaldı ve idamla yargılandı. DİSK, açılan davanın 1991 yılında beraatla sonuçlanması ile birlikte 11 yıl sonra yeniden sendikal hayata dönebildi. Ancak bu 11 yıllık uzun kesinti DİSK ve üyeleri için geri dönüşü mümkün olmayan kayıplar yarattı.

Bunlar olurken, Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide 12 Eylül darbe hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanı olarak yer aldı. Grevler yasaklandı; askeri cuntanın (MGK) 3 numaralı kararıyla tüm grev ve lokavtlar ikinci bir karara kadar kaldırıldı ve işçilerin 15 Eylül 1980 günü işe başlaması istendi.

Darbe sırasında yaklaşık 54 bin işçi grevdeydi. Bu grevler metal, tekstil ve cam sektörlerinde yoğunlaşıyordu. Toplam 14 işkolunda 178 işyerinde grevler aylardır devam ediyordu. Yasaklanan grevlere katılan 54 bin işçinin 47 bini (yüzde 87’si) DİSK üyesiydi, yasaklanan 178 grevin ise 151’i DİSK üyesi sendikalar tarafından uygulanıyordu.

Darbenin amacı işçilerin kazanılmış haklarını yok etmekti

Kıdem Tazminatı eridi

1978’de asgari ücretin 7,5 katı olan kıdem tazminatı tavanı, 1982’de asgari ücret ile bağının koparılmasının ardından hızla düşmeye başladı. AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılında ise kıdem tazminatı asgari ücretin 4,4 katıydı. 2020 itibariyle kıdem tazminatı tavanı asgari ücretin 2,4 katına geriledi.

Böylece 24 Ocak ve 12 Eylül’ün birbirinin tamamlayıcısı olduğu net bir biçimde ortaya çıkacaktı. Gerek doğrudan askeri diktatörlük dönemi ve gerekse 12 Eylül’ün bütün gücüyle devam ettiği ANAP dönemin de 24 Ocak kararları derinleştirilerek uygulanacak ve neo-liberal karşı devrim kökleşecekti.

12 Eylül ürünü ikili baraj sistemi halen yürürlüktedir. 2822 sayılı Yasa’ya göre, yetki tespit işlemleri Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yapılacaktı. Bakanlığın ilgili işyeri için vermiş olduğu çoğunluk tespit belgelerine karşı işverenlerin, işveren sendikalarının ve işkolundaki diğer sendikaların itiraz hakkı bulunmaktadır. Yetki itirazı ise yetki prosedürünü durdurmaktadır. Böylece sendikalar fiilen işlevsiz kılınmaktadır. Toplu sözleşmesiz bir sendikal faaliyet dönemi hüküm sürmektedir.

Bir yandan 24 Ocak 1980 kararlarıyla izlenen ekonomik politikalar, öte yandan 12 Eylül’ün ağır baskı rejimi ve 1982 Anayasası ile yeni sendikal yasalarla oluşturulan cendere, sendikaları zayıflattı ve emeğin sermaye karşısında gücünü kırdı.

12 Eylül darbecilerinin en önemli hedeflerinden biri DİSK oldu

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamında ağır tahribata yol açmış ve ülkenin siyasal ve iktisadi yapısını baştan aşağı değiştirmiştir. 12 Eylül’ün en önemli amaçlarından biri de yükselen toplumsal muhalefeti ve işçi hareketini bastırmaktı.12 Eylül ile birlikte DİSK’in ve üye sendikalarının faaliyetleri durduruldu, mal varlıkları donduruldu ve kayyımlara devredildi. DİSK yönetici ve temsilcileri gözaltına alındı, işkence gördü ve birçoğu tutuklanarak uzun yıllar hapis yattı. DİSK’in kapatılması ve 52 DİSK yöneticisine idam talebiyle dava açıldı. DİSK 11 yıl boyunca (1991’e kadar) faaliyetten men edildi.

Uzun gözaltı süreleri ve işkenceler

DİSK’li sendikacılar 14 Eylül 1980 günü yayımlanan İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 49 no.lu bildirisinin ardından “güvence” adı altında gözaltına alınmaya başlandı. Böylece DİSK yöneticileri için aylarca sürecek gözaltı ve sonrasındaki tutukluluk süreci başlamış oldu. 17 Eylül 1980 günü gözetim süresi 30 güne çıkarıldı ve “güvence” kısa bir süre sonra gözetime dönüştü.

Daha sonra Milli Güvenlik Konseyi’nce gerçekleştirilen kanun değişikliğiyle gözaltı süresi 90 güne çıkarıldı. DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk’ün de aralarında olduğu 2 bin civarında DİSK yöneticisi, sendika üyesi ve yöneticisi, temsilcisi ve DİSK uzmanı gözaltına alındı.

  • DİSK üyesi Maden-İş sendikası 13. Bölge (Bursa) Temsilciliği Avukatı Ahmet Hilmi Feyzioğlu, 2 Ekim 1980’de gözaltında tutulduğu Bursa Emniyet’inin Siyasi Şube’nin bulunduğu beşinci katından atılarak öldürüldü.
  • 25 Temmuz 1981 günü Sıkıyönetim Komutanlığı’nca aranmakta olan DİSK’e bağlı İlerici Deri-İş Genel Başkanı Kenan Budak İstanbul Zeytinburnu’nda polislerin açtığı ateş sonucu öldürüldü.
  • İddianamede DİSK, Marksist-Leninist illegal bir örgüt olmakla, devlet nizamını, anayasal düzeni, devletin temel kuruluşlarını ihtilalci yöntemlerle yıkmaya teşebbüsle suçlanıyordu. Savcı, DİSK’in yasal sendikal faaliyetlerini gizli örgüt çalışması olarak suçluyordu.
  • İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 no.lu Askeri Mahkemesi DİSK davasıyla ilgili kararını davanın açılmasından 5 yıl sonra 24 Aralık 1986’da açıkladı.

11 yıl sonra beraat

Askeri Yargıtay 3. Dairesi 16 Temmuz 1991 günü, DİSK’in faaliyetlerinin durdurulmasından yaklaşık 11 yıl sonra, DİSK davası ile ilgili kararını açıkladı. DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve arkadaşları hakkında TCK’nin 141. ve 142. maddelerinin kaldırılmış olması gerekçesiyle beraat kararı verdi. Mahkeme, ayrıca DİSK’in ve üye sendikaların kapatılmasının da geçersiz olduğunu karara bağladı.

Mal varlıkları zorlukla geri alınabildi

DİSK ve üyesi sendikaların mal varlıkları atanan kayyumların eline teslim edildi. Şubat 1991 başında bankalardaki parası yaklaşık 180 milyar TL, taşınabilir ve taşınamaz mallarının (sendika binaları, arsalar, tatil köyleri, eğitim ve dinlenme birimleri, otomobiller, matbaalar, bilgisayarlar, büro malzemeleri vs.) değeri ise yaklaşık 1 trilyon 440 milyar TL idi. DİSK ve bağlı sendikalara ait binalar, diğer taşınmazlar, araç ve paraların iadesi ancak 1992 yılının mart ayı sonunda gerçekleşti.

DİSK Genel-İş’in Çankaya’daki binası, burayı halen kullanan Anayasa Mahkemesi’ne haksız şekilde tahsis edildi. 

DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasına ait Ankara, Çankaya’da bulunan 12 katlı, 1000 kişilik konferans salonu olan genel merkez binası düşük bir bedelle kamulaştırılmış ve Anayasa Mahkemesi’ne tahsis edilmiştir. Şimdi Yüksek Mahkeme, işçinin alınterinin ürünü olan bu yerde yasaların Anayasaya uygunluğunu denetlemekte ve hukuk devletinin bekçiliğini yapmaktadır.

Baştürk’ün savunmasından:

Ülkemizde onca önemli sorun varken işçiler olarak susacak mıydık?

500 bini aşkın işçinin temsilcisi olarak susacak mıydık? Susamazdık, susmadık. Sendikalar Kanununun 1. maddesindeki görevimizi yaptık. Yani, işçi sınıfının iktisadi, sosyal ve kültürel çıkarlarını korumaya yönelik olarak görüşlerimizi ortaya koyduk. Düşüncelerimizi savunduk. 1961Anayasasının ve kanunların bize tanıdığı araçlarla, sandık başlarında oylarımızla mücadele ettik.

Biz ne yaptıksa, yasalara uygun olduğu için, bu kanaatte olduğumuz için yaptık. Şimdi de aynı görüşteyiz. Görüş ve eylemlerimizin suç olmadığını açıkça söylüyoruz.

Eğer suçumuz soygunculuğa, sömürü ve baskıya, kaçakçılığa karşı çıkmak ise,

Eğer suçumuz daha yüksek ücret istemek ise,

Eğer suçumuz daha fazla ikramiye, kıdem tazminatı elde etmekse,

Eğer suçumuz emperyalizme ve faşizme karşı çıkmak ise,

Eğer suçumuz, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseye kul olmadığı güzel günler için mücadele etmek ise,

Eğer suçumuz gerçek demokratlar ve yurtseverler olmak ise,

Eğer suçumuz 1961 Anayasasını savunmak ise,

Biz bu ‘suç’ları kabul ediyoruz.

Biz zaten 12 Eylül öncesinde her gün ölüm tehdidi altında, ama ölümün üzerine gide gide demokratik hak ve özgürlükleri savunduk. İnsanoğlu daha iyiye, daha güzele doğru yürüme mücadelesini vermektedir. Bu mücadele içinde kalıcı olan, vazgeçilmeyecek olan temel insan hak ve özgürlükleri olacaktır. Hiçbir örgüt, hiçbir kimse, özellikle bir sendikacı bu haklar için mücadele vermekten kaçamayacaktır.

Tarihin mahkemesinde yargılandıklarında aklanmak isteyenler, temel insan haklarına, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ana ilkelerine, özelliklede düşünce örgütlenme özgürlüğüne saygılı olmak zorundadırlar.

Sayın Mahkeme üyelerinin de bu anlayışla davranmaları gerektiğine inanıyorum. İleride Türkiye’de nasıl bir demokrasi olacağı bu dava ile birlikte ortaya çıkacaktır. Bu nedenlerle bu dava Türkiye’deki ‘demokratikleşme süreci’nin bir ölçütü olacaktır.

Sonuç: Çuvaldızı 12 Eylül’e ama iğneyi de kendimize batırmalıyız?

Sonuçta emeğin sermaye karşısındaki 12 Eylül sınavı başarısızlıkla sonuçlandı. Köklü bir tarihe yaslanan DİSK gibi bir örgüt, geleceği belli olan 12 Eylül’ü önceden örgütsel olarak karşılayamadı. Acıları, hapiste geçen süreleri, işkenceleri ve mağduriyetleri sıralamak ne yazık ki kimseyi haklı çıkarmaya yetmiyor. Örneğin 15 Eylül’e kadar süren metal, tekstil ve cam grevlerinin çadırları sökülürken direnilebilirdi. Pekâlâ sıkıyönetimin bir bildirisi ile Selimiye önlerinde sıraya girilmeyebilirdi. İster istemez aklımıza takılan soruların önemli kısmı yaşanan onca zamana karşı tatmin edici bir cevap bulabilmiş değildir.

12 Eylül üzerinden 42 yıl geçti ama;

DİSK yöneticileri Sıkıyönetime teslim olmaya giderken yerlerine kimi ve neyi bıraktılar?

Mali kaynaklar çarçur edilmeden DİSK’in önüne başka bir yol haritası, uygulanabilir başka seçenekler konulamaz mıydı?

“Kimse DİSK’e yeni yol haritası önermesin!” yerine kolektif akıl devreye alınamaz mıydı?

Faşizme karşı demokrasi mücadelesi, sendikal mücadele temelinde derinleştirilemez miydi?

Yeniden örgütlenmek için kaynakların noterlere akıtılması yerine, 12 Eylül’ün tahribatına karşı fiili ve meşru bir mücadele süreci başlatılamaz mıydı?

DİSK ve sendikal hareket ayaklar altında ezilirken, tahliyeler sonrası milletvekili olmak çok mu öncelikliydi?

Cevaplanması için havada asılı duran bu ve benzeri sorular uzatılabilir ama yazının amacı ve yeri burası değildir. Öyle anlaşılıyor ki; geçmişin eleştirisi ancak yeni ve devrimci bir işçi hareketinin yaratılmasıyla sağlanabilir. Eğri ve doğru o zaman anlamına kavuşabilir. Umudumuz bir işçi toplumuna dönüşen Türkiye’nin yeni geleceğindedir.

*DİSK-AR tarafından 2020 yılında hazırlanan 85 sayfalık raporun detaylarını okumak isteyenler  http://arastirma.disk.org.tr/?p=4622 linkinden ulaşabilir ve indirebilirler.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur