10 Ağustos 1963 günü dünyaya gözlerini açtığında hiç kimsenin aklına bu gözlerin yakında Durga’nın gözleriyle eş değer olacağı gelmemiştir elbette
“Doğduğumda bir köpekten daha değersizdim, şimdi bir kraliçeyim. Çoktan ölmüş olmalıydım, ama hala canlıyım. Tanıklığım, benimki gibi bir yaşamın bir daha asla yinelenmemesi için yeryüzündeki tüm yoksullara ve ezilmişlere uzanan bir el olsun.”
10 Ağustos 1963 günü dünyaya gözlerini açtığında hiç kimsenin aklına bu gözlerin yakında Durga’nın gözleriyle eş değer olacağı gelmemiştir elbette. Hint mitolojisinde, kötülüğü yok edip, barış ve refahı sağlamak için savaşan ve yenilmezliği temsil eden tanrıçanın adıdır Durga. Hani bir aslanın sırtında, üzerinde göz kamaştırıcı bir elbise, elinde binbir güce sahip silahıyla iblisin üstüne yürürken tasvir edilen Durga; iblisi öldürüp, “kötülük avcısı” olarak hak ettiği o büyük üne sahip olur efsanenin sonunda. Tıpkı hikayemizin kahramanı Phoolon Devi gibi. Gerçi bizim kahramanımızın ne üstünde şatafatlı bir elbisesi vardır ne de elinde binbir sihirli güce sahip bir silah; başındaki kırmızı bant da olmasa onu diğer erkek haydutlardan ayırt etmek bile mümkün değildir üstelik. 25 kişilik çetenin tek kadın üyesidir. Bu Hindistan’ın en ücra köşesinde doğmuş, ufak tefek, kara kuru, asi kadının kısacık yaşamına yakından baktığımızda anlarız onu seven milyonlarca yoksulun onu neden güç tanrıçası Durga ile eş tuttuğunu. Çünkü isyanın ve savaşın sembolüdür o; yeryüzündeki tüm aşağılanmışlıklar adına, tüm kötülüklere karşı tepeden tırnağa bir başkaldırıyla özdeşleşmiştir adı; ilahi bir güçten gelmese mümkün müdür böyle bir başarı.
Biri erkek, beş çocuklu, yoksul mu yoksul bir ailenin ikinci kız çocuğu olarak doğmuştur, Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh bölgesindeki nehir kıyısındaki küçük bir köyde. Adı gibi güzel bir yaşantısı olsun diye değil, hiçbirinin aklından bile geçmezmiş zaten böyle bir yaşantı, sadece çiçek festivalinin yapıldığı gün doğduğu için koymuşlar Hintçede çiçek anlamına gelen Phoolan adını. Her türlü eşitsizliğin had safhada olduğu bir yöreymiş burası; hele de cinsler ve kastlar arası. Eşitsizliğin en çıplak, en belirgin, en ete kemiğe bürünmüş iki hali. Ne bir kasttan diğer kasta geçebilirsin ne de bir cinstten ötekine. O kadar belirgindir ki bu eşitsizlik, bırakın evliliği, oturup yemek bile yiyemezlermiş farklı kastlardan iki kişi. Ne aynı kuyunun suyunu içebilirler ne de aynı oyunları oynayabilirmiş çocukları. Alt kastın üst kasta, kadının erkeğe mutlak itaati, boyun eğişi, siz deyin köleliği.
İki belirgin kast vardır doğduğu yörede, Tahkurslar ve Mallahlar. Kadın olması yetmezmiş gibi bir de an alt kast olan Mallah olarak doğar geleceğin “Haydutlar Kraliçesi.”
Nehir kenarındadır köyleri. Ne suyundan ne de balığından faydalanabildikleri bir nehirdir bu. Zenginlerin işidir çünkü balıkçılık da kayıkçılık da. Onlar gibi fakir olanlara başkalarının topraklarında çalışmaktır kaderi. Yöredeki diğer kızlar gibi hiç okul yüzü görmez ama dört yaşında iken öğrenir nehirde yüzmesini ve bir kayığı tek başına idare etmesini. Başında su taşımasını öğrenir sonra büyükler gibi, keçi gütmesini, kuyudan şu çekmesini, hatta tarlada çalışıp evde kardeşlerine bakmasını.
Diğer çocukların aksine, şaşırarak bakmaktadır başta annesi olmak üzere sabah akşam dayak yiyen kadınların hayatına. Hele de çalışmaktan dinlenmeye vakitleri bile olmayan bu kadınların bir de mutfağa girip, kendilerini döven kocalarına harıl harıl yemek hazırlamalarına.
***
Sadece görmüyor, isyan da ediyor çevresindeki haksızlıklara. Tabiî önce en yakınındaki babasına.
Ablası bile bir köşeye sinmiş ağlarken, hızla atılır annesini döverken gördüğü babasının üzerine; çeker çekiştirir küçücük kollarıyla, gücü yetmez onu engellemeye ama dişleri gelir aklına, kocaman bir ısırık kondurur babasının kollarına.
Bir babasınadır isyanı o yaşlarda, bir de amcaoğlu Miyadin’e.
Dedesinden kalan mirası amcasıyla paylaşmak yerine tek başına konarak onları açlığa mahkûm eden kuzen Miyadin’e. Kendilerini ellerinden aldığı tarlalarda çalışmaya zorlayan bu kuzenine öfkesi hiç dinmez, amansız bir kavgaya girişir onunla, tabiî hiçbir sonuç alamaz. Yasaların değil, güçlünün sözü geçmektedir çünkü.
Baktı ki baş edemiyor çareyi onu evlendirmekte bulur Miyadin. Onun önerisiyle veriverirler onu kendisinden üç kat daha büyük zengin bir kuzenine.
Vermekten öte açıkça satılmıştır Phoolan, bizdeki ‘töre’nin tersine başlık parasının kızlara ait olduğu Hindistan’da, bir öküz ve bir bisiklet karşılığında, henüz 11 yaşında. Hem başlık vermekten kurtulmuştur aile hem de bir öküz ve bir bisiklet almışlardır karşılığında az şey mi.
Yalvarır annesi babasına, kızı vermeyelim, en azından altı ay daha kalsın bizimle, daha küçük bir çocuk o diye.
Hint törelerine göre, bir çocuk küçük yaşta evlendirilebilse de ergenlik yaşına kadar ailesi ile oturma hakkına sahıpken, 33 yaşındaki damat, “evlilikten vazgeçerim ha” tehdidiyle götürüverir alnına evlilik damgası vurulan daha 11 yaşındaki Phoolan’ı.
Ev işlerinin yanı sıra, şu taşıma, keçilerin bakımı da ondan sorulur artık yeni evinde.
Evin işlerinden sorumludur ama orada yatması bile yasaktır, ahırdır onun yeri, hayvanların yanında, saman yığınlarının üzerindedir yatağı. Yine de sığınaktır ona göre, bütün işlerini bitirdikten sonra tek başına kalabildiği. Bu bile çok görülür ona, eve gelişinin daha üçüncü ya da dördüncü gününde sabrı tükenir 33’lük damadın, ilk tecavüzünü yapar bacak kadar çocuğa. Günlerce, aylarca, yıllarca devam eder. Phoolon kaçar, ailesi iade eder, yeniden kaçar, yeniden iade edilir; boyun eğmez hiçbirinde de teslim olmaz kötülüğe.
“İflah olmaz”a çıkmıştır adı. Ne dayak ne tecavüz ne sokağa atılma tehdidi yola getirebilir onu. Sonunda baba evine bırakır kocası; yenisini bulmuştur çünkü, “bir öküze muhtaç” bir başka babanın, uysal, söz dinleyen, bir dediğini iki etmeyecek olan kızını.
Hindistan’da kadını aşağılamanın en alçak yoludur bu yaptığı; bize yaramaz artık kızınız, çok uğraştık, yola getiremedik, alın sizin olsun bundan gayrı.
***
Gerisi bildik hikâye. Çevresinde gezinen köyün ‘zengin’ gençleri; yüz vermeyen ‘fakir’ kıza atılan iftiralar, sonrası “vurun kahpeye”… Daha onbeşine bile girmemiş bir çocuk kimin umurunda.
Parya muamelesi yaparlar ona bir üst kastın erkekleri, köyde yaşamasını bile yasaklarlar.
Polis girer bu aşamada bir de devreye. Hırsızlık bahanesiyle yapılan gözaltılar; taciz, tecavüz, dayak.
Tepeden tırnağa isyana dönüşür Phoolan. Tepeden tırnağa öfkeye keser. Ama elden bir şey gelmez. Baba desen her şeyin farkında ama yoksulluk öyle bükmüş ki belini, sesini çıkaramaz, çaresiz.
Sıra gelir çetelere. Onlar da paylarına düşeni ister, kast dışına atılmış gencecik Phoolan’dan.
Önce saklanır Phoolan, teslim olmaz babasının evine gelip kendisini adıyla çağıran çeteye. Ancak erkek kardeşi ve babasına yönelince çete reisi, mecburen çıkar ortaya. Gecenin karanlığında, onlarla birlikte yollanır dağlara.
Kızlarının çeteler tarafından kaçırılmış olması bile perişan etmeye yeterken, bir de köylülerin tepkilerine maruz kalır ailesi; artık onlara da yasaklanır köy yaşamı.
Genellikle işsiz, topraksız ya da üst kastın topraklarına el koyduğu köylülerden oluşmaktadır bu çete üyeleri; yol kesip tren soyarak ve kendilerini engellemeye çalışan polis ve orduya karşı savaşarak dile getirmektedirler düzene olan tepkilerini.
Tüm toplum gibi, bu çeteler de toplumsal kast sisteminin bir bileşenidir sanki; hem alt kasttan hem de üst kasttan üyeleri vardır ve kastlar arasındaki çatışma hiç hız kesmeden burada da devam etmektedir.
***
Phoolan’u kaçıran çetenin reisi Babu Güdjar thakurs kastından soysuz biridir ve Phoolan’a kafayı fena takmıştır. Bir seks kölesi gibi görmekte, hayvan muamelesi yapmaktadır ona. Ancak yardımcısı Vikram karşı çıkar bu duruma, ikaz eder birkaç defa, kötü muameleye son vermesi için. Hem Phoolan ile aynı kasttandır çünkü hem de güzel duygular duymaktadır genç kadına içten içe.
Vikram’ın ikazları sonuçsuz kalınca Babu nezdinde, silahlı çatıma çıkar aralarında, Babu ölür, Vikram geçer çetenin başına.
Bu olaydan sonra değişir Phoolan’ın hayatı. Talih kuşu konmuş gibidir başına. Şiddet dolu hayatında kısacık bir parantez, bir nefes alma dönemi sanki. İlk defa birisi ona insan gibi yaklaşıp, yumuşacık, sevgi dolu bakışlarla bakmakta, Phoolan da o güne dek hiç duymadığı yeni duygulara kapı aralamaktadır.
Silah kullanmayı öğrenir ondan, kavgayı, zorlu doğa koşullarında yaşamayı, hayatı eşit paylaşmayı, bilcümle insan gibi yaşamayı. “Silahın hiç eksik olmasın yanından” der, “düşmanın nerden geleceği belli olmaz, silahla yaşamayı öğren.”
Yaşama bağlanır yeniden, gülmeyi öğrenir, sevmeyi de gönlünce, özgürce. Çeteler arasında bir tören yapıp evlenirler bile.
Sırtındaki sariyi çoktan atmış, savaş kıyafetlerini geçirmiştir üstüne. Alnına taktığı kırmızı bandanasıyla tam bir haydutlar kraliçesidir o artık. Birlikte giderler eylemlere, en öndedir artık Phoolan, savaşır yılların öcünü alırcasına, vurur önüne çıkana kendisine yapılanları iade edercesine.
Her gittiği köy baskınında “Korkmayın kadınlar ve çocuklar” diye başlar elindeki megafonla konuşmasına, “korkmayın yoksullar, sizlerle bir hesabımız yoktur bizim, hesabımız haksız yere zenginleşenlerle!”
Ve başlar zenginlerden alıp yoksullara dağıtmaya.
***
Her geçen gün ününe ün katmakta, adı kulaktan kulağa yayılmaktadır. Üst kastların korkulu rüyası, alt kastların umudu, yarı efsane, yarı gerçek Hindistan’ın Robin Hood’udur artık o.
Elinde silah, arkasında çetesi ile girer, yıllar önce bir köpek gibi atıldığı köyün meydanına, sırf Miyadin ile hesaplaşmaya.
Bütün köylülerin önünde söz verdirir Miyadin’e, babasından gasp ettiği toprakları geri vereceğine.
Acır haline, canını bağışlar, öldürmez yine de.
Her sözü emirdir artık her gittiği yerde.
Ama içinde büyük bir burukluk vardır yine de. Öğrenmesine öğrenmiştir Vikram ile birlikte, gülmeyi, savaşmayı, bir güzelliği paylaşmayı ama bir türlü unutamaz küçücük bir çocukken kendisine tecavüz eden ve hala kocası konumunda bulunan adamın yaptıklarını.
Vikram’ın önerisiyle bir gün çetesiyle birlikte çalar tecavüzcüsünün kapısını.
Önce tanımaz adam onu, tanıdığında da taş kesilir sanki korkusundan.
Saatlerce döver Phoolan onu bütün köylülerin huzurunda. Ne kadar dövse de bir türlü dinmez içindeki sancı.
Sonunda bırakır adamı yarı ölü bir vaziyette, eli yüzü kan içinde. “Kim ki küçük çocuklarla evlenir, onlara tecavüz ederse cezası ölümdür bundan böyle!” diye bir not yazdırıp iliştirir üstüne.
O günden sonra, kimse yanına yaklaşamamış adamın, köyün dışında, tek başına ölüp gitmiş bir köşede.
Adamı öldüresiye dövüp, üstüne notu iliştirdikten sonra bir dinginlik çökmüş Phoolan’ın üstüne; büyük bir yükten kurtulmuş, intikamını almış, onurunu kurtarmış olmanın dinginliği. Öylesine hafif, öylesine mutlu hissediyormuş kendisini. Zavallı çocuk. Nereden bilsin o güne kadar yaşadıklarının, yaşayacağı cehennemin yanında devede kulak kalacağını. Nereden bilsin, o zenginliği üst kasttan alıp alt kasta dağıttıkça, erkek zulmüne karşı kadının yanında durdukça bazılarının öfke nöbetleri geçirip hakkında ölüm fermanı yazdırdıklarını. Nereden bilsin dizginlerinden kurtulmuş kötülüğün önünde tek başına durulamayacağını.
***
Vikram’ın çetesinin cezaevinde olan iki üyesi, daha doğrusu iki şefi varmış meğerse. Lala Ram ve Sra Ram adında iki kardeş; soysuz iki Thahkum üyesi.
Bunlar cezalarını tamamlayıp dışarı çıkarken polisten uzun bir “brifing” almışlar Vikram, Phoolan ve çetenin son durumu hakkında.
Çeteye döndüklerinde anlaşılmış derslerine ne denli iyi çalıştıkları da. İlk hedef tabiî ki Vikram, Phoolan’ın yanına yaklaşabilmek için önce onu devre dışı bırakmak gerek. Uzaktan açtıkları ateşle kalleşçe öldürürler onu. Phoolan şaşkın, çıldırmış gibi atılır Vikram’ın üstüne yaralarına merhem olmaya. Silah kimin umurunda. Aynı anda çullanırlar üstüne, sağ yakalayıp diri diri cehennem ateşinde yakmak üzere.
Çünkü suçların en büyüğünü işlemiştir o. En aşağı kasttan biri olduğu halde, üst kast üyelerine, üstelik de üst kast erkeklerine kafa tutmaya cüret eden aşağılık bir kadındır o. Öyle hemen çabucak öldürülür mü böyle biri? Önce ona kadınlığını öğretmek gerekmez mi? Hem de keyfini çıkara çıkara, şanına şöhretine yakışır bir şekilde. Her gün, her saat yavaş yavaş “öldürün beni” diye yalvarta yalvarta.
Ellerini kollarını bağlayıp, Behmai köyüne götürürler önce, büyük bir zafer sarhoşluğu içinde.
Başta Ram kardeşler, bütün çete üyeleri sırayla tecavüz ederler, korkudan ellerini bile çözmeye cesaret edemedikleri kadına.
Bütün köy farkındadır aslında olan bitenin de, sesi soluğu kesilmiştir herkesin.
Bir kadının, kocasına bile çıplak görünmesinin ayıp sayıldığı yörede çırılçıplak dolaştırılır sokaklarda, öylece atılır köy meydanına, peşkeş çekerler elleri kolları bağlı kadını, canlarının istediklerine. “Görün tanrıçanızın halini” derler köylülere, “Tanrıçaymış ama ne yazık ki düşük kast tanrıçasıymış, böyle yaparlar bizde düşük kast tanrıçalarına” diye gözdağı verirler alt kast üyelerine.
Taş kesilir Phoolan. Kapatıldığı cehennemin ta dibinde intikam ateşiyle yanıp kavrulan kapkara bir taştır artık o. Kocasını gözlerinin önünde öldürüp, kendisine günlerce tecavüz eden bu gruhtan intikam almadan ölmeyi bile kendisine yasaklayan bir taş. Ah bir çözebilse ellerini.
Bir brahmanın yardımıyla çözdüğü söylenir ellerini.
Canlı bir cenazeden farksızdır artık, ne yangını diner içindeki o günlerin, ne de yüzleri silinir gözlerinin önünden o cehennemi yaşatan zebanilerin. Ah o iki kardeş var ya, ah o iki soysuz, yerin yedi kat dibine de gitseler bulacaktır izlerini, haber salmıştır dört bir yana, kulağı seste haber beklemektedir öyle.
***
14 Şubat 1981’de gelir beklediği.
O gün, köyde bir düğüne katılacaklarını haber alır bu iki kardeşin.
Gözleri alev alev, gözleri ışıl ışıldır intikam meleğine dönüşen haydutlar kraliçesinin.
“Sakın kadın ve çocuklara dokunmayın” diye uyarır arkadaşlarını.
“Kadın ve çocuklara dokunmak yok, iğnenin deliğine bile girseler bu ikisini bulun, karşıma sağ getirin!”
Çetenin kendisini bir yıl önce, çırılçıplak attığı meydanda yaralı bir kurt gibi dolaşmaktadır sabırsızca. Tek tek aranır evler, köyün bütün erkeklerini toplarlar ama bir türlü bulamazlar Ram kardeşleri, yer yarılmıştır da içine girmişlerdir sanki. Çok sonraları anlaşılır aldığı istihbaratın yanlışlığı.
Yalvar yakardır köyün erkekleri. Ağlayan, sızlayan, af dileyen. Sanki bir yıl önce Ram kardeşlerin aşağılamalarına alkış tutan onlar değilmiş gibi.
Sel olup taşar öfkesi Phoolan’ın. Kimisine tokat olur iner, kimisine tekme, kimisine girişir dipçikle. Yine de dindiremez içindeki öfkeyi.
Rastgele tarar sonra çete arkadaşları üst kast üyesi bu erkek kalabalığını. Toplam 22 ölü.
Tecavüz altında geçirdiği her gün için bir ölü.
Hindistan tarihinde bir çetenin yaptığı en büyük, en vahşi katliamdır bu.
Üstelik de alt kastan bir kadının önderliğinde, üst kast erkeklerine yönelik yapılmış bir katliam.
Bir numaralı cani ilan eder yasalar onu.
Hemen yakalama sözü verir, Hindistan’ın kadın başbakanı İndira Gandhi.
“Yasalara bırakır mıyız hiç” der üst kastın akilleri, “gördüğümüz yerde indireceğiz onu”.
***
Bütün ordu düşer peşine. Havadan karadan ne operasyonlar yapılır. Polis ve ordu birlikleri de yetmez, üst kasta bağlı çeteler de düşer peşine.
Dağ, taş, her yerde didik didik aranmaktadır; nafile.
Hiçbir yerde rastlanamaz Haydutlar Kraliçesi’nin izine. Vadiler saklar onu, balta girmemiş ormanlar.
Tam iki yıl geçer aradan.
Tam iki yıl koşturur koskoca orduyu ardından.
Ne cephanesi kalmıştır elinde ne de çetesi kendisine bağlı. Çoğu öldürülmüştür, bir avuç adamı dışında.
Sağlığı da bozulmaktadır gitgide.
Düşünür taşınır, 1983 Eylül’ünde başbakan İndra Gandhi’ye iletir, kayıtsız şartsız kabul edilecek olan şartlarını:
– Hakkında ölüm cezası verilmeyecek.
– Çete üyeleri 8 yıldan fazla cezaya çarptırılmayacak.
– Erkek kardeşine devlet iş verecek (Polis oluyor).
– Babasına hak ettiği toprak verilecek.
Bütün şartları kabul edilir.
***
10.000 kişi vardır teslim töreni için düzenlenen alanda, basın ve polislerin dışında.
10.000 kişi onu görebilmek için gelmiştir oraya. Çoğu da meraktan. Şimdiye kadar gazetelerde çıkan robot resimleri dışında gören yoktur ki onu. 300 Polis güvenliği sağlama derdinde, dünyanın dört bir köşesinden gelmiş gazeteciler eller deklanşörde hazır beklemede.
Her şey onun isteğine göre düzenlenmiş tören alanında.
Biri Mahatma Gandhi’nin diğeri Tanrıça Durga’nın iki dev fotoğrafı asılmıştır silah bırakacağı yere. Teslim olmasının olmazsa olmazlarından biridir silahı polis yerine onların fotoğraflarının önüne bırakma şartı.
Alnında, geleneksel kırmızı bandanası, göğsünde çapraz fişekliği elinde sıkı sıkıya tuttuğu Mauser 303 silahıyla girer alana. Ürkek, şaşkın, heyecanlı…
Eli boşalır boşalmaz sudan çıkmış balık gibi hisseder kendini. Ne yapacağını, nereye koyacağını bilemez boşalan ellerini, kalır öylece.
Tam o anda kopar alkış tufanı. Sevinç çığlıkları karışmaktadır birbirine.
“Çok yaşa” diye inler tören alanı, “çok yaşa haydutlar kraliçesi.”
O an fark eder mahşeri kalabalığı.
Artık yeni bir yol açılmıştır önünde.
Dağların doruklarından kodese. Kodesten de parlamentoya uzanacak olan, kısacık ama olağanüstü bir yaşama giden bir yol.
Politik tutuklularla tanışır cezaevinde, utanarak sorar onlara “politika” ne demek diye. Sadece politika mı, kitap sözcüğünü de duymamıştır hayatında. Biyografisini yazmak için cezaevine gelen bir gazeteciden öğrenir kitabın ne olduğunu. O kadar cahil, o kadar saf, o kadar dünyadan habersiz.
Gerçek bir okul olur cezaevi onun için. İlk ders okuma yazma öğrenmek.
***
Büyük bir üzüntü ile öğrenir Ekim1984’te İndira Gandhi’nin bir suikast sonucu öldürüldüğünü.
Günlerce ağlar. Haksız da sayılmaz hani, o Gandhi’ye güvenip kabul etmiştir teslim olmayı, ya şimdi onun yerine geçecek olan bozarsa anlaşmayı?
Korktuğu gibi de olur. 8 yerine 11 yıl kalır içeride.
Bu 11 yıl boyunca dava bile açılmamıştır hakkında.
Nasıl açsınlar ki? Onlar da biliyorlar dava açılırsa eğer, Phoolan’ın ilk duruşmada sanık sandalyesinden kalkıp yerine “esas haydutlar”ı oturtacağını.
İçeride iken yazar biyografisini gazetecilerin yardımıyla.
Fimler çekilir hayatını anlatan.
Şarkılar bestelenir, şiirler yazılır adına.
Sayısız hediyeler alır, dünyanın dört bir yanından.
İçeride geçirdiği her an ününe ün katmakta, dünya basını onunla röportaj yapabilmek için cezaevi kapısını aşındırmaktadır.
Yoğun bir af kampanyası başlatılır, sosyalist parti önderliğinde.
1994 yılında bırakıldığında, o geçmişin, cahil, vahşi, küskün kızı değildir artık; okuma yazması olan, günlük basını takip eden, dünya ile haberleşen, 31 yaşında, güler yüzlü genç bir kadındır o.
***
Sosyalist Parti’nin önerisiyle milletvekili seçimlerinde adaylığını koyar. Çok renkli bir seçim kampanyası yürütür. “Haydut değilim ben” diyerek başlar sözlerine, “Sadece erkeklerin bana yaşattıklarının hesabını sordum, normal değil mi bu? Üst kast mensuplarının bize yaşattıkları insanlık dışı durumun hesabını sordum normal değil mi bu? İyi olduğumu iddia etmiyorum ama suçlu da değilim.”
Oyların yarıya yakınını alarak seçilir parlamentoya. “Esas haydut”un kim olduğunun bilincinde olan binlerce oy demektir bu.
Başta kadın ve çocuklar olmak üzere, tüm yoksullar için çalışır, çabalar. Onların hayatlarının iyileştirilmesi için çalışmalarda bulunur.
Ta ki o uğursuz 25 Temmuz 2001 gününe dek.
Parlamentodaki sabah oturumundan çıkıp her zamanki gibi evine yöneldiği o güne dek.
Yanında hiç eksik etmediği korumasıyla birlikte. Nasıl eksik etsin ki, 11 yıl yatıp çıkmıştır ama hala thakkur kastının hakkında verdiği idam fermanıyla dolaşmaktadır boynunda. Ne onlar peşini bırakmıştır bunca yıldır ne de onun öfkesi, kini dinmiştir onlara karşı.
Uzaktan görür evinin önünde bekleyen iki kişiyi, yüzleri açık olduğu için anlamaz önce. Yüzlerini kapatıp yaylım ateşine başlarlar biraz daha yaklaşınca.
İlk kurşun korumaya isabet eder.
Ne panik ne korku Phoolan’da.
Üstlerine üstlerine yürür ateş edenlerin. Elleri boş, silahsız. Silaha gerek yok, elleriyle boğacaktır onları bir yakalarsa. Ah bir ulaşabilse onlara. Bir adım, ikincisi… İlk kurşunu omuzundan yer. Sarsılır, toparlanır, yürümeye devam eder, ikincisi gelir kurşunun, üçüncüsü sonra…
“Diz çökmeyeceğim önlerinde” der, “bu kadın ve yoksul düşmanı katillerin önünde asla diz çökmeyeceğim. Ne iki büklüm görecekler beni ne de boynum eğilecek önlerinde. Öyle ayakta öleceğim.”
Öyle de ölür.
Derler ki, o gün bu gündür, ne zaman bir taciz, ne zaman bir tecavüz olayı olsa ya da nerede bir yoksul aşağılansa, dağların doruklarından vadilere doğru bir ses yankılanırmış:
“Hey haydutlar kraliçesi! Çık dışarı! Görmüyor musun bak tam da yeniden doğup ayağa kalkma zamanı.”
Yaşasaydı bugün 59. doğum gününü kutluyor olacaktı.
Hey haydutlar kraliçesi, duymuyor musun dağların doruklarında yankılanan bu yardım çığlıklarını!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.