Adı Şirinyer olsa da, hep Kızılçullu’da yaşadı, Kızılçullu’da yumdu gözlerini Köy Enstitülerinin son neferlerinden Ahmet Umutlu. 17 Ağustos 2014’te
“Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gökyüzünde dalgalanır seslerim”
Aşık Veysel
Ne zaman Köy Enstitüleri öğrencileriyle ilgili bir fotoğraf görsem, büyük bir dikkatle incelerim yüzlerini; sanki içlerinden biri bana göz kırpıp ‘tanıdın mı beni kızım’ diyecekmiş gibi. Hiç çocuk olarak düşünmedim onu ben. Hep babaydı O; koruyan, kollayan ve öğreten bir baba. Mesleği de öğretmekti zaten. Sadece biz çocuklarına değil, tüm köy çocuklarına, tüm öğrencilerine öğretendi. Öğrendiği ne varsa, son kırıntısına kadar aktarırdı öğrencilerine hem de büyük bir aşkla, şevkle, özveriyle.
Okul saatleri yetmezse gece kursları açardı köy odalarında; gece gündüz çalışır ama mutlaka öğretirdi okuma yazmayı, bir de 4 işlem yapmayı. Müfredatla sınırlamadı kendisini hiç, ilimden, bilimden başkasına pirim vermedi.
Kızılçullu Köy Enstitüsü girişliydi, son sınıfa geldiğinde enstitüleri kapatılınca öğretmen okulundan almıştı diplomasını. 1933 doğumluydu, Haydar’dan olma, Arzu’dan doğmaydı. İki halam ve beş amcamla birlikte kalabalık bir ailede büyümüştü. Ailenin okuyan tek çocuğuydu. Kardeşlerini sever sayardı ama ilke ve inançları ayrıydı.
Kaç yaşındayken öğrendim bilmiyorum; babamın babası Haydar dedemin aslında anneannemin biricik abisi, annemin de özbeöz dayısı olduğunu. Bizim evde çok az anılırdı adları. Bizim ev dediğim, anneannemin köydeki eviydi. Orada geçti çocukluğumuz bizim. Annemin babasının sağlığında yaptırdığı o koca taş evde. Köyün ilk muhtarlarındanmış Ahmet Çavuş, annemin bile hayal meyaldı kendisiyle ilgili anıları. İki teyze oğlumda yaşıyor şimdi adı. Teyzelerimin de ayrı bir hikayesi var tabiî; annem bile onlar evlenirken öğrenmiş onların annelerinin başka kendi annesinin başka olduğunu ve onların annelerinin adının kendisine konduğunu. Ne kadar şaşırmıştım ilk duyduğumda ben de.
Hastalıktan ölmüş, teyzelerimin anneleri. İçler acısı bir hikayedir anneanneminkisi.
***
1920’li yılların başı olmalı. İzmir işgal altında. Köylere kadar yayılıyor işgal güçleri.
Yeni evliymiş anneannem o zamanlar. Eşe Gözel derlermiş adına; Güzel Ayşe’nin bizim köycesi.
Her gün kazan karasıyla yıkarmış yüzünü, köyün diğer kadınları gibi, güzelliğini görmesin diye Yunan askerleri.
“Ne tavuk kalmıştı bahçede ne de kümeslerde yumurta, ne varsa alır götürürlerdi yiyecek diye ne varsa” derdi.
Bir sabah çıkmış ilk eşi evden, çıkış o çıkış, uzun süre haber alınamamış kendisinden.
Bir tarla kesiğinde bulunmuş kesik başı günler sonra. Anneannem perişan.
“At nalı çakacaklardı ayaklarımıza o gavurlar, Atatürk yetişmeseydi eğer” der başka bir şey demezdi,
yüzünü güneşe dönüp Atatürk’ün ordusuna zeval vermemesi için dua ettiği 1974 Kıbrıs çıkartması karartma günlerinde.
Sen, gel de anlat ikna et şimdi bu kadını: Bütün halkların kardeş, Kıbrıs’ın da Kıbrıslıların olduğuna.
Bir kere teşebbüs ettim,
Bastonunu aldı eline. Offff. Ne şanssız bir kadınmış benim anneannem. İlkini Yunanlılar almış.
İkincisini de kalp krizi.
Tapu kayıtlarında bolca mal varlığı. Ve yanında bir kız çocuğuyla genç yaşta, yapayalnız kalakalmış ortada.
Akına bile gelmemiş kızına sormak gönlünden geçenleri, onca varlığı yabancıya gidecek değil ya. Bir solukta varmış abisinin yanına.
Aman demiş, alelacele yapalım düğünlerini, kızım bana benzer, adı gibi güzeldir de.
Öğretmen oğlundan başkasına layık görmem ben ona haberin ola.
Kısa sürede kazanlar kurulmuş, düğün dernek yapılmış. Anneannem hiç olmadığı kadar mutlu. Ama gel gör ki çok sürmemiş mutluğu. Hiç de istediği gibi gitmemiş işleri.
***
“Dayım” derdi annem, “İyi bir insan ama dünyadan haberi yok, safın teki, o kadın çekip çeviriyor onu”. O kadın dediği babaannemdi. Babam, hafif gülümseyerek dinlerdi kendisini, kafasını iki yana sallayrak sessizce. Annemin oğlu yoktu. İki tane olmuş, birisi doğarken, diğeri de kısa bir süre yaşadıktan sonra ölmüş. Cehaletin kol gezdiği yıllar. Babaannem ve halalarım yıllarca bundan annemi sorumlu tutmuşlar. Annem de bütün gazabıyla verince cevabı ortalık karışmış, hatlar kesilmişti. Bırakın evimize gelmeyi, mahallemizden bile geçemezdi babaannem. Uzun süre de bizim onları görmemize izin vermedi annem. Çok sonraları, amca çocuklarım aracılığıyla gidip görmüştüm kendilerini iki odalı evlerinde. “Emed’in kızı mısın sen” demişti dedem, gözleri hafiften nemlenerek. Babaannem koca bir tabak bal koymuştu önüme saçlarımı okşayarak.
Babaannemin fettanlığını sonraları diğer gelinlerinden de afallayarak dinledim, ama Haydar dedemle ilgili tek kötü bir söz bile duymadım; kimden dinlediysem hep iyilikle anıyorlardı adını. Hele babamın anlattığı biri çocukluk anısıyla ilgili iki olay vardı ki bugün bile aklıma geldikçe gülümsemekten alamam kendimi, çevreme de anlatırım fıkra gibi.
***
Çocukken yaramazlık yapar mıymış babam bilmiyorum, ama onca çocuk bir evin içinde olunca gürültünün patırtının haddi hesabı olmuyormuş haliyle. Zavallı babaannem bunlarla başa çıkamıyor, bir türlü susturmayı beceremiyormuş. Yine, çocukların kendisini dinlemeyip, kendi aralarında bağırıp çağırdıkları bir gün dedeme demiş ki, “Haydar, bir şeyler yap da korkut bunları, sussunlar, başıma ağrılar girdi”. Dedem önceleri aldırmamış ama babaannemin “dırdırları” artınca hırsla çağırmış çocuklarını yanına. Büyük bir merak ve korku içinde dizilmişler babalarının karşısına. Dedem şöyle bir süzmüş onları, sonra büyük bir ciddiyetle ellerini kaldırıp iki işaret parmağını iki gözünün altına getirip aşağı doğru çekip, yüzüne garip bir şekil verdikten sonra, ağzını büzerek, alabildiğine kalınlaştırdığı sesiyle kocaman bir “mööö” demiş çocuklara.
O ana kadar tedirgin olan ve merakla dedemin ne yapacağını bekleyen çocuklar duydukları bu möööö sesinin ardından büyük bir sevinçle, çığlık çığlığa başlamışlar odanın içinde dört dönmeye. Birinin kahkahasına diğerinin möööö sesi eşlik ediyor, bir diğeri gözlerini aşağı çekerek koşuşturuyorlarmış odanın içinde. Dedem, keyifli bir şekilde ocağın başında oturup onları izliyor, babaannem söylene söylene ispirto döktüğü tülbentini alnına sarıp ağrılarını dindirmeye çalışıyormuş.
Böyle bir ortamda büyüyen babam, üstüne bir de köy enstitüleri kültürü eklenince bırakın bize bir fiske vurmayı, annem ne zaman babaannem misali hırslanıp üstümüze yürüse önüne dikilir “Çocuk dediğin yaramaz olur Hüsniye, yapma böyle, rahat bırak çocukları” derdi. Sonra da bu olayı anlatır, ellerini tıpkı dedem gibi yaparak kocaman bir möööö sesi çıkarırdı. Neşenin doruğuna çıktığımız ne de güzel anlardı.
1969 yazıydı ve biz yine köydeydik. O zamanlar televizyon yoktu, koskocaman bir radyomuz vardı evde babamın haberleri kaçırmadığı. Radyo yayınlarını TRT yapıyordu, özel radyolar yoktu o zamanlar. Ama o dönemdeki TRT’nin şimdiki TRT ile de hiçbir ilgisi yoktu. Gerçek anlamda bağımsız bir tüzel kişiliği vardı, 1960 Anayasası’na dayanarak kurulmuştu ve ne 1971 ve ne de 1980 darbelerinin eli henüz özerkliğini tırpanlamaya uzanmamıştı. Genellikle eğitim ve kültür programları oluyordu. Bir de ünlü Yurttan Sesler Korosu. Kitap Saati, Arkası Yarın, Köy Odası, Çocuk Saati, Gençlik Saati gibi çeşitli programlar günlük, haftalık ya da aylık olarak hayatımızda yerlerini alıyorlardı. Nefesimi tutarak dinlerdim “Arkası Yarın”ları. Hiç unutmadığım kitabıdır Jules Vernes’in “Kaptan Grande’in çocukları”nı TRT’den dinlemiştim ilk defa. “İki Sene Mektep Tatili” ya da “80 Günde Devri-i Alem” de öyle. Önce radyodan dinler, sonra da babamın sınıf geçme hediyesi olarak aldığı kitaplar, kitaplığımdaki yerlerini alırlardı. Okuduğum her kitapla yeni bir dünya açılırdı ufkumda. Kendimi kâh güzel bir yat gezisine çıkacaklarını sanırken yaşam savaşının ortasına düşen o 15 çocukla beraber iki yıllık mektep tatilinde hayal eder kâh 80 günde dünya turuna çıkardım Jules Vernes’in yarattığı Phileas Fogg ile birlikte. Ve kitabın sonunda tam 80 günde dünya turunun olasılığı bahsini kaybettiğimi düşünüp dövünürken, hep doğuya gitmiş olmanın bana bir gün kazandırdığını öğrenmenin sevinciyle doğrulur, müthiş bir sevince boğulurdum diğer sayfada.
Eminim bu kitapları okuyan bütün çocuklar benim gibi kesinlikle bir şeyler buluyorlardı kendilerinden bu kitaplarda; dostluğun, kardeşliğin, güvenin engin denizine atılmadan önce… Her bir öykü, her bir tiyatro, her bir anlatı çocukluğun tertemiz, masum, maceralarla dolu dünyasına kocaman yaldızlı övgülermiş meğerse o zamanlar. Şimdi düşünüyorum da o dönemin TRT’sinin bizim kuşak üzerinde azımsanmayacak bir payı var aslında. Daha sonraki yıllarda cezalandırılma nedenimiz olsa da hem en güzel dünya hayali kurmamızda hem de kurduğumuz hayallerin peşinden inatla koşmamızda.
İşte bizim evde bunca kıymetli bir yere sahip olan radyo bütün evlere girmemişti henüz. Köy kahvelerinde ya da bakkallarında, bir de bizim dışımızda birkaç evde vardı. Köy erkekleri haber dinlemek için kahvelere giderlerdi.
Doğal olarak, dünya işleriyle fazla ilgilenmeyen Haydar dedemin evinde de yokmuş radyo o zamanlar. Arıcılık ve zeytincilikle uğraşan, eğlenceye zaman ayıramayan, fazla kahve kültürü de olmayan kendi halinde birisiymiş dedem. Ara-sıra kahveye gider, bir iki arkadaşını görür, haberleri toplar, gerisin geri evinin yolunu tutarmış.
İnsanı Ay’a götüren uçuş!
“İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım”
Ama, 1969 yazının temmuz ayında birdenbire kahveden çıkmaz olmuş.
Haberler de haberler diye tuttururmuş bir haftadan beri çevresindekilere.
Kahvede çayını karıştıranlara bile sinirlenir gürültü yapmayın, ajansı dinliyorum dermiş.
O gün yine kahveye gitmiş, çay faslından sonra sıra haberlere gelmiş.
Haberlerin ana konusu Amerika’nın uzaya fırlattığı Apollo 11 Uzay Gemisi.
Günlerdir bütün Türkiye Apollo ile yatıp, Apollo ile kalkıyormuş zaten.
Gün gün, saat saat veriyorlarmış haberleri.
Apollo 11 şurada, Apollo 11 burada…
Ha indi, ha inecek Ay’a.
Veee 20 Temmuz günü sona erer yolculuk… İşte o gün, Neil Armstrong, Ay’a ayak basan ilk insan olarak tarihe geçmekle kalmadı. “İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım” diyerek, insanlık tarihine notunu da düştü. Köyümüz tarihine de not düşülmüştü aynı anda.
Herkesin büyük bir coşku ve heyecanla, haberlerin sonunu dinlediği bir anda, dedemin sesi soluğu kesilmiş, rengi hafiften sarıya bile kesmiş… Nasıl kesmesin ki!
Günlerdir pek fazla ihtimal vemiyormuş insanoğlunun Ay’a çıkıp, adım atacağına. Bir umut diyormuş. Belki de çıkamazlar. Bütün heyecanı sonucu beklemesi bundanmış. Kolay mı o kadar yolu yapmak diyormuş içten içe, bunlar kesin yorulup geri dönerler.
Son umutları da gerçekleşmiş bugünkü haberlerde, Ay’a ayak basmış bile insanoğlu.
Endişeyle karışık panik halinde dönmüş hemen yanındakine.
“Çıktılar çıkmasına da, fazla kurcalayıp da tepemize düşürmeseler bari” demiş ağlamaklı bir sesle.
Gülerek anlatırdı bunu babam.
“Şuna bak ya” derdi, “Memleketin tepesindeki esas belayı görmüyor da, olmayacak korkular üretiyor benim cahil babam.”
Adalet Partisi iktidardaydı, Demirel’in şapkasını alıp gitmesine daha bir yıldan fazla zaman vardı.
İşte böyle bir babanın oğluydu benim babam… Köy Enstitüsü’nde yeşermiş, yeşerdikten sonra, yüzlerce çocuğu yeşertmişti.
Köy Enstitüleri kurulduğunda, köyün en çalışkan çocukları arasından seçilip, büyük ideallerle Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılan binlerce köylü çocuktan sadece birisiydi.
Onun payına, Eski Amerkan Koleji binasında eğitim veren, Kızılçullu Köy Enstitüsü düşmüştü.
O Amerikan Koleji ki, 1930’lu yılların ortasında kapatılmasından önce eski başbakanlardan
Adnan Menderes’i de mezun etmişti.
Yıllar geçti. Köprünün altından o kadar çok sular aktı.
Önce Kızılçullu’nun adındaki “Kızıl” rahatsız etti onları.
Bir gecede Şirinyer oluverdi Kızılçullu. Sonra da Köy Enstitüleri kapatıldı.
Ve ne büyük tesadüftür ki Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes kendi elleriyle açılışını yaptı kapatılan Köy Enstitüleri binasının çevre arazisiyle birlikte NATO’nun emrine verilmesini zevkten dört köşe biçimde hem de.
Hala NATO’nun kullanımındadır Kızılçullu Köy Enstitüsü.
Adı Şirinyer olsa da, hep Kızılçullu’da yaşadı, Kızılçullu’da yumdu gözlerini Köy Enstitülerinin son neferlerinden Ahmet Umutlu. 17 Ağustos 2014’te.
O günden beri, Yakapınar köyündeki mezarlıkta, yol kenarında yatıyor kendisi.
“Son okulum burası benim
Son dersime giriyorum
Umudu yeşerten çocukların
Gülen gözlerinde
Yaşamaya gidiyorum.
Hoşça kalın Dostlarım”
yazılı taşın altında.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.