“Suriye savaşı için eğitilip donatılan bütün cihatçılar AKP’nin garantörlüğü altındaki paralı askerlerdir ve bunların ekonomik yükü fazla gelmeye başlamıştır. Bu devasa cihatçı ordunun Türkiye için barındırdığı tehdit bir yana, AKP’nin şu anda önemsediği yanı ekonomik yüktür. Bütün bunlar bir U dönüşü için yeterlidir ancak AKP’nin, kanatları altına aldığı bu cihatçı potansiyelin tepkisinden sakındığını ve bu yüzden çark etme adımını geciktirdiğini düşünüyorum”
Sendika.Org yazarı Hamide Rencüzoğulları’yla Suriye’deki son gelişmeleri, Türkiye’nin Suriye politikasındaki değişim sinyallerini ve Suriye’deki yeni gelişmelerin Türkiye’ye olası etkileri üzerine konuştuk.
Rencüzoğulları, AKP’nin Suriye politikasının çoktan iflas ettiğini ancak bunun itirafının yeni dile getirildiğini belirtiyor. AKP’nin Suriye’de yarattığı cihatçı ağının maliyetinin artık karşılanamaz boyutlara geldiğini ifade eden Rencüzoğulları, iktidarın uzun süredir Esad’ı devirmek gibi bir hedefinin kalmadığını söylüyor.
Rusya’nın, Adana Mutabakatı çerçevesinde bir politikada ısrarcı olduğunu ifade eden Rencüzoğulları, “Kürtlere karşı bir ittifak değil ama Kürtleri ABD’den uzaklaştırma ve Şam ile siyasi diyalog kurmaya zorlama hamlesi olarak düşünülmektedir” dedi.
AKP’nin Suriye politikasının mimarlarından olan Ahmet Davutoğlu’nun da bir “AKP muhalifi” olarak yeniden konum almaya çalıştığını söyleyen Rencüzoğulları, “stratejiler batıran kişi” olarak tarihe geçmiş birinden cihatçılara yeniden güven verecek bir figürün çıkmasına çok ihtimal vermiyor.
Tayyip Erdoğan’ın daha önceki pek çok açıklamasını unutup “Bizim Esed’i yenmek yenmemek gibi bir derdimiz yok… Suriye ile daha ileri seviyede adımları temin etmemiz gerekiyor” şeklinde sarf ettiği sözler üzerinden çokça spekülasyon yapıldı. Siz bu sözleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye-Suriye ilişkilerinin niyetlerden bağımsız gerçekliği nedir?
Hamide Rencüzoğulları: AKP’nin Suriye politikasındaki tıkanıklık uzun zamandır ortada ve artık bunun ağırlığını taşıyamaz hale gelmiştir. Suriye politikası çoktan iflas etti. Bu iflası görünmez kılan manevralar ve stratejisizlik sorunun devasa boyutlara ulaşmasını sağladı. Artık bu ağırlık taşınamaz durumda, o yüzden dünkü söylenenlerin tam aksi söylemlere çok hızlı bir geçiş sürecine girildi. Tam on bir yıldır Esad’ı devirmeyi mutlak hedef haline getiren bir stratejinin iflası, son bir birkaç gündür artık kabul ediliyor ve Suriye politikasında tam bir U dönüşü söz konusudur. Bu dönüşte artık Esad’ı devirmek gibi bir hedef yok, hatta hiç olmamış gibi tam bir inkâr hali söz konusu.
Mülteci yükü açık açık dillendirilmeye başlandı. Özellikle mültecilik üzerinden oluşturulan yoğun gündem artık ne geçiştirilebiliyor ne de savunulabiliyor. Çünkü ipin ucu kaçtı. 2012-2013 yıllarında Suriye’de tampon bölge hevesi uğruna mültecilerin ülkemize gelmesi ve sayının “psikolojik sınırı aşması”, stratejik bir hedefti. Lakin sonuçta rasyonel temeli olmayan bu strateji başarısız oldu ve Türkiye adeta bir tampon ülkeye dönüştü. Bunun ağırlığı, şu anda bütün nüfusu etkileyen ekonomik krizde iktidar için artık bir yük haline geldi.
Öte yandan Suriye savaşı için eğitilip donatılan bütün cihatçılar AKP’nin garantörlüğü altındaki paralı askerlerdir ve bunların ekonomik yükü fazla gelmeye başlamıştır. Bu devasa cihatçı ordunun Türkiye için barındırdığı tehdit bir yana, AKP’nin şu anda önemsediği yanı, ekonomik yüktür. Bütün bunlar bir U dönüşü için yeterlidir ancak AKP’nin, kanatları altına aldığı bu cihatçı potansiyelin tepkisinden sakındığını ve bu yüzden çark etme adımını geciktirdiğini düşünüyorum.
Ta ki Rusya ve İran’ın baskısı artana kadar. Astana üçlüsü olarak son Tahran Zirvesi, ağırlıklı olarak Suriye’de siyasi çözüme ve teröre desteğin sonlandırılmasına dayandı, bu yönde Erdoğan’a “telkinler” zirvesine dönüştü. Ardından Putin-Erdoğan’ın Soçi buluşmasında bu telkinlerin dozunun arttığını gözlemledik. Yani AKP lideri, Tahran ve Moskova baskısı altında bu çarkı, kamuoyunu ve muhalifleri önden bu U dönüşüne hazırlamaksızın ilan etti. Bu tümüyle Suriye’deki iflasın ve ekonomik çöküşün baskısı sonucudur. Astana ortakları da AKP’nin bu çaresizliğini fırsata çevirdiler. Ben bu U dönüşünü böylesi bir çaresizliğin sonucu olarak değerlendiriyorum.
Peki bu dönüşün sahadaki gerçekliği nedir? Esed’den Esad’a geçiş olunca her şey normalleşecekmiş gibi hayal satanlar türemeye başladı. Her şeyden önce on bir yıllık bir yıkım var ve Suriye halkı, bu yıkımın büyük oranda sorumlusu olarak AKP’yi görüyor. İkincisi, AKP Suriye ile siyasi diyalog kurmanın gerekliliğini hem kamuoyunun artık sürekli gündeminde olan mültecilerin geri dönüşü meselesi hem de “Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletini önlemek ve Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerine karşı Şam hükümetiyle birlikte yol almak” şeklinde bir propagandayla pazarlayacaktır. Yani tamamen iç siyasete dönük ve seçim programının bir parçası olarak yansıtılacaktır. Ancak nafile bir söylem olmaktan çıkaramayacakları can alıcı gerçekler su yüzüne çıkacaktır.
İç siyasete dönük bu ‘teröre karşı ortak tutum’ söyleminin, eksik ve yanıltıcı olduğu çok kısa sürede görülecektir. Çünkü AKP, El-Kaideci Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) da dahil desteklediği hiçbir cihatçı grubu “terörist” olarak tanımlamıyor, sadece Demokratik Suriye Güçleri’ne (QSD) “terörist örgüt” diyor. Oysa Fırat’ın doğusundaki Kürt oluşumlar ne Suriye’nin ne İran’nın ne de Rusya’nın terör listesinde yer alıyor. Ama Şam ve diğer iki müttefiki açısından terör örgütleri, AKP’nin kanatları altındaki El-Kaideci gruplardır. Suriye’nin temel şartı da bu terör gruplarına yapılan her türlü desteğin sonlandırılmasıdır. İkinci şart ise, Türkiye’nin Suriye topraklarından çekilmesi ve sınırları korumasıdır. Diyelim ki AKP bu şartları kabul etti. Şam açısından yine el sıkışmak bu kadar kolay olmayacaktır. Çünkü halkın ve özellikle ordunun AKP’ye öfkesi çok büyük. Şam hükümetinin AKP ile normalleşmek için halkını ikna edecek hiçbir argümanı yeterli olamayacak gibi görünüyor.
Ama şu da var; Suriye’nin kuzeyindeki terör saldırılarını ortadan kaldırmak, sınır güvenliğini sağlamak ve en önemlisi, Suriye’ye yönelik yaptırımları bypass etmek için uluslararası ticaret yollarının açılmasını sağlamak, Şam için şu anda en elzem olandır. Peki AKP’nin bu talepleri karşılaması mümkün mü? Hayır! Nedeni de şu; muhaliflere sırt dönmek, bütün ülkeyi saldırılara açık hale getirmek anlamına gelecektir. Kendi ülkelerini yıkıp yağmalayanların kontrolü sınırları kapatmakla asla sağlanamaz. Öfke patlaması büyük olur. Sınır güvenliği sağlandı diyelim, on bir yıldır bu cihatçılar sınırın ötesinde oldukları kadar Türkiye içindedirler de. O yüzden Suriye’de ekilen rüzgarlar şu anda devasa bir fırtına olarak geri dönüyor.
Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye’nin Suriye’deki yeni bir askeri operasyona onay vermediklerini söyledi. Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad da Türk askerinin çekilmesini ve cihatçılara desteğin kesilmesini şart koştu. Ama bir yandan da hava saldırıları ve topçu atışları ile de olsa savaş sürüyor. Sahada ne oluyor?
Lavrov-Mikdad görüşmesinde ortak talep, ABD’nin işgaline son verilmesi ve Suriye’nin petrolünün çalınmasının önüne geçilmesi etrafında birleşti. Bu talep aynı zamanda Erdoğan’a da tebliğ edilmişti. Bu yüzden ABD’ye “PYD/PKK terör örgütlerini desteklemekten vazgeçmesi” yönünde çağrı yapıldı. Fakat bunun ABD’yi hem endişelendireceği hem de kızdıracağı hesaplanmadı değil.
Bunun üzerine AKP şöyle bir hamle yaptı; Türkiye’de faaliyet gösteren Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Salim el-Muslat bir heyetle ABD’ye yollandı. Ama gitmeden önce Çavuşoğlu görüştü ve ardından El-Muslat, “Önce Esed rejimi adım atmalıdır” diyerek Suriye hükümetinden taleplerini şu şekilde sıraladı:
ABD seyahati öncesi özellikle “Suriye’deki Rus ve İran işgalinin bitirilmesi” talebi, müttefik ABD’ye bir zeytin dalı uzatmadır. Karşılığı olur mu? Bekleyip göreceğiz. Ama AKP’nin Rusya ile ABD arasında mekik siyasetini zorlamaya devam ettiğini gözlemliyoruz. Bu sebepten dolayı Rusya’nın hâlâ Türkiye’ye “sınırlı operasyon” izni verdiğini düşündüren çatışmalar var sahada.
Düşük ölçekte de olsa Türkiye’nin hava ve topçu saldırıları devam ediyor. Öte yandan Suriye ordusunun hem “Fırat Kalkanı” bölgesinde hem de İdlip’in güneyinde operasyonları devam ediyor. Cebel ez-Zaviye ve Gab Ovası’nda çok sayıda nokta vuruldu günlerce. Hatta İdlip’teki HTŞ’nin askeri eğitim kampının imha edildiği haberleri geliyor. Bu operasyonlara Türkiye sessiz kalıyor. Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yönelik saldırılarına da ses çıkarılmıyor. Bu yönde karşılıklı anlaşma olduğunu düşündüren şeyler bunlar. Fakat örneğin El-Bab kırsalındaki saldırlar için muhalifler “Katliam var” diyerek QSD ve Suriye ordusuna karşı çağrılar yapıyorlar, öte yandan Türkiye’nin sesizliğine karşı da “Barışmayacağız” kampanyası yürütüyorlar. Aslında bu kampanyanın AKP’ye karşı olduğunu söyleyebiliriz.
Cihatçı örgütlerin Erdoğan’ın son açıklamalarından rahatsız olduğu, hatta yeniden (şimdi muhalefet safında olan) Davutoğlu’nun adını anmaya başladığı söyleniyor. Cihatçı örgütler ne istiyor? Ne yapabilirler?
İhanete uğradıklarını söyleyen muhalif gruplar AKP aleyhine öyle bir öfke örgütlüyorlar ki gerçekten bunların şerrinden korkulur. Ama öte yandan sahiplik aradıkları tek ülke Türkiye olduğu için, kendilerini ortada bırakan bir lideri reddederken krizin başından itibaren asıl onların “sahibi” olan başka bir lidere tutunma ihtiyacı oluştu. Davutoğlu da bir “muhalif” olarak bu ihtiyaca cevap vermeye çoktan hevesliydi zaten. Çünkü kendisine ait o derin stratejinin ürünü olan bu birikimden uzun zamandır uzak tutuluyordu ve unutturulmuştu. Ama muhaliflerin bu muhtaçlığı, Davutoğlu’nun 2013’e kadarki ezberi yeniden dökmeye başlamasını sağladı.
Muhalifleri etrafında toplamayı hedeflediği açık. Davutoğlu’nun yeniden parlatılması sistemli bir program halinde ilerliyor. Kendisinin yönettiği muhalif örgütlenmeler içinde yer alan en eski liderlerden George Sabra, Davutoğlu’yu öven bir paylaşımda bulundu, Davutoğlu da Arapça bir paylaşımla teşekkür ve memnuniyet ifade etti. Böyle böyle muhaliflere “Çaresiz değilsiniz, çare var” mesajı verildi. Çok sayıda muhalif destek verdi.
Davutoğlu bu süreçte Esad’a karşı 2013 yılındaki sert üsluba yeniden sarıldı. Muhaliflerin gazını alabilecek her türlü sert tutumu sürdürmekte şu anda. Davutoğlu, AKP muhalifi olarak vatandaşlık verilen ve birer seçmen olan Türkiye’deki mülteci potansiyelini iyi biliyor, bunlara hitap ediyor olabilir. Ama öfkeli muhaliflerle canlandırmaya çalıştığı ilişki ve kullandığı kışkırtıcı dil, tehlikeli bir evreye geçebilir de. Ama Davutoğlu’nun muhalifleri yeniden kucaklama hedefi için Suriye’ye karşı gerilimi arttıran bir dil kullanmasının altılı masanın onayı doğrultusunda olduğunu da düşünüyorum.
Velev ki AKP iktidarı Suriye ile bir diyalog kurabildi. Neler bekleyebiliriz? Bütün sorunlar çözülmese bile Adana Mutabakatı çerçevesinde Kürtlere karşı bir ittifak mümkün mü?
Putin’in, Adana Mutabakatı’nı tekrar canlandırmak istediğini biliyoruz. Ancak 2016’dan beri bu dile getiriliyor. Astana’ya giden süreçte de Türkiye’ye Adana Mutabakatı’na dönüş çağrısı yapıldı. Türkiye şimdiye kadar bu talepleri cevapsız bıraktı.
2018 yılında Putin’in niyet ve gerekçesi şuydu: Adana Mutabakatı gereği “Her iki devlet kendilerini tehdit eden terör örgütlerine karşı önlemler alacak ve onların kendi toprağındaki tüm faaliyetlerine engel olacaktı” maddesinden dolayı Türkiye’nin himaye altına aldığı ama Suriye için büyük tehdit olan terör gruplarını terk etmesi sağlanacaktı. Türkiye buna hiç yanaşmadı. İkincisi, Suriye’nin anlaşmadaki önlemleri almaması durumunda Türkiye’nin Suriye topraklarında 5 kilometre derinliğinde operasyon yapma hakkı olduğu belirtiliyor. Oysa Türkiye, Suriye topraklarından 35 km derinliğinde bir tampon bölgede ısrar ediyor. Mutabakata uyması halinde 5 kilometreye kadar çekilmesi gerekecek. Üçüncüsü, AKP sürekli “PKK terörüne karşı Suriye’nin önlem almasını” öne sürüyor, Putin buna karşı “Türkiye’nin güvenlik kaygılarını giderme” noktasında Şam-Kürt anlaşmasını zorlamak istedi. Rusya garantisi ile Türkiye’nin bu talebi bu şekilde giderilmek istendi. Bunların hiçbiri AKP’nin hesabına uymadı ve ABD’yi de karşısına almak istemedi. O yüzden Adana Mutabakatı’na dönüş söylemi karşılıksız kaldı. Şimdi yeniden canlandırılırsa, Kürtlere karşı bir ittifak değil ama Kürtleri ABD’den uzaklaştırma ve Şam ile siyasi diyalog kurmaya zorlama hamlesi olarak düşünülmektedir bence.
Şam ile Kürtler arasında ilişkilerin nasıl seyredeceğini öngörebiliriz?
ABD’nin Suriye’deki varlık sebebi olarak görülüyor Kürtler. Ancak Kürtlerin değil gelişmesi, mevcut kazanımlarını korumalarını dahi ne istemiyor ABD. Rusya zaten istemez. ABD, Kürtlerin Fırat’ın batısındaki pozisyonlarını kaybetmelerinde önemli bir rol oynadı. Sadece Şam ile yakınlaşmalarını önlemeye odaklandı. Ama öte yandan Trump zamanında asker çekilmesiyle Türkiye’nin sınır ötesinde pozisyon edinmesini sağladığını da eklemek gerek. Keza “Kürtlerin birliği” adı altında oluşturulmak istenen Kürt Ulusal Konseyi çalışmalarında Amerikancı olamayan bütün Kürt bileşenlerinin tasfiyesi süreci başlatıldı.
Rus cephesinden bakınca ABD’nin Kürtlere sunduğu şeyler şu şekilde görülüyor: Tasfiye, stabil pozisyonu koruma, IŞİD’lilere gardiyanlık ve petrolün yağmalanmasına gözcülük etme.
ABD ve uluslararası koalisyon güçler cephesinden bakınca, IŞİD tehdidi ve Türkiye tehdidi devam etmeli, Şam ile müzakere olmamalı.
Bu iki bakış, eksik ya da fazla olabilir ama Kürtlerin kendi öz güçlerine dayalı bir gelecek inşa etmelerinin yolu hâlâ muğlak. Şam ile müzakere Rusya garantörlüğünde fomüle edilmişti, ama ABD hep bozdu ve başka bir formül de sunmadı, Rojava’da Barzanicileri egemen kılmayı istemek dışında. Bu yüzden kısa vadede hiçbir seyir olmayacak gibi görünüyor. Orta ve uzun vadede ABD’nin bölgedeki varlığını sürdürmeye devam etmesi ya da Afganistan’da olduğu gibi tamamen çekilmesine bağlı bir şeyler olabilir. Bunu da Ukrayna savaşının seyri belirleyecektir.
Önümüzdeki süreçte Suriye sorununun Türkiye’ye nasıl yansımaları olabilir? Savaş, göçmen ve cihatçı sorunu toplumsal muhalefetin önüne nasıl çıkabilir?
Önümüzdeki AKP sonrası süreci kastediyorsak şöyle denilebilir: AKP yarattığı bataklığı başkasına yükleyerek sıyrılmış olacak. Durum öyle bir noktaya geldi ki iki ülke arasındaki ilişkiler rasyonel bir diplomatik düzeye gelse bile ortada kolay çözülemeyecek bir sorunlar yumağı bulunuyor. Kontrolsüz, katliamlar konusunda fazlasıyla deneyimli, öfkeli ve kindar bir cihatçı potansiyel var. Sahipsiz bırakılmanın öfkesi herkesi korkutmalı. Ama Ahmet Davutoğlu güven veren bir figür olsaydı, bu öfkeyi ve tehdidi kontrol etmek için bir rol üstlendi diyebilirdik belki. Lakin bu niyeti bile, “stratejiler batıran kişi” olarak tarihe geçmiş birinden beklemek zor.
Söyleşi: Ali Ergin Demirhan