Çoğu zaman sendikal örgütlenmenin önündeki engellere karşı itirazlar dile getirilse de genel olarak kabullenilmiş bir çaresizlik söz konusudur. Bu durum, mevcut iktidara ve politikalarına muhalif sendikalar için de geçerlidir
Temmuz ayı sendika istatistikleri, kâğıt üzerinde kalmış bir sendika hakkının kısa özeti durumunda. İşçilerin sendikalaşma hakkına sahip olmasından çok bu hakkın nasıl engelleneceği üzerine kurulan sendikalar yasası ortadan kaldırılmadığı veya yeni bir sendikal hareketin imkân ve olanakları ortaya çıkarılmadığı sürece, sınırları ve şartları siyasal iktidar tarafından belirlenmiş ‘’güdümlü ve makbul sendikacılık’’ anlayışı emekçileri esir almaya devam edecektir. Bu yazıda esasen varmış gibi görünen ama var olmayan sendika hakkının istatistiklerine dair birkaç değerlendirmede bulunulacaktır.
Verilerle sendikal örgütlülük
Bu kısa değerlendirmede esas olarak mevcut sendika yasası ve bu yasaların örgütlenme önündeki engellere değinilecektir. Lakin mevcut örgütlenme düzeyinin içerisinde bulunduğu duruma kısa da olsa göz atmakta fayda var.
Temmuz 2022 sendika istatistiklerine baktığımızda ilk göze çarpan husus mevcut çalışan işçi sayısı içerisinde sendikal örgütlenme düzeyi. 15 milyon 987 bin işçinin sadece 2 milyon 280 bininin herhangi bir sendikaya üye olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle 13,7 milyon işçi örgütlenme hakkından yoksun durumdadır. Resmi verilerde sendikalaşma oranı her ne kadar yüzde 14,2 olarak kayıtlara geçmiş olsa da kayıtdışı çalışanların varlığı ile sendika örgütlenme düzeyi esasen yüzde 10’lara kadar gerilemektedir. Bir başka dikkat çekici veri ise Türkiye’de artan işçi sayısı ile sendikalaşma oranı arasındaki ciddi farklılıktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının verilerine göre; Ocak 2022’den Temmuz 2022’ye kadar geçen sürede çalışan işçi sayısındaki artış 693 bin kişi iken sendika üyeliğindeki 6 aylık artış sadece 91 bin kişidir.
Bunun yanı sıra sendikal örgütlenme daha çok kamu kurumları ve yerel yönetimlerde yoğunlaşırken özel sektörde sendikal örgütlenme neredeyse yok denecek kadar azdı. Örgütlenme alanlarındaki bu farklılık, devletin sendikal örgütlenmeyi belirli bir alana hapsettiği anlamını beraberinde getirmektedir. Devletin bahşettiği alanlarda sendikacılığın sadece bir hak olarak kabul edilmesi, güdümlü ve makbul sendikacılık anlayışının gelişmesini desteklemektedir. Örgütlenmenin sözde şanslı sınırları içerisinde yer alan işçilerin, kendi sendikalarında ne kadar söz ve karar sahibi olduğu da hepimizin malumudur.
Sermayenin çizdiği sınırlarda sendikacılık
Sendikacılığın en temel kavramlardan birisi, üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını koruması ve ileriye taşıması olarak bilinir. Lakin Türkiye’de sendikaların büyük bir çoğunluğu bu haktan bile isteye yoksun bırakılmıştır. Mevcut yasalar sendikalara örgütlenme hakkı tanısa da esasen örgütlenme ve toplu pazarlık hakkına da set çekmiş vaziyettedir.
Yüzde 1’lik örgütlenme baraj şartı, sendikaların toplu sözleşme yapma hakkına vurulmuş en ağır darbedir. Öyle ki bu ön koşulun tarihi 80 darbesinin ürünü olan 2821 ve 2822 sayılı sendikalar, toplu sözleşme ve grev yasasına dayanır. AKP iktidarı mevcut 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme Kanunu ile baraj sistemini aynen muhafaza ettirmiştir. Bir sendika, örgütlü olduğu işyerinde her ne kadar örgütlülüğü sağlamış olsa da kendisine biçilen ülke geneli örgütlenme baraj şartını yerine getiremediği takdirde toplu sözleşme hakkına sahip olamayacaktır. Ayrıca mevcut işkolu sendikacılığı modelinde işverenlerin yine yasaların kendilerine sağladığı avantajlar sayesinde işyerinde sendikal örgütlenmenin önüne geçmek için şeytanın aklına dahi gelmeyecek sinsiliklere başvurduğu hepimizin malumu. Örnek vermek gerekirse, bugün inşaat sektöründe çalışan bir işçi, işverenin hileleri ile yarın kendisini haberleşme sektöründe çalışıyormuş gibi bulabilir. Bin bir emek ve mücadele ile örgütlemeye giriştiği sendikasının bir anda yetkisiz kaldığını şahit olabilir. Sermayenin sınırlarını belirlediği kapitalist sistemde işçilerin payına düşen örgütlenme özgürlüğü ancak bu kadardır.
Zaten bu durumun itirafı açık ve net bir şekilde resmi verilere yansımış durumdadır. Öyle ki toplam 218 işçi sendikasının sadece 60’ı ülke genelinde toplu sözleşme hakkına sahiptir. Bu sendikaların toplamda 49 tanesinin yazımızda vurguladığımız gibi iktidarın sınırları içerisindeki sendikacılık anlayışını kayıtsız ve şartsız benimsediğini düşündüğümüzde, baraj ve işkolu örgütlenme esasına dayalı sendikacılık modelinin sermaye adına gayet elverişli olduğu açığa çıkmaktadır. Bir başka deyişle mevcut yasa, işçiden ziyade işvereni korumaktadır. Böylece sözde örgütlenme hakkı varmış gibi gösterilirken işverenlerin istediği müesses nizam da korunmuş ve kollanmış oluyor. Geriye ise Çalışma Bakanı’nın sendikal örgütlenmenin düşük olmasından dem vurması yani ‘’siyasi takiyesi’’ kalmış oluyor.
Kabullenilmiş çaresizliği aşmak
Çoğu zaman sendikal örgütlenmenin önündeki engellere karşı itirazlar dile getirilse de genel olarak kabullenilmiş bir çaresizlik söz konusudur. Bu durum, mevcut iktidara ve politikalarına muhalif sendikalar için de geçerlidir. Mevcut durumu eleştiren lakin bunu aşan politikaların hayata geçirilmemesi sendikal hareketin önemli handikaplarından. Türkiye’de sendikal hareketin geldiği nokta ve içerisinde bulunduğu kriz hallerine dair kapsamlı bir eleştiri yapılabilir. Yazının konusu tek başına bu olmamakla birlikte en azından mevcut durumu tersine çevirebilecek, sendikal örgütlenmenin önünde yer alan yasal ve yasal olmayan her türlü engeli aşabilecek birtakım yeni politikaların hayata geçirilmesi zorunlu olarak görülmektedir.
Birincisi; tek tip iş kolu sendikacılığına karşı işyerlerinde ortak örgütlenme alanları kurulmalıdır. Dipten örgütlenmeli modelleri hayata geçirilmeli, işyeri komite ve konseylerin örgütlenmesi daha çok gündeme getirilmelidir. Sendikalarda işçi demokrasinin zeminleri daha fazla geliştirilmelidir.
İkincisi; ücret sendikacılığını aşan, işyerinde fiili mücadeleyi esas alan, yasa koyucuların şekillendirdiği toplu sözleşme masalarına karşı kendi toplu sözleşme taleplerini yine fiili olarak işverene dayatan iradi süreçlerin hayata geçirilmesi önemlidir. Bu yılın ilk iki ayında açığa çıkan, ülkenin hemen her bölgesine yayılan ve halen kimi bölgelerde etkisini sürdüren işçi eylemlerinin deneyim ve kazanımları halen önümüzde durduğunu unutmamak gerekir.
Üçüncüsü; eşitsizliğin hemen her alanda toplumu kuşattığı ve yoksulluğun boyutlarının daha da katlanılmaz hale geldiği bu dönemde toplumsal talepler ile işçilerin taleplerinin ortak örgütlenmesine yönelik adımların atılması gerekmektedir. Örnek vermek gerekirse; eğitimdeki eşitsizliğe ve piyasalaştırmaya ses çıkartırken aynı zamanda güvencesiz ve düşük ücretlerle çalışan özel sektördeki öğretmenlerin mücadelesini bir arada düşünmemiz gerekmektedir. Ya da özelleştirmeler nedeniyle faturalarını ödeyemeyen yoksul halkın talepleri ile kölelik koşullarına ve dayatmalara karşı direnen enerji işçilerinin taleplerini aynı mücadelenin bir parçası olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Ucuz ve sağlıklı gıdaya erişim talebi ile aynı zamanda sağlıksız besinleri insanlara satmayı reddeden ve bunun için işten atılan market işçilerinin direnişini birbirinden bağımsız düşünmememiz gerekmektedir. Örnek bir şekli ile uzatılabilir fakat esas olan mücadele dinamiklerini bir kez de bu şekilde değerlendirmek ve buna uygun mücadele pratiklerini hayata geçirmek, sendikalara sirayet eden bu kabullenilmiş çaresizliği aşma adına yol gösterici olabilir.