Türkiye’ye mevcut rejimden kurtulmak için güncellenmiş bir Kurtuluş Savaşı gereklidir. Gerçek liderlik bu Kurtuluş Savaşı kararını almayla, onun gereklerini ideolojik, politik ve askeri olarak yerine getirmeyle ortaya çıkacaktır. Rejimin kontrolü altında atıp-tutmakla değil. Bugünkü Altılı Masa liderliği biraz ucuz bir liderliktir ve niteliği de yakında belli olacaktır
NATO’nun bu yılın haziran ayının sonunda (28-30 Haziran 2022) gerçekleştirdiği Madrid Zirvesi, Batı emperyalistlerinin Rusya ve Çin’e karşı neredeyse bir savaş ilanı kararına sahne oldu. Bu zirve NATO’nun Rusya ve Çin’e karşı açıktan savaşa girmeden (şimdilik örtük ve dolaylı bir savaş söz konusudur) bir adım öncesini oluşturur. NATO’nun Rusya ve Çin gibi iki büyük emperyalist devleti dolaylı olarak düşman ilan etmesi, bundan sonraki olayların tarihsel yönünü anlamak açısından da önemlidir. Özellikle de bu sürecin Türk iç politikasına çok önemli ve köklü yansımaları olacaktır. Zirve bir emperyalist dünya savaşının çok yakın olduğunu göstermekle kalmamış ama bunun bütün ittifak ülkelerinin halklarının da açıkça bilmesi gereken bir olay olduğunu da ortaya koymuştur. Somut düşman tanımı (her ne kadar açıktan dile getirmese de alınan kararların ruhu bu anlama gelmektedir), halkların bu yönde eğitilmesi ve aykırı seslerin boğulması gerektiği anlamına da gelmektedir.
Bundan beş yıl önce yayımladığım bir kitaba (PKK ve Ortadoğu Devrimi) yazdığım Önsöz’de, tarihin Ortadoğu’daki savaşı 20 ya da 30 yıla kadar Avrupa’ya getireceği tespitini yapmıştım. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar hızlı olacağını tahmin etmemiştim:
“Bugün de dünya genelinde ama özellikle de Avrupa’da yeni faşist hareketlerin yükselişi ve güçlenmeleri söz konusudur ve de bugünkü Avrupa’nın bundan yirmi ya da otuz yıl sonra, bugünkü Ortadoğu’ya dönüşmeyeceğinin garantisi yoktur. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce hiç kimse, Avrupa’nın iki dünya savaşı arasındaki duruma benzer bir duruma sürükleneceğini tahmin etmemiştir. Bugün Ortadoğu’daki paylaşım savaşı, bu savaşın Avrupa’ya güçlü bir şekilde taşınmasından bir adım önceyi oluşturur ve tarih kendi acımasız yapısı ile bu savaşı Avrupa’nın kapısına getirecektir.” (Kemal Erdem, PKK ve Ortadoğu Devrimi, Önsöz, Aralık 2017)[1]
NATO’nun Madrid Zirvesi birçok noktanın netleşmesini getirdi ve gelecekte yaşanacak bazı olaylar için de tarihsel bir dönemeci oluşturdu:
1- Bu zirvenin en büyük kazananı ABD ile İngiltere olmuştur ve en büyük kaybedenleri de Fransa ile Almanya olmuştur. ABD ile İngiltere uzun zamandan beri sakladıkları kendi “gizli ajandaları”nı, NATO’nun “açıktan ajandası” haline getirmeyi başararak, kendi stratejik hedeflerini NATO’nun stratejik hedefleri haline getirmeyi başarmışlardır. Özellikle de Ukrayna’da ortaya koydukları komplo NATO’nun bu yönde dönüşümü için büyük bir kaldıraç olmuştur.
2- NATO Rusya ve Çin’i şimdilik üstü örtülü olarak düşman ilan ederek, NATO’yu Batı emperyalistlerinin uluslararası örgütüne dönüştürmüş ve savunma ittifakı giderek saldırı ittifakına evrilmeye başlamıştır.
3- Zirve şimdilik “AB’nin politik ve askeri ölümü” anlamına da gelmektedir ve AB’nin bağımsız olarak güçlü bir emperyalist blok olarak ayağa kalkma şansını kısa ve orta dönemde yok ederek, Fransa’nın savunduğu “stratejik özerklik” politikasını da çıkmaza sokmuştur, ki Fransız iç politikası üzerinde büyük etkilere neden olacaktır.
4- Zirve yeni bir dünya savaşı perspektifinde Batı emperyalist ittifakını ABD ile İngiltere hegemonyasında Rusya ile Çin’e karşı bir araya getirip savaş noktasında motive ettiği ve artık ülkelerin iç politikaları da bu savaş perspektifi temelindeki dinamikleri öne çıkaracağı için, Türkiye’de faşist rejimin kısa ve orta dönemde göreli güçlenmesine de yol açacaktır. Bu zirve Batı Emperyalist İttifakı’nı “küresel savaş” perspektifine göre konumlandırdığı için, Millet İttifakı ya da Altılı Masa’nın da temeline adeta dinamit koymuştur. Bu sonuncuları giderek ters bir uluslararası konjonktür ile karşı karşıya kalmaktadır.
NATO Madrid Zirvesi’nde kendi “Stratejik Konsept”ini yenileyerek, birçok alanı kapsayan yeni kararlar aldı. Zirve’nin en önemli kararı hiç şüphesiz NATO’nun Rusya ile Çin’i örtük bir şekilde düşman ilan etmesi ve yine açıktan belirtilmese de NATO’nun “küresel bir askeri örgüte” dönüşmesidir. Daha önceleri dışişleri bakanlığı düzeyinde temsil edilen Japonya, Avusturalya, Yeni Zelanda ve Güney Kore’nin bu sefer Başbakanlık düzeyinde temsil edilmeleri oldukça önemliydi ve NATO’nun giderek küresel bir askeri örgüt olduğunun ya da bu yönde ilerleyeceğinin de bir göstergesidir. Bu durum bir yanıyla da mantıklıdır çünkü Rusya ile Çin’in stratejik ilişkilerinin derinleşmesi (ki Zirve de buna vurgu yapıyor) ve artık Rusya tehdidinin Çin tehdidi ile birleşmesi NATO’yu da bu yönde dönüşüme uğratmakta ve her iki tehdidi kucaklayacak şekilde dönüşüme uğratmaktadır.
NATO özünde Rusya’ya karşı kurulmuş bir örgüttür ama Çin’in ekonomik, politik ve askeri yükselişi ve Rusya ile stratejik yakınlaşması ve de her iki gücün var olan küresel düzeni giderek zorlamaları, NATO’yu bu birlikteliğe karşı dönüşüme zorlamıştır. Ama NATO’nun bu dönüşüm için ileri sürmüş olduğu gerekçeler ise “çifte standartlı” bir yaklaşıma sahiptir ve hiçbir inandırıcılığı yoktur. Sayılan tehditlerin arka planına indiğimiz zaman, bu tehditlerin aynısının ve hatta daha fazlasının NATO tarafından yapıldığını görmekteyiz. Yeni stratejik konsepte bazı tehditler şöyle sayılmış: Rusya’nın Ukrayna işgali; Rusya’nın, İran’ın ve Suriye’nin kimyasal silah kullanması, terörizmin bazı devletler tarafından kullanılması ve varlığı, Çin’in ekonomik olarak güçlenmesi ve sözde kural dışı hareket etmesi, siber saldırılar ile başka ülkelerin seçim güvenliğinin tehdit edilmesi…
Rusya’nın Ukrayna’yı adeta işgal etmesi için yirmi yıldan fazladır canla başla çalışan ve Rusya’nın Ukrayna batağına saplanması için her şeyi provoke eden ABD ile İngiltere’dir. Rusya’nın Ukrayna işgali her ne kadar hata ise de bu sonucu bilerek hazırlayan ve isteyen ABD-İngiltere ikilisidir. Yirmi yıldan fazladır bütün Batılı uzmanlar, Ukrayna’nın NATO’ya alınmasının büyük bir provokasyon olacağını açıkça belirtmişlerdir ama ABD ile İngiltere diplomatik olarak çözülecek bir meseleyi savaşa dökmeyi tercih etmişlerdir.Ukrayna’da 2013-2014’te tezgahladıkları ve adına “devrim” dedikleri darbe ile iktidarı kendi işbirlikçileriyle ele geçirip, Ukrayna faşistlerini silahlandırıp, Rus kökenli Ukraynalıları sürekli katlederek ve Minsk diplomatik sürecini torpilleyerek bugünkü savaşın temellerini döşemişlerdir.
Rusya’nın, Suriye’nin ve İran’ın kimyasal silah kullandıkları ise tamamen yalandır. Suriye’deki kimyasal saldırı iddialarının düzmece olduğu sonradan açığa çıkmıştır. Ukrayna’daki savaşta Rusya’nın kimyasal silah kullandığı ispatlanmamıştır.
Terörizmin varlığı ve bazı devletler tarafından desteklenmesine gelince, bu, sözün bittiği yerdir. Yeryüzünün en büyük terör destekçisinin NATO’nun kendisi olduğunu herkes biliyor. Ortadoğu’daki terör örgütlerinin arkasında NATO ya da NATO bağlantılı devletler bulunuyor. NATO, IŞİD gibi bir terör örgütü yaratma programı oluşturmuştur. Ama buna rağmen ikiyüzlülük ile kendi rakiplerinin terör örgütlerini destekledikleri yalanını ileri sürebiliyor.
Bir diğer iddia ise Çin’in ekonomik olarak güçlenmesi ve bazı ülkeleri bilerek borçlandırarak onlardan siyasi tavizler elde etmesi. NATO’nun Çin’e getirdiği kural dışı ekonomik ilişkiler eleştirisinin altında bu yatıyor. Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’ne alan yine Batılı emperyalistlerdir ve Çin onların koyduğu kurallar ile ekonomik oyunu oynamaktadır. Bütün mesele derinlemesine uluslararası ekonomik ilişkiler içerisine çekilen Çin’in rejimini koruyarak ayakta kalmayı başarmış olmasıdır. Çin’e getirilen suçlama komiktir.
Başka ülkelerin seçimlerine siber saldırılar yoluyla müdahale edilmesi meselesine gelince, bu iddia da temelsizdir. Özellikle Trump’ın seçildiği ABD Başkanlık seçiminde, Demokrat Parti bilerek yaygara koparmıştır. Bu seçimde Rusya’nın suçlanması baştan sona kara propagandadır. Bununla ilgili hiçbir kanıt olmamasına rağmen bu tür propaganda yapılabilmektedir.
Rusya ve Çin’e karşı görünürde ileri sürülen bütün argümanlar “sudan sebepler” olup, asıl mesele zaman geçtikçe Rusya ile Çin’in giderek güçlenmesi ve on yıl sonra artık savaşla da yenilemeyecek bir güce ulaşmaları ihtimalidir. On yıl sonra Rus-Çin İttifakı’nın gücü karşısında NATO içerisinde büyük bir yarılmanın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir ve özellikle Avrupa’daki bazı devletler (Fransa ve Almanya gibi) ABD ile İngiltere’yi Rusya ve Çin politikasında izlemeyebilirler. Bundan dolayı Rusya ve Çin ile şimdiden cepheleşerek ve zaman içerisinde de savaşarak hem Avrupa’nın bu sonunculardan uzaklaşması sağlanmaya çalışılmakta hem de ABD ile İngiltere hegemonyası Kıta Avrupa’sı üzerinde güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bütün mesele budur yani emperyalist paylaşım kavgasıdır.
Ama Madrid Zirvesi’nde kabul edilen stratejik konseptin en tehlikeli maddesi 27. maddedir. Bu madde NATO’nun 5. maddesinin hayata geçirilme nedenlerini o kadar geniş tutmuştur ki, pratikte adeta NATO’nun “saldırı örgütü” olarak konuşlanmasına olanak sağlamıştır. Bu da NATO’nun istediği zaman saldırıya geçmesi demektir.[2]
ABD ile İngiltere’nin Rusya ile Çin’e karşı düşmanlığı körüklemesinin temel nedeni, orta ve uzun dönemde, Avrupa, Ortadoğu, Rusya ve Çin bölgelerinin yakınlaşarak ve hatta zaman içerisinde “ortak bir kader duygusu” etrafında birleşerek bir tür Avrasya Birliği oluşturmaları ve de ABD ile İngiltere’nin ebediyen Avrasya’dan dışlanmalarına neden olma olasılığıdır. Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Girişimi projesi, ayırdığı devasa miktardaki mali fon ile Avrasya’nın ekonomik entegrasyonunu ilerletme ve bu temelde Avrasya’nın farklı bölgelerini hem ekonomik hem de politik açıdan birbirine yakınlaştırma hedefi gütmektedir.
Bu projenin başarılı olması durumunda, Transatlantik İttifakı’nın önce politik olarak daha sonra da askeri olarak dağılması kaçınılmazdır. Bu da ABD ile İngiltere’nin Avrasya’dan tamamen dışlanmaları, ekonomik, politik ve askeri güçlerinin de tedrici olarak gerilemesi anlamına gelecektir. Bunu durdurmanın tek yolu, özellikle Avrasya’nın farklı bölgelerinde “uluslararası köprü başları” tutarak, Avrasya’yı kendi içinde parçalamak ve bu farklı bölgelerin kendi insiyatifleri dışında bir araya gelmelerini önlemektir. Bunu önlemenin yolu da Rus ve Çin rejimlerinin yıkılmalarından geçmektedir. Böyle bir durumda Çin “Tayvanlaşacak” ve Rusya da Yugoslavya gibi parçalanarak ve küçültülerek (Rusya federasyondur ve birçok ülke ile milliyetlerden oluşur) işbirlikçiler aracılığıyla Batı emperyalistlerine bağlanmaya çalışılacaktır. Bütün bunlar ABD ile İngiltere’nin inisiyatifinde olacağı için, Fransa, Almanya ve Japonya gibi emperyalist güçler de baskı altına alınmış olacaktır. Böyle bir durumda ABD, küçük ortağı İngiltere ile birlikte küresel hegemonyasını devam ettirme olanağına sahip olacaktır. NATO’nun “küresel bir askeri örgüt” olarak konumlandırılmak istenmesinin altında işte bu plan yatmaktadır. Bundan çıkan sonuç, emperyalist bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğu ve Madrid Zirvesi’nden sonra bütün siyasetin de buna göre şekilleneceğidir.
Uzun lafın kısası ABD ile İngiltere, Rus ve Çin rejimlerinin yıkılmalarıyla sonuçlanacak bir emperyalist dünya savaşı istemektedirler. Bilinçli ve planlı bir şekilde de bu yönde çalışmaktadırlar. Böyle bir savaş geri dönülmez bir şekilde, Fransa ve Almanya’nın Rusya ve Çin’den kopuşunu getirerek, her türlü yakınlaşmayı da yok edecektir. Bu durum ise Fransa ile Almanya’yı daha fazla ABD ile İngiltere’ye bağlayacak ve bu devletlerin bütün bağımsız hareket yeteneklerini yok edecektir. Bunun ise iç politikada çok köklü sonuçları olacaktır. Avrupa’da ABD ve İngiltere ile birlikte hareket eden ülkelerin iç politikaları çok hızlı bir şekilde ya faşist ya da devrimci hareketlerin etkisi altına gireceklerdir. Hatta Rusya ile Çin duruma göre, Batı emperyalistlerinin politik dengesini bozmak için bu hareketleri dolaylı olarak dahi destekleyeceklerdir. Çin’in elindeki büyük mali fon göz önüne alındığında, bunun sonuçları Avrupa için yıkıcı olacaktır.
Yukarıda yapmış olduğumuz analizden de anlaşılacağı gibi, Madrid Zirvesi’nden bir adım sonrası artık bir emperyalist dünya savaşı olacaktır ve dünya hızla bu noktaya doğru gitmektedir. Bunun en büyük nedeni de ABD ile İngiltere’nin vakit geç olmadan Rusya ve Çin ile savaşmak istemesidir. Geçerken şunu da belirtmek gerekir ki, her iki devlet ile aynı anda savaşmaktan ziyade ardışık bir şekilde savaşmak düşünülmüştür. Rusya ile savaşılırken Çin hareketsiz tutulmak istenmekte ve Rusya yenildikten sonra da Çin’in boğulmasına geçilecek olan bir stratejiye göre hareket edilmek istenmektedir. Dünyanın en güçlü emperyalist devletlerinin bu isteğidir ki giderek emperyalist dünya savaşını yakınlaştırmaktadır ve bunu durduracak bir güç de yoktur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in yapmış olduğunun bir benzerini, bugün ABD ile İngiltere ikilisi yapmaktadır.
ABD ile İngiltere’nin bir dünya savaşı perspektifi temelinde NATO’yu Madrid Zirvesi’nde yeniden konumlandırmalarının Türk iç politikası üzerinde köklü sonuçları olacaktır. NATO’nun Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı başlatmış olduğu savaşın mantığı, Rusya’nın dünyanın başka bölgelerinde de Ukrayna benzeri bir savaş içerisine çekilerek yıpratılmasının ve kuşatılmasının derinleştirilmesini öngörmektedir. Bu bölgeler kamuoyunda açıkça bilinmektedir: Suriye, İran, Libya, Cezayir, Gürcistan, Çeçenistan, Japonya vs. Rusya bu sorunlu bölgelerde ama özellikle de İran, Suriye, Gürcistan, Çeçenistan ve Japonya’nın Kuril Adaları sorunundan dolayı başka savaşlar içerisine çekilebilir. Ama en önemlisi de Türkiye ile savaşa sürüklenebilir. Özellikle Türkiye’nin şu anki kırılgan konumu onu ABD ile İngiltere için bir av konumuna getirmektedir.
Türkiye birçok nedenden dolayı savaş içerisine çekilmeye uygun bir ülkedir. ABD ile İngiltere, Erdoğan ve AKP rejiminden kurtulmaktan ziyade, onu dikkatli bir şekilde kendi savaş politikaları doğrultusunda kullanmak isteyeceklerdir. Aslında Erdoğan bir bakıma mevcut savaş konjonktüründe onların istediği lider tipine uygundur. Bu iki emperyalist devlet, kendi yanlarında Rusya ve Çin’e karşı savaşacak, gözü kara, otoriter bir lider istemektedirler. Mevcut Türkiye siyasetinde Erdoğan’ın dışında (elbette Devlet Bahçeli hariç) başka bir lider bulunmamaktadır. Erdoğan her şeyiyle onların istediği lider tipidir ve bir tek kusuru denge siyaseti izlemesi ve Batı’nın stratejik perspektifini tam olarak kabul etmemesidir. İşte ABD ile İngiltere, Erdoğan’ın bu kısmi bağımsız politikasını yok ederek tamamen onu Batı stratejisine bağlayacak bir politika izleyeceklerdir. Bütün mesele Erdoğan’ın Batı stratejisine nasıl bağlanacağıdır.
Türk iç politikasının şu anki konumu, Erdoğan’ın Batı’ya bağlanması için ABD ile İngiltere’ye büyük imkanlar sunmaktadır. Türk iç siyaseti Erdoğan ve AKP’nin Sünni-İslam eksenli yeni bir faşist rejim inşası siyasetinden dolayı tamamen parçalanmış ve “ulusal birliği”ni kaybetmiş durumdadır. Yeni rejimin içerideki bütün muhalefet ile düşman olması ve bu düşmanlığını ise komplolar üzerine oturtması ve de bu temelde devleti tamamen kendi siyasi tekeline alması yani klasik faşist rejimlerde gördüğümüz “parti devleti” oluşturması, Erdoğan ile AKP’nin seçim yoluyla iktidardan gitmesini imkânsız hale getirdiği gibi, iktidarda kalışını emperyalist bir desteğe de tamamen muhtaç hale getirmiştir.
Türk iç siyasetinde ortaya çıkan çok önemli iki durum Erdoğan’ı bir emperyalist grubun stratejik desteğine muhtaç hale getirmektedir: 1- Seçimler yoluyla meşruiyet üretme kapasitesinden yoksun oluşu… Bütün anketler seçimleri kaybedeceğini göstermektedir. 2- Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan bir ekonomik krizin ortaya çıkması. İktidarda kalmak için bu iki sorunun AKP lehine çözülmesi gerekir ki, bu iki sorunun çözümü de ilginç bir şekilde Türkiye’nin içinde mümkün değildir.
AKP rejiminin hem dış dünyada meşruiyet üretebilmesi ve kabul görebilmesi hem de içeride muhalefeti kontrol edebilmesi için seçimleri kazanması zorunludur. Seçimleri kaybeden bir lider ve partinin iktidarda kalması diktatörlük olarak algılanacağı için özellikle de Batı emperyalist ittifakında hemen kabul görmeyecektir. Bu durum onların demokrat olmalarından ziyade, AKP rejiminin sıkışmışlığını kendi çıkarlarına yontma amaçlarından kaynaklanacaktır. Meşruiyetini kaybeden bir rejim politik olarak zayıflayacağı için daha fazla dış desteğe bağımlı hale gelecektir. Bu durumun oluşturacağı ekonomik yıkım da işin cabası olacaktır. ABD ile İngiltere, Erdoğan’ın meşruiyet krizini, kendi stratejik politikalarına bağlanması için kaldıraç olarak kullanmak isteyeceklerdir. Öyle bir siyasal çerçeve oluşturacaklar ki, Erdoğan’ın Batı’ya stratejik olarak bağlanmaktan başka bir çaresi olmayacaktır. İktidarda kalmasıyla Batı ile stratejik işbirliğine sürüklenmesi el ele giden süreçler olarak ilerleyecektir. Erdoğan meşruiyetini kaybederek hem iktidarda kalamaz hem de Batı’ya kafa tutamaz ya da denge siyasetine devam edemez. Böyle bir durumda yani meşruiyetini kaybetmesine karşılık iktidarda kalma olanağını ona sadece Batılı emperyalistler sağlayabilirler. Ama bunun için Erdoğan’ın Batı’ya güçlü bir argüman sunması gerekir ki, bu da Rusya, Çin ve İran ile açıktan cepheleşmekten geçmektedir.
Erdoğan’ın iktidarda kalması için tek meşruiyet krizinin dış destek elde edilerek çözülmesi yetmemektedir. Bir de ekonomik yıkımın da göreli olarak durdurulması gerekmektedir ki, IMF programının dışında bunun bir olanağı yoktur. Ülke ekonomisinin göreli olarak düzelmesi için yaklaşık olarak 150 ilâ 250 milyar dolar bir paraya ihtiyaç vardır. Elbette “Erdoganomic”in yok edilmesiyle birlikte yani mevcut ekonomi politikanın sonlandırılarak ki, IMF programı buna da son verecektir. Bu miktarda bir parayı Türkiye’ye sadece Batılı emperyalistler verebilir ve onlar da bunun karşılığında “Türkiye’nin Ordusu”nu Doğulu emperyalistler karşısında savaş alanında görmek isteyeceklerdir. Rusya’da Şubat Devrimi’nden sonra kurulan geçici Kerenski hükümetinin savaşa devam etmesinin altında Rusya’ya gerekli olan borç para bulunuyordu. Kerenski savaşa borç paradan dolayı devam etti. İngiltere ile Fransa, Rusya’nın savaşa devam etmesi karşılığında borç para verecekleri koşulunu dayatınca, Kerenski bunu kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü Rusya’nın savaştan dolayı büyük bir ekonomik yıkımı söz konusuydu. Bugünkü Erdoğan Türkiye’si de aynı duruma düşmüş durumdadır.
AKP’nin ve bununla birlikte elbette Erdoğan’ın meşruiyet krizi ile ülkenin ekonomik yıkımı, giderek Türkiye ile Batılı emperyalistler arasında bir stratejik yakınlaşmaya neden olmaktadır. Daha doğrusu olaylar giderek Erdoğan’ın elinden kaçmakta ve onu daha fazla Devlet Bahçeli’nin siyasi perspektifine yaklaştırmaktadır. Çünkü bu sonuncusu emperyalist dünya savaşını, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Enver Paşa gibi, Pantürkizm ve Panislamizm için büyük bir tarihsel fırsat olarak görmektedir. Tarih ilginç bir şekilde tekerrür ediyor ama bugünkü Türkiye’nin sonu geçmişteki Osmanlı İmparatorluğu’ndan ziyade Çarlık Rusya’sına benzeyecek gibi görünmektedir!
Erdoğan yeni bir rejim inşa ettiği ve muhalefet ile düşmanlığa sürüklendiği için iktidarda kalmaya mecburdur. Seçimleri kaybetse dahi iktidarı bırakmayacaktır. Ama olayları seçimlere de bırakmayabilir çünkü son dönemde uygulamış olduğu politikalar, içeride seçimleri ertelemek için bir dış savaş arayışı içinde olduğunu göstermektedir. Bu dış savaş arayışı ise onu Batılı emperyalistlerin tuzağına düşme potansiyelini de giderek arttırmaktadır. Erdoğan’ın iç politikadaki sıkışmışlığını bir dış savaş ile çözme arayışı ve bunun sınırlarını sürekli zorlaması, hata katsayısını sürekli yükselttiği gibi, olayların onun kontrolünden çıkma potansiyelini de arttırmaktadır.
Erdoğan Suriye’ye sınırlı bir askeri operasyon ile iç politikada bazı dizaynlar peşindedir. Astana Süreci’nin son Tahran zirvesinde Rojava bölgesine bir askeri operasyon için bastırmış ama Rusya ile İran buna karşı çıkmışlardır. Ama işin ilginç tarafı, ABD bu operasyona dolaylı onay vermiştir. Rojava’da olağanüstü hâl ilan edilmiş ve PKK’nin Kandil Yönetimi, ABD karşıtı açıklamalar yapmıştır.
Peki niçin ve gerçekten ne olmuştur?
Rojava’dan gelen haberlere bakılırsa, ABD’li yöneticiler PYD’ye kabul edilmesi mümkün olmayan teklifler yapmışlardır/yapmaktadırlar. Rojava Özerk Yönetimi’nin Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu ve onun siyasi kanadı olan Suriye Ulusal Meclisi ile uzlaşmasını istemişlerdir. Daha önce de özerk yönetime KDP etkisindeki güçler (ENKS) ile iktidarı paylaşması teklif edilmişti ve belirli bir ilerleme sağlansa da görüşmeler çıkmaza girmişti. Şimdi ABD bu teklife ÖSO ile anlaşma teklifini de ekleyerek özerk yönetimin pratikte teslimiyetini istemektedir. Bunu kabul etmeyecek olan Rojava Özerk Yönetimi’ni de korumayacağı teklifi yapılmış ki, Rojava Özerk Yönetimi olağanüstü hâl ilan etti. Bütün bunların NATO’nun Madrid Zirvesi’nden sonra olması ise kesinlikle rastlantı değil belirli bir planın devrede olduğunu göstermektedir.
Burada ilginç olan durum, normalinde ABD’nin koruması altında olan Rojava’nın, ABD tarafından Türkiye’ye sunulması ama Türkiye’nin bu operasyonu yapamamasıdır. Bu ilginç durumu nasıl açıklamalı?
Erdoğan ABD’nin Rojava’ya saldırı için yeşil ışık yakmasının bir tuzak olduğunu görüyor. ABD’nin amacı Türkiye’yi Rojava’ya çekerek, onu Suriye, İran ve Rusya ile savaşa sokmaktır. Erdoğan denge siyasetinin gereği olarak Rojava’yı ele geçirmek isterken, Rusya, İran ve Suriye ile de savaşa sürüklenmemek istemektedir. Rojava’nın ele geçirilmesi içeride ya seçimlerden zaferle çıkmak ya da ertelemek için gerekli ama karşı kampın karışmaması koşuluyla bu gerçekleşebilir. Tahran Zirvesi’nde bu operasyona ya da savaşa set çekilince, Türkiye Irak iç siyasetine dolaylı olarak karışacağını ve İran’ın Rojava itirazına Irak üzerinden karşılık vereceğini bu zirveden kısa bir süre sonra yaşanan bir olay ile dolaylı olarak İran’a belirtti. Kürdistan Özerk Yönetimi sınırları içinde bulunan Zaho’nun bir köyünde (Perex) yaşanan katliam bunun mesajıydı. Türkiye KDP’yi de yanına alarak Irak’ta Sünni eksenini, Şii eksenine karşı kışkırtacağını ve Irak’ın istikrarını torpilleyeceğini bu yaşanan olay ile İran’a dolaylı olarak iletti. Uzun zamandır KDP-YNK sürtüşmesinden dolayı Irak, Cumhurbaşkanı atayamıyor ve ülkede hükümet de kurulamıyor. Türkiye Irak’taki Sünni eksenini Şii’lere karşı kışkırtarak ve Irak iç siyasetini kilitleyerek İran’a Rojava için baskı yapacaktır. Ama bütün bunlar Erdoğan’ın bölgede riskleri sürekli biriktirdiğini de göstermektedir. İçerideki meşruiyet krizi giderek Erdoğan’ı daha da risk almaya itmekte ve onu daha maceracı yapmaktadır. Tahran’da yapılan son Astana zirvesinde artık Erdoğan’a taviz verilmeyeceğinin de sinyali verildi ve esneme payı da artık tükendi. Bundan sonra olayların kırılma safhasına girmesi kuvvetle muhtemeldir ve bu da giderek Türkiye’nin savaşa sürüklenmesi demektir. Suriye’de Türkiye ile İran’ın savaşa sürüklenmesi sürpriz olmayacaktır.
Bütün bu analizlerden çıkan sonuç, Erdoğan’ın içeride muhalefeti şu ya da bu şekilde bertaraf edeceği ve bunu da “olağanüstü” bir hale bağlayacağıdır. Siyasi olarak batarken de ülkeyi zapturapt altına alacağı ve bölgeyi de savaşa sürükleyeceği görülmektedir. Millet İttifakı’nın ya da Altılı Masa’nın seçimleri kazanıp iktidara geleceği masalı çok yakında son bulacaktır. Türkiye’de rejim seçimden ziyade Kan ve Demir ile ancak gidebilir ve bu durum da çok yakında açıkça bütün toplum tarafından görülecektir.
Bugün Altılı Masa’nın yaptığı hatanın bir benzerini, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra KCK yaptı. Seçimleri kazanmanın ve AKP’nin tek başına hükümet olmasının engellenmesinin AKP’yi iktidardan indirmeye yeteceğini sanan KCK, seçimlerden sonra yaşanan savaşa çok küçük bir birlik ayırarak ve bir tür blöf yaparak AKP’yi korkutmak istedi. Ama Erdoğan “özerklik atılımları”nın yapıldığı şehirlere ezici bir güç yığarak baskınlık kurdu ve bu süreci boşa çıkardı.
Altılı Masa’nın anlamadığı ve sürekli üzerinden atladığı ve de böylece sürekli kendini kandırdığı “küçük” bir durum söz konusu: devletin bütün şiddet araçlarının (ordu, polis, jandarma, istihbarat vs.) tarafsızlığı yok olmuş ve pratikte AKP’nin egemenliği altına girmiştir. Bundan on yıl önce AKP güçlü bir kitle tabanına ama devlet içinde zayıf bir güce sahipken, bugün özellikle de 15 Temmuz Olayları’ndan sonra, bunun tersi geçerlidir yani seçmen tabanı zayıflamasına karşın devlet içinde büyük bir güce sahiptir. Bu durum da ona genel siyaset içinde baskınlık kurma olanağı sağlamaktadır.
Türkiye’nin AKP-MHP rejiminden kurtuluşu hiç de sanıldığı kadar kolay ve zahmetsiz olmayacaktır. Doğrusunu söylemek ve Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek gerekirse, Erdoğan bu rejimi kurmak için büyük riskler aldı. Gülen Cemaati ile birlikte gerçekleştirdiği Ergenekon Komplosu ve son 15 Temmuz Olayları ancak cesur bir siyasetçinin yapacağı girişimlerdir. İktidarını bu şekilde ören bir lider asla seçimle bırakmayacak ve muhalefete bunun bedelini ağır ödetecektir.
Türkiye’nin bu rejimden kurtuluşunun kısa bir çerçevesini kısa bir süre önce yazmış olduğum “Bugünkü Türkiye ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”[3] makalesinde kısaca belirttim. Türkiye’ye mevcut rejimden kurtulmak için güncellenmiş bir Kurtuluş Savaşı gereklidir. Gerçek liderlik bu Kurtuluş Savaşı kararını almayla, onun gereklerini ideolojik, politik ve askeri olarak yerine getirmeyle ortaya çıkacaktır. Rejimin kontrolü altında atıp-tutmakla değil. Bugünkü Altılı Masa liderliği biraz ucuz bir liderliktir ve niteliği de yakında belli olacaktır.
Mevcut rejimin seçimlerle yıkılması şayet devletin şiddet araçları tarafsızlığını korumuş olsaydı mümkündü. Altılı Masa ve onun bileşenleri bugün politik olarak, kendi Kemalist subayları, komplolar sonucunda tasfiye olduğu zaman kaybettiler. Bütün Kemalist subay ve askerlere FETÖ’cü damgası vurularak tasfiye edilirken sadece izlediler. Ordunun ezici çoğunluğu FETÖ’cü damgası vurularak tasfiye edildi. Cemaat’in ne bürokraside ne de Ordu’da bu kadar gücü vardı. Tasfiye edilenlerin büyük çoğunluğu AKP karşıtı olan güçlerdir. Bugün AKP ile devletin şiddet kurumları iç içe geçmiştir ve onları birbirinden ayıracak bir güç de yoktur. Bundan dolayıdır ki, Kurtuluş Savaşı gibi, iki ayağı olan tek bir stratejiye geçmek gerekir ve bu yolda her zaman kaybı siyasi olarak batmakla eşanlamlıdır.
Dipnotlar:
[1] http://demokratikbirlik.org/pkk-ve-ortadogu-devrimi-kemal-erdem
[2] https://www.nato.int/nato_static_fl2014/assets/pdf/2022/6/pdf/290622-strategic-concept-fr.pdf
[3] http://demokratikbirlik.org/bugunku-turkiye-ve-ataturkun-genclige-hitabesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.