Bazıları utanmış, üzülmüş, kendini dünyaya karşı mahcup hissetmiş olabilir. Ben her anlamda ipliği pazara çıkmış bu ülkede bu tezahürat için kendimi dünyaya karşı mahcup hissedemedim. Çünkü ona sıra gelemedi maalesef. Ayrıca tribündeki o tezahüratı ve faşizan iklimi yaratan iktidarın Türkiye’yi dünyada temsil etme şeklinden daha fazla utanıyor ve cihan-ı aleme mahcup hissediyorum
Simon Kuper’in İngiliz futbolundan hareketle yazdığı ve dünyada büyük yankı uyandıran 1994 tarihli kitabı ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’i az da olsa konuşmanın zamanıdır.
Kuper adeta bir dünya turu gerçekleştirerek hazırladığı kitabı, siyaset alanından kültürel benzeşmelere dek hemen her platformda nasıl gitgide futbolun büyük bir etki yarattığını ortaya koydu.
Futbolun da çok politik bir alan olduğunu burada söylemeye gerek bile duymuyorum. Diğer her şey gibi futbol da politiktir tabiî.
1950’lerde futbola olan ilgisini inanılmaz felsefi bakışıyla özdeşleştiren ve varoluşçuluk felsefesine de uygun şekilde monte eden Albert Camus de “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum” diyor. Futbol adı verilen oyunu Camus’nün “hayat fena halde futbola benzer” sözüyle de özetleyebiliriz. 105 metrelik bir sahada yalnız kaldığınız anlardan yardım çığlığı attığınız dakikalara bakınca hayata olan benzerliği gerçekten şaşırtıcı.
Futbol oynayanlarla izleyenler arasındaki bağ da çok farklı. Duygusal olarak kendini bir takıma ait hissetmek ile o takımın ürünü/malı olmak çelişkili olduğu kadar yaşamsal da bir konu. Bir günlük yemek paranızı yatırdığınız bilet ile 90 dakika başka hiçbir şeye vermediğiniz dikkati vererek, adeta varınızı yoğunuzu ortaya koyarak orada bulunmak başka bir şey, sözleşme yükümlülükleri gereği çimde koşmak başka bir şey.
Bugün sahada olandan ziyade tribündeki duygusal trans geçişlerine değinmek istiyorum. Konu tabiî ki Fenerbahçe – Dinamo Kiev karşılaşmasında yaşananlar.
İlk kez yaşanıyormuş gibi davranmanın alemi yok. Türkiye’de tribünler ekseriyetle milliyetçiliğin, militarizmin, cinsiyetçiliğin en sert şekilde temsil edildiği ve yeniden üretildiği yerlerdir. Bu saydığım faşizan kavramlar tribünlerden gazete manşetlerine de taşmıştır. Onlar da masum değil. Hatta bazı dönemlerde manşetler tribünleri ateşlemiş, tribünler manşetlere istedikleri malzemeyi vermiştir.
Futbolu bir ‘Kurtuluş Savaşı’ olarak görürseniz bu manşetlere de şahit olursunuz. Gerçi biz sandık ve seçimi de birer Kurtuluş Savaşı, yedi düvelle verilen mücadele olarak görüyoruz. Futbolda ‘kemik sesi duyma’ talebi tabiî ki normal olacaktı.
Hrant Dink suikastinin faili Trabzon nüfusuna kayıtlı Ogün Samast’ın adını tribünlerde haftalarca bağıran Trabzonspor taraftarını unutmayalım. Hatta Trabzon sokaklarında on binlerce kişiyle yürüyerek Dink suikastinde taktığı beyaz bereyi de kafalarına geçirerek Samast’a destek verdiklerini de. Daha da ötesi İstanbul’da bazı futbol karşılaşmalarında ve Trabzon’da keza, görevli polis memurlarının da beyaz bere takarak açıktan Samast’ı andıklarını dün gibi hatırlıyoruz. Tribündeki bu milliyetçi ve cinayet övücü örnek Türkiye tarihindeki kara taşlardan en büyüğü olarak yer edinebilir.
Kitle psikolojisiyle açıklanması çok naif ve mağduriyet yaratıcı olacağı için bu tartışmaya girmek bile istemiyorum. İnsanlar bir aradayken kolayca galeyana gelebilir, görünmezlik gücüyle normalde söylemeyeceği sözleri sarf eder, yapmayacağı davranışlarda bulunur vb. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bunu bu şekilde kabul etmek de istemiyorum. Öyle ise Madımak’ta şair ve yazar yakmayı da bir anlık kitle galeyanına bağlamamız mı gerekecek? Öyle değil tabiî. Organize edilmiş, derinliği olan tarihi olaylarda hep şuna inanmışımdır; içinde bir düşman yaratmamış, ona karşı düzenli ve sistemli şekilde öfke biriktirmemiş hiç kimse kitle haline geldiğinde linç girişiminde bulunmaz. Temeli olmayan öfkenin fiiliyatı yaşanmaz. Bu sebepten Madımak oteli önündeki insanların ekseriyeti suçludur. Bu sebeple Ogün Samast’ı anmak için slogan atan taraftarlar suç ortağıdır. Başka türlüsü çok naif bir tutum ve yorum olur.
Kale arkasının öfkesi maratonu geçiyor
Geçtiğimiz perşembe akşamı Fenerbahçe Kadıköy stadyumunda Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında Ukrayna ekibi Dinamo Kiev’le karşılaşan sarı lacivertli ekip 67. dakikada gol yedi ve geriye düştü. Golü atan futbolcu çok büyük bir sevinç yaşadı ve bütün tribünleri dolaştı. Gayet normal karşıladım. Çünkü savaş içinde kıvranan ve 7 milyondan fazla yurttaşı mülteci durumuna düşmüş bir ülkenin takımı olarak önemli bir maçta öne geçmek az da olsa coşkuyu yaşamayı hak eder. Normal şartlar altında abartılı bir gol sevinci olarak görülebilir ama şartlar eşit değil.
Golden sonra önce bir şok etkisi oluştu stadyumda ve kısa süren bir sessizlik oldu. Sonra uğultular arasında kale arkası tribününden herkesi şaşırtan bir tezahürat yükseldi. Tezahüratlar genelde kale arkasında başlar. Taraftar grupları da hep orada kümelenir aslında. Orası tahmin edeceğiniz üzere daha ucuzdur, toplu halde biletler alınır, birlikte hareket edilir, amigo takip edilir vs. Maraton tribünü protokol ve temsilcilerinden, koltuk sahiplerinden, kalantorlardan tabiri caizse paralı kesimden oluşur. Onların kaybedecek çok şeyi olduğu için sesleri az çıkar. Coşkuda zirve ama öfkede kontrollü tepkisellik mayalarında vardır. Sınıfları izin vermez buna. Tribündeki sınıf ayrımı tezahüratların dozajını da belirler.
Gelelim olay çıkaran tezahürata. Kale arkasından duyulan ses gittikçe yükseldi ve alışılmış bir melodiyle ‘Vladimir Putin’ diye bağırıldı. Bu oldukça da uzun sürdü. Tek gol yedikten sonra aylardır süren savaşı bir anda başka bir yöne çeviren, savaşı olumlayan, halihazırda ülkesi harabeye dönmüş futbolcuları demoralize etmek için ağzına geleni söyleyen bir taraftar grubu oluştu bir anda.
Bazıları utanmış, üzülmüş, kendini dünyaya karşı mahcup hissetmiş olabilir. Ben her anlamda ipliği pazara çıkmış bu ülkede bu tezahürat için kendimi dünyaya karşı mahcup hissedemedim. Çünkü ona sıra gelemedi maalesef. Ayrıca tribündeki o tezahüratı ve faşizan iklimi yaratan iktidarın Türkiye’yi dünyada temsil etme şeklinden daha fazla utanıyor ve cihan-ı aleme mahcup hissediyorum.
Albert Camus’nün “ahlak ve insanın yükümlülükleri adına güvenebileceğim ne biliyorsam futboldan öğrendim” sözünü karşılaşmadaki tezahürat sahnesini izlerken hatırladım ve ne kadar da doğru bir sözmüş dedim kendi kendime.
10 Ekim Ankara Gar katliamından sonra Konya’da oynanan Türkiye-İzlanda maçında hayatını kaybeden 101 yurttaşın ıslıklanmasından beyaz bereye, en nihayetinde sırf bir oyun kazanmak için cephede kendine siper edinen Fenerbahçe taraftarına kadar şunu söyleyebilirim ki; ahlak ve insan yükümlülükleri adına ne öğrendiysem Türkiye tribünlerinden öğrendim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.