Ölüm orucunu bir yöntem olarak doğru bulmamakta hiçbir problem yok. Fakat bir direniş sürerken, insanlar, kendi bedenleri üzerinden kendi iradeleriyle bir savaşa girişmişken eleştirileri art arda sıralamak, “bırakın” demek ne sağlıklı ne de bir karşılık bulabiliyor
Sibel Balaç, 200 günü aşkındır ölüm orucunda KHK’li bir öğretmen. Tümör ameliyatı geçirmiş hasta bir tutsak.
Bir diğer tutsak Gökhan Yıldırım ise sadece aleyhine bir ifadeyle 46 yıl hüküm giydi. O da ölüm orucunda 200 günü geçti.
Adil yargılanma, Ali Osman Köse ve Aysel Tuğluk gibi hasta tutsakların özgürlüğünü talep ediyorlar.
Tüm bu isimler, sayılar, açlıklar bize ne anlatıyor? Ne oluyor bu ülkede?
Türkiye için ölüm oruçları, açlık grevleri tanıdık bir gündem. 12 Eylül karanlığını hapishanelerde yırtan ’84 ölüm orucu, 1996 ölüm orucu, F Tiplerine karşı başlayan, 122 ölümle sonuçlanan 2000-2007 ölüm orucu süreci…
Fakat tanıdık olmayan bir şeyler de var bugünlerde. Derin bir sessizlik, ürkütücü bir yalnızlık. Doğru, 2000-2007 ölüm orucu da belli bir aşamadan sonra epey yalnız bırakılmıştı ancak yine de son ana kadar belli bir kitlenin toplandığı eylemler sürekli yapıldı. Ankara’nın göbeğinde her hafta birkaç yüz kişi meşaleli yürüyüş yapabiliyorduk, yine Ankara’nın bir başka göbeğinde dünya tarihinin en uzun süren (dört yıl) oturma eylemini gerçekleştirdik.
Yakın tarihe baktığımızda Güler Zere için kamuoyu oluşturulduğunu hatırlarız. Daha yakın ve eylemlilik açısından daha zor zamanlarda Nuriye ve Semih için daha da büyük bir kamuoyunun oluşturulabildiğini de.
Evet, bugünlerde muhalefetin çoğunluğunda genel bir uyuşukluk, sinmişlik, kurtuluş için başkasının eline bakıyor oluş temel, can yakıcı problem. Ki doğru, tek bir günle sınırlı olsa da ülkede baskıya, karanlığa, adaletsizliğe karşı kararlı kitlesel tek karşı koyuş feminist hareketten gelebilmekte. Ve yine doğru, kitleyi harekete geçirebilme noktasında Kürt hareketi bile ciddi sıkıntılı bugün. Öte yandan bu genel uyuşukluk, sinmişlik sarmalının yanı sıra, bu yazının konusu olan direnişleri sürdüren hareketin harekete geçirebilecek bir taban bulmakta zorlanması da ciddi bir sorun. “Selam verenin alındığı”, mahallelere bile bir suskunluğun çöktüğü bu iklimde bu sonuç gayet normal.
Fakat bu “normal” durum, bu denli suskunluğu, kayıtsızlığı, korkuyu normalleştirmiyor. Elinde bir canı kalmış olanlar canlarını “adalet” çığlığıyla ortaya koymuşken, bir söz söylemekten, bir şeyler yazmaktan dahi korkmak “demokratlık”, “solculuk” gibi iddialardan da soyunmayı gerektirir. Evet, hiç olmazsa poz kesmeyi kesmek lâzım.
Bu durakta eğer harekete ya da eyleme yönelik memnuniyetsizlik, iritasyon, sevimsizlik gerekçeleri sunulacaksa, bu da ancak somut gerçeklik karşısında soğuk bir bahane olabilir. Kendinizi bir süre bununla oyalayabilir, avutabilirsiniz. Lâkin direniş, öyle veya böyle, şu veya bu biçimde bir tokat hâline gelir.
Bu tokat da sadece düzene değil, suskunluğa da çarpar. Bu mutlaktır.
“Son başvurulacak taktik” olan ölüm orucuna ülkemizde bu kadar sık gidiliyor olması bir memleket gerçeğiyle mündemiçtir. Türkiye’de adalet, eşitlik, özgürlük bir sürekli acil çağrıdır, yoksunluğuyla yoksulları durmadan vurandır.
Açlık, ölüm, hapis hepsi buz gibi kelimeler. “Direniş” adının sıcaklığıyla bile ısınamayacak kadar soğuk, ürkütücü. Evet, bence de keşke ölüm orucuna hiç girmeseydi bu insanlar, keşke kimse ölmeseydi. Evet, keşke savaşlar da hiç olmasaydı, kimse öksüz, yetim, yârsız, evlatsız kalmasa. Keşke dünya büsbütün bir gül bahçesi olsa… Ama dünyamızın dikeni hep daha çoktur, bu dikenleri en aza indirebilmek için de mücadele etmek, bedel ödemek gerekiyor.
Korku mu? Emin olun ki ölümün ucunda direnenler korkunun bizden daha çok içinde yaşıyorlar. Ölüm korkusu, yaşama refleksi en temel güdümüzdür. Fakat onur, namus, ideoloji, kişilik, ahlâk, cesaret, bilgi, düşünme, öfke, direnç gibi maddi ve metafizik kavramlarla da ilişkiliyiz. Bu durakta bizim korkularımızı, kaygılarımızı ileri sürmemiz en hafif tabirle bencillik olacaktır.
Direnenler bugün en temel, en basit insan hakları için direniyorlar. Bu bedenler bizim için de eriyor aynı zamanda. Zira herhangi bir demokratik/devrimci gücün kazanımı, muhalefetin tümüne de bir alan açacaktır, tümünde bir nebze politik rahatlama yaratacaktır. Yine zira, sen de, ben de, hepimiz, basit komplolarla, bir yazımızdan, bir paylaşımımızdan, katıldığımız bir eylemden ötürü, bugün aç kalarak direnenlerin durumuna düşebiliriz. Bu, bu kadar kolay olmasın diye de direniyorlar.
Aynı cevheri yüreklerinde paylaşanlara aradaki farklılık çizgilerini kalınlaştırma, hatta dahası gölgelerle, hayaletlerle savaşma mesaisi daha hoş geliyor olabilir. Ama gün bunun günü değil. Gündem direnenler olmalı.
Direnenlerin bize yorgun sesleriyle fısıldayabildiklerini, biz gür sesle haykırmalıyız:
Adalet!
Evet, ölüm orucunu bir yöntem olarak doğru bulmamakta hiçbir problem yok. Mesela devrimci şiddeti de doğru bulmayan sosyalistler var ya da en azından bu konuda süreç, konjonktür gözetenler. Fakat bir direniş sürerken, insanlar, kendi bedenleri üzerinden kendi iradeleriyle bir savaşa girişmişken, eleştirileri art arda sıralamak, “bırakın” demek ne sağlıklı ne de bir karşılık bulabiliyor.
İnsanların karar verip, cüret edip giriştikleri bir direnişin mânâsı yerine, kendilerinin “direnişçilerin başına bir şey gelirse” üzülecek olmalarını koyanlar son derece sâkil duruyorlar. Böyle bir sonda hiç kimse evlatlarının arkasında duran analar ya da direnişçilerin yoldaşları kadar üzülmeyecek mesela.
Fakat gelin görün ki, kimileri için artık salt direniyor olma hali bile birilerine “sekterlik” sıfatı yakıştırmak için yeterli hale gelmiş.
“Yaşam hakkının kutsallığı”na bu kadar çok gönderme yapanlar, onurlu bir yaşam için bazen ölümüne direnişlerin göze alınabileceği üzerine de biraz kafa yorabilmeliler.
Ortada vicdan, hüzün, üzüntü gibi duygularla değerlendirilemeyecek politik bir durum var. İki insanın bedeninin muharebe alanı[1] olduğu bir savaş hâli var.
Bunun tersi yerde duranlar, melankoliyle devrimcilere düşmanlaşma arasındaki o meşhur hatta yalpalamaya devam edeceklerdir.
Üzülmekse, hepimiz üzülüyoruz. Bunun için solcu olmaya da gerek yok.
[1] “Ölüm orucunda mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür.” (Ulus Baker’in “Ölüm Orucu – Notlar” yazısından. Birikim 88/ 1996)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.