İktidarın düşük faiz politikasını adeta velinimet olarak gören bankalar, yüzde 14-15 bandında topladıkları mevduatları, ücretleri enflasyon altında ezilen ve borçlanmadan yaşayamaz hale gelen emekçilere yüzde 30-40 aralığında verdikleri faizlerle kârlarına kâr katıyor
Artı değer, işveren tarafından işçiye karşılığı ödenmeyen, işçi tarafından sarf edilen emek zamanıdır. İşçi söz gelimi günde sekiz saat çalışırken bunun üç saatini kendi ücreti için, geri kalan beş saati ise işverene artı değer üretmek için çalışır. Sermaye sahipleri artı değer üzerinden servetini biriktirirken işçinin elde ettiği ücret ise yoksulluk ve açlık sınırı altında kalır. Yoksulluğun ve açlığın pençesinde hayatını sürdürmeye çalışan emekçiler ise bu sefer başka bir girdabın içine düşüyor; borçluluk.
Borçlandırılmış emek; işyerinden farklı olarak iş yeri dışında bankaların karına kar katarak yeni bir sermaye birikiminin oluşmasına aracılık ediyor.
Nas adı altında emeğin sömürüsü meşrulaştırılıyor
Malum, dünyada hiç kimsenin aklına gelmeyen ve daha önce keşfedilmemiş bir ekonomi modeli ile yönetiliyoruz. İktisat dünyasını alt üst eden bu yeni buluşun temel mantığı ise ‘’Nas’a’’ dayalı. Faizler düşecek, para birimi değer kaybedecek, rekabetçi kur rejimi devreye girecek, dış ticaret fazlası gerçekleşecek ve enflasyon sorunu ortadan kalkacak. Vaat edilen sahte cennet, emekçiler için cehenneme dönüşmüş durumda.
Peki sonuç? Türkiye resmi verilerde dahi Eylül 1998’den beri son 24 yılın en yüksek enflasyonuna ulaşmış durumda. Gıda enflasyonu ise yine resmi verilerde üç haneye dayanmış durumda. Durumu ise en güzel özetleyen bizzat bu emek düşmanı ekonomi politikalarının yürütücülerinden biri olan Nebati’den geliyor: “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar.”
Kısacası AKP, sadece emeğin ucuzlaştırılması ile değil emeğin daha fazla borçlandırılması ile çarkları sermaye sahipleri adına işletiyor. AKP’nin nas göndermeli ekonomi politikasının temeli, altta kalan dar gelirli emekçilerin canı çıksın mantığına dayanıyor.
Türkiye’de ücretler hem resmi hem de gayri resmi enflasyon verilerinin altında artık, aylık değil günlük hatta saat başı eriyor. En temel ihtiyaç ürünlerini dahi karşılamakta zorlanan emekçiler çareyi bankalara daha fazla borçlanmakta buluyor. Emeğin bu kadar ucuz olduğu, ücretlerin baskılandığı bir dönemde ise bankaların kârı katlanarak artıyor.
Durumu daha iyi anlayabilmek için devletin resmi verilerinden yararlanalım.
BDDK’nin verilerine göre bu yılın ilk 5 ayında göre bankaların tüketici kredisi ve kredi kartlarından aldığı faiz geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 45,1 oranında artarak 64 milyar liraya kadar yükselmiş durumda. Yıl sonuna kadar ise faiz gelirlerinin 160 milyar TL’yi aşacağı tahmin ediliyor. Bu, bankaların sadece dar gelirli emekçilerden aldığı faiz payı.
Yine bankaların bu yılın ilk 5 ayında net karları ise 132 milyarı aşmış durumda. İktidarın düşük faiz politikasını adeta velinimet olarak gören bankalar, yüzde 14-15 bandında topladıkları mevduatları, ücretleri enflasyon altında ezilen ve borçlanmadan yaşayamaz hale gelen emekçilere yüzde 30-40 aralığında verdikleri faizlerle kârlarına kâr katıyor. Haziran ayı sonu itibariyle emekçilerin ve dar gelirli ücretlilerin bankalara olan kredi ve kredi kartı borçları ise 1 trilyon 224 milyar TL’yi aşmış durumda. Geçtiğimiz ayın son haftasında sadece bireysel ihtiyaç kredilerinde yaşanan artış 10 milyar TL’den daha fazla. Kredi kartı borcunda yaşanan artış ise 8 milyar TL. Bir başka deyişle nas adı altında iktidar, emekçileri tefeci düzene hapsediyor.
Borçluluk ve emeğin tahakkümü
Türkiye şüphesiz ki bir ücretliler toplum haline dönüştürülmüş durumda. Ücretlerin ise neredeyse tamamına yakınının hem açlık hem yoksulluk sınırı altında kalması sonuç olarak tüm toplumun daha fazla borçlanmasına neden oluyor. Açlık ve yoksulluk sebep, daha fazla borç ise netice olarak karşımıza çıkıyor.
Kapitalist sistemin devamlılığı, hiç durmadan sermaye birikiminin gerçekleşmesine bağlıdır. Yine sermaye birikiminin aralıksız olarak gerçekleşmesi; el koyduğu artı değer ile yani sermaye tarafından gasp edilen emek zamanı ile mümkündür. Bugünün Türkiye’sinde bu duruma ek olarak emekçilerin daha fazla borçlandırılması da bu sürece dahildir. Emeğin borçlandırılması, aynı zamanda sermayenin emekçi kesimler üzerinde daha fazla denetim kurmasına neden olmaktadır. Nitekim borçlandırılmış işçi, sermaye adına her türlü çalışma ilişkilerini peşinen kabul etmiş olacaktır. Emekçiler ne kadar fazla borçlanırsa, sermayenin emek üzerindeki baskısı da bir o kadar artacaktır. Kısacası borçlandırma gelecekte emeğe daha fazla el koyacağı gibi sömürü ilişkilerini emekçiler aleyhine daha fazla derinleştirecektir. Bu durumun emekçi sınıflar lehine reddi, sermayenin düzenini işlemez hale getirecektir. Esas mesele ise “Krizin bedelini ödemeyeceğiz” sözünün bir adım ötesine geçmek, emekçilere bedel ödetmek üzerine kurulu kan emici siyasetin karşısına, emeğin iktidarını inşa etmektir.