Marx ve Engels, kişideki adalet duygusunun Tanrı veya doğa vergisi olmadığını, başsız sonsuz bir özellik taşıyamayacağını, tüm öteki kategoriler gibi tarihsel olarak belirlenmiş sosyoekonomik kökene bakmak gerektiğini, belirleyici olanın sosyal ilişkiler/mülkiyet ilişkileri olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuşlardır. Sınıflı toplumlarda adalet kavramı sınıfsal bir karaktere sahiptir. Egemen sınıfa göre adil olan, ezilen sınıfa göre değildir, ya da tersi
Engels, Dühring’in eşitlik üzerine görüşlerini eleştirirken, “Bütün insanların insan olarak… eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır” diyor. “İlk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği” fikrine varıncaya kadar aradan binlerce yıl geçtiğini de buna ekliyor.[1] Anlıyoruz ki, ilkel topluluklarda ortaklık üyeleri arasında eşitlik söz konusuyken, Eski Yunan ve Romalılarda, yani sınıflı toplumlara geçildikten sonra, eşitlikten söz edenlere deli muamelesi yapılıyor. Bundan böyle Roma hukukunda olsun, Hıristiyanlıkta olsun “eşitlik” fikri, ezenler ile ezilenler karşıtlığının üstünü örten, bunu meşru göstermeye çalışan yüzeysel ve yanıltıcı bir içerik kazanıyor.
Klasik adalet doktrini, yönetenlerin çıkarlarını yansıtan köleci toplumun büyük filozofları Platon ve Aristo’yla başlıyor. Platon, ideal bir toplum düzeni ütopyasını tanımladığı ideal devlet tasvirinde bile yolundan şaşmıyor. Efsanesi odur ki, her insan bir sınıfın mensubu olarak dünyaya gelirken, Tanrı tarafından belirlenen bir metalle doğmaktadır: Yöneticiler altın, yardımcıları muhafızlar ve askerler gümüş, çiftçiler ve zanaatkarlar demir ve bronz. Bunlar aynı değerde olmadıklarından herkes kaderine razı olup kendi “sınıf”ına uygun davranmalı, hiyerarşiyi ve düzeni bozmaya kalkmamalıdır. Eşitlik ve özgürlük adına isyana kalkışmak, düzeni bozmak, dolayısıyla adaleti yıkmak anlamına geliyor. Önerdiği düzen aslında, hiyerarşinin, sınıfsal konumların, rollerin önceden belirlendiği bir polis (şehir devleti) rejimidir. Aynı şekilde Aristo da doğanın bazılarını köle, bazılarını efendi olarak yarattığı fikrindedir. Fiziksel emek harcamak kölelerin fıtratında vardır. Köle emeği, yönetenlere kendini geliştirmesi için boş zaman sağlar, efendiler bu sayede yönetim, ekonomi ve teknik bilgisi, felsefe, müzik vs. ile uğraşma imkânı bulurlar. Toplum için adil ve yararlı olan kiminin köle, kiminin efendi olmasını gerektirir.
Aristocu modelden de etkilenen orta çağ düşünürleri daha farklı değildirler; özgürlükten anladıkları, ayrıcalıklı zümrelerin haklarının korunmasına dayanan bir eşitsizlik rejimidir. Hıristiyan eşitlik kavramı din kardeşliğiyle sınırlıdır. Aquinolu Thomas, bedensel emeği düşük, zihinsel emeği soylu bir iş olarak görür. Ona göre serf köylüler de köledir, öncüllerinden farklı olarak soylular serfleri öldürme hakkına sahip olmamalıdır. Zenginlik feodal hiyerarşiye uygun olmalı, kimse tanrısal yasalara karşı gelmeye cüret etmemelidir.
Aydınlanmacılar, adaleti, bireyin doğal haklarının korunması, koşullarının iyileştirilmesi ve ahlaki eğitim yoluyla geliştirilmesi olarak gördüler. Özgürlük ve eşitlik birlikte düşünülmeli, bireyin kendi iradesine göre hareket etme ve insan haklarından yararlanma yeteneği geliştirilmeliydi. Özgürlüğün sınırı diğer insanların özgürlüğünün başladığı yerde bitmelidir. “İyi etiğinden” bireyci “hukuk etiğine” geçişe dayanan modern hukuk, efendi sınıf burjuvazinin çıkarlarına göre şekillenecektir: “Büyük ticaret… dünya ticareti, hareketlerinde engelle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan emtia ticareti emtia sahiplerinin varlığını gerektirir.”[2] “Ebedi adalet”, burjuvazinin ebedi egemenliği demeye geliyordu. Karşılığını yasa (hukuk) önünde eşitlikle sınırlamış burjuva adalet anlayışında buldu.
Muhafazakâr düşünce, Aydınlanma ideolojisine karşıt, onu hem tamamlayan hem eleştiren, yüzü geriye dönük bir adalet ve özgürlük kavramı geliştirdi. İnsanlar başka bakımlardan olduğu gibi, yetenekleri bakımından da eşit değildiler. Özgürlük, bireylerin kendi hak ve ödevlerini başkalarına engel olmadan geliştirmeleri demekti. Bir yönüyle ortak iyi ve adaletin orta çağdaki yorumuna geri dönülür. Şu farkla ki, özgürlüğün taşıyıcıları artık eski ayrıcalıklı zümreler değil, ulusları yönetenlerdir.
Görülüyor ki, bütün zamanlar için geçerli, zamandan ve koşullardan bağımsız bir eşitlik, ebediyen geçerli bir adalet yoktur ve hiç olmadı. Adaletle bağlantılı hak, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, insanların sürekli değişim ve dönüşüm halindeki yaşam koşulları gereği tarihsel bir karakter taşır. Modern çağda genel hukuk kavramına doğru genişleyinceye kadar birçok aşamadan geçmesi de bunu kanıtlar.
***
Tarih boyunca adalete bakış açısında en köklü değişiklik, kapitalist toplumun eleştirisinden yola çıkan Marksizm tarafından gerçekleştirildi.
Marx ve Engels, kişideki adalet duygusunun Tanrı veya doğa vergisi olmadığını, başsız sonsuz bir özellik taşıyamayacağını, tüm öteki kategoriler gibi tarihsel olarak belirlenmiş sosyoekonomik kökene bakmak gerektiğini, belirleyici olanın sosyal ilişkiler/mülkiyet ilişkileri olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuşlardır. Sınıflı toplumlarda adalet kavramı sınıfsal bir karaktere sahiptir. Egemen sınıfa göre adil olan, ezilen sınıfa göre değildir, ya da tersi.
Marx, yeri geldiğinde değinmeler dışında (Engels biraz daha fazla), adalet konusuna özel bir ilgi göstermemiş, başlı başına bir konu olarak ayrıca işlememiştir. Bu, muhtemelen adalet fikrini büsbütün reddettiğinden değil, burjuva ideolojisi paradigması içinde kalarak yanlış yorumlara mahal vermek istemediğinden dolayı böyledir. Pozitif hukuk kavramı olan adaletin, kendi iç mantığına dayanılarak açıklanamayacağı görüşünde olduğundan öznel yorumlardan kaçınmış, bilimsel zemine oturtmak için ekonomi alanından yola çıkmıştır. Daha açıkçası, adalet teorisini, doğruluk ve iyilik, hak ve adalet gibi siyasi ve hukuki terimlere değil, üretim ilişkileri dolayımıyla üretken emeğe dayandırmıştır.
Nitekim Kapital’de şöyle diyecektir Marx:
“Burada, Gilbart’ın yaptığı gibi, ‘doğal adalet’ten söz etmek (…) saçmadır. Üretimi yürütenlerin arasında geçen işlemlerin adaleti, bunların, üretim ilişkilerinin doğal sonuçlarından ileri geldikleri olgusuna dayanır. Bu ekonomik işlemlerin, ilgili tarafların iradi hareketleri olarak, kendi ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve bir üçüncü tarafa karşı yasa zoruyla kabul ettirilebilir sözleşmeler olarak göründükleri hukuki biçimler, sırf biçimler olarak bu içeriği belirleyemezler. Bunlar onu yalnızca ifade ederler. Bu içerik sırf üretim tarzına tekabül ettiği, ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temeli üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olması gibi.”[3]
Marx’a göre, kapitalizmde adaletsiz olan, işçinin emek gücünü dilediği kapitaliste belirli bir ücret karşılığında satması değildir. Kapitalist işçiyi zorla çalıştırmaz. Bir meta olan emek gücünün para olarak karşılığını da diğer metalar gibi pazar ilişkileri belirler. Bu, adil bir al ver ilişkisidir.
Bununla birlikte, işçi emek gücünü satmadığı zaman hayatını idame ettiremez. Demek ki, bu “eşitlik”te, tıpkı “adalet” ve “özgürlük” tanımlamalarında olduğu gibi, kendi kendisiyle çelişen bir durum vardır. Öyleyse bu çelişkinin kökü kapitalistle işçi arasındaki iş sözleşmesinde değil, daha derinlerde, kapitalistin ve işçinin üretim araçları karşısındaki konumlarında aranmalıdır.
Buradan hareketle Marx, kapitalizmin neden adil olmadığını sebepleriyle birlikte ortaya koyar, ancak liberal düşüncedeki gibi kendini soyut ve biçimsel “adalet” döngüsü çerçevesine hapsetmez. Tersine, sistemin dışına çıkar ve çerçevesini kapitalizmden sosyalizme ve komünizme geçişe, adil bir toplumun maddi, ruhsal, entelektüel ve kültürel gelişiminin koşullarının nasıl sağlanabileceğine doğru genişletir. “Adalet”i, burjuva ufkunun dışında, tüm nüfusun refahını sağlayabileceği bir aşamayı temsil edecek sınıfsız toplumda arar.
***
Kapitalizm koşullarında “evrensel adalet”, “eşit bölüşüm” aramak beyhudedir. Adaletsizliğin özü, toplumun sınıflara bölünmesinde, bir kesimin başka bir kesimi sömürmesinde ve ezmesindedir. Bu köleci, feodal, kapitalist toplum biçimlerinin ortak özelliğidir. Üretim araçlarının mülkiyetini, onunla birlikte devleti, ideolojiyi, hukuku elinde tutan azınlığın hükmettiği bir sistemde, toplumun tümünü kucaklayan ortak bir adalet olmaz. Egemen burjuvazi, emekçilerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını, haklarını, sağlıklarını, eğitimlerini değil, yalnız kendi çıkarlarını, kârlarını düşünür. İşçileri, kadınları, çocukları, başka ulusları sömürerek, onların ürettiklerine el koyarak sürekli eşitsizlik, dolayısıyla adaletsizlik üretir. Bundan çıkışın yolu kapitalizme son vermekten geçer.
Marx’ın adalet hakkındaki son sözü şudur:
“Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönden gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra – ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”[4]
Ayrıcalıklı bir azınlığın çoğunluğu sömürdüğü ve ezdiği kapitalist toplum adaletli olamaz. Buna son verecek ve yeni bir toplumun kapısını açacak anahtar devrimdir. Devrim nihai hedefine vardığı, sınıflarla birlikte tüm eşitsizlikleri ortadan kaldırdığı, ekonomi dahil her yönden gelişkin bir aşamayı temsil eden komünist topluma ulaştığı zaman, gerçekten adil bir toplumun koşulları yaratılmış olacaktır.
Marx ve Engels’in adalet konusunu işleyen özel bir eserleri olmadı, ama çıkışı bu anlamıyla gerçek adalette aramayan bir eserleri de olmadı.
Dipnotlar:
[1] F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 1977-Ankara, s. 188.
[2] A.g.e, s. 190.
[3] K. Marx, Kapital, Sol Yayınları, 1978-Ankara, C: 3, s. 356.
[4] Marx Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, Ankara-1979, s. 23.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.