Neoliberalizme karşı yürütülen mücadelelerin ilk perdesi olan haklara, kamusal alanlara, iş güvencesine saldırılara karşı savunma hareketleri yenilgiye uğradı. Bu yenilgiler toplumsal yıkımlar, mücadele örgütlerinde çözülme gibi neoliberal bir enkaz yarattı. Ancak bu enkazın içinde filizlenen yeni direnişler ve isyanlar, devrimcileri mücadelenin ikinci perdesini açmaya çağırıyor
Neoliberalizme karşı mücadelelerin ilk perdesi haklara, kamusal alanlara, iş güvencesine saldırılara karşı savunma formunda gerçekleşti. Sermayenin büyüme hırsıyla azgınca saldırıları emekçi kesimin haklarını, kamusal olan ne varsa onu hedef aldı. Kentsel araziler, gecekondu mahalleleri, parklar, ortak alanlar; ormanlar, dereler, meralar ranta açıldı. İlk adım olarak stratejik metaların fiyat regülasyonunun da aracı olan KİT’ler sermayeye peşkeş çekildi, özelleştirmeler durmaksızın sürdü. En belirgini eğitim ve sağlıkta olan piyasacı dönüşüm, bütün sübvansiyonları eritti, iş güvenceleri yerle bir edilip taşeron yaygınlaştı. Üniversiteler de gerek eğitim sistemi açısından gerekse kampüs yaşamı açısından bu dönüşüme tabi tutuldu.
İlk perde bu saldırı hamlelerine karşı savunma hamleleriydi. Özelleştirmelere karşı tepki eylemleri ve kampanyalar ilk yenilenlerdi. Gecekondu mahallelerinde barınma hakkı mücadelesi, doğal alanların ranta açılmasına karşı eylemler ve savunma hatları, parasız eğitim ve parasız sağlık mücadeleleri, üniversitelerdeki piyasacı dönüşüme karşı mücadeleler bu dönemin öne çıkan başlıklarıydı.
İlk perde kapandı. Başarılı örnekler çıktıysa da mücadeleler neoliberal saldırganlığı göğüsleyemedi. Bunun muhasebesi başka yazının ve hatta kitabın konusu olabilir. Ama bu yenilginin bir dizi sonucu var: Bir yanda toplumsal yıkım, trajediler, mücadele örgütlerinde çözülme, pandemiler; diğer yanda yeniden baş gösteren isyanlar, yeni devrimci olanaklar.
Neoliberal saldırı dalgası durdurulamadı. Sonucunda eğitimden sağlığa, emeklilikten tatil ve izin günlerine kadar pek çok kayıp yaşandı. Sosyal haklar eridi, devlet temel hizmetlerden elini önemli ölçüde çekti. ‘Girdiğin işten emekli olup ayrılma’ dönemi kapandı. Artık aynı sektörde bile uzun süre tutunulamaz oldu. İş kaybetme korkusu yerini sık sık iş değiştirme mecburiyetine bıraktı. Mahalledeki park, oturduğun yere yakın olan mesire alanı, belediyenin tesisi, çalışılan kurumun çeşitli tesisleri ya da lojmanları ranta açıldı, ücretli hale geldi, satıldı, elden çıkarıldı.
Okullar satılmadı belki ama içleri o kadar boşaltıldı ki artık çocuğu özel okula, dershaneye göndermek milyonlarca yoksula çoğu zaman kredi çektirmek, borçlandırmak pahasına dayatıldı.
Yol, yemek ve sosyal ödentiler tırpanlandı.
Kır tasfiye edildi. Artık senede bir çuval bulgur gelecek köyler de kalmadı.
Barınmadan beslenmeye, ulaşımdan enerjiye, eğitimden sağlığa kadar tüm insani temel ihtiyaçlar için elimizde sadece ve sadece kuşa çevrilmiş ücretler kaldı. Bütün ihtiyaçlarımız ancak ve ancak bu ücretlerle satın alınarak ulaşılabilen ‘hizmetlere’ çevrildi.
Yoksulluk her zaman sorundu. Ama onun da niteliği değişti. İlk perdede yoksul mahallelerde (özellikle gecekondu mahalleleri) yaşanan yoksulluk, çeşitli temel hizmetlere erişimin olmaması üzerineydi. Elektrik, telefon, doğalgaz tesisatları, kanalizasyon şebekesi, asfalt yol, mahallenin kentin geri kalanıyla ulaşımını sağlayan toplu taşıma hatları, sağlık ocağı, çocuk parkı, yeterli okul/sınıf gibi temel ihtiyaçlar yoksul mahallelerde ya yoktu ya da yetersizdi.
IMF ve Dünya Bankası ekseninde oluşturulan programlarla yoksulluk sadece gelir düzeyine endekslendi ve insani ihtiyaçlara erişim konusu tartışmaların dışında tutuldu. Dar bütçelerden ayrılan paralarla da giderilemeyen ihtiyaçlar vardı.
Kapitalizm o kadar genişledi ve evrenselleşti ki uzuvlarının değmediği kara da kalmadı deniz de. (Hatta hava bile kalmadı denebilir) Altyapı hizmetleri, temel ihtiyaçlar neredeyse bütün kentlerin bütün mahallelerine ulaştırıldı. Herkesin erişimine açıldı ama parası ödendiği sürece!
Özelleştirmeler ve temel ihtiyaçlardan devletin elini çekmesiyle bu ödenmesi gereken para da katlanarak arttı. Kiralar aldı başını gitti, akaryakıt fiyatlarındaki sıçrayışla birlikte ulaşım maliyetleri katlandı. Elektrik ve doğalgazda özelleştirmenin ve özel dağıtım şirketlerinin kârını artırma çabasının maliyetleri en can yakanı oldu. Kışın doğalgaz, yazın elektrik neredeyse kira bedellerine yaklaştı.
Temel gıdaların hepsi markette var ama almak ne mümkün!
‘Yeni yoksulluğun’ en önemli dinamiklerinden biri de borç. Temel ihtiyaçlara ekonomik olarak erişimin yetersizliği, sistem tarafından geniş kesimlerin borçlandırılarak içerilmesiyle aşılmaya çalışıldı. Evleri, arabaları olan ya da çocuğunu özel okula gönderebilen milyonlarca insan, on yıllarını kredi borcu ödeyerek geçireceğinin ‘sözünü’ verdi. Yoksulluk artık sahip olmadıklarımızın yanı sıra rehin verdiğimiz yıllarla da ölçülebilir hale geldi.
Yoksulluğumuz ihtiyaçlara fiziki erişim yetersizliğinden ekonomik erişim yetersizliğine, erişilebiliyorsa da borçla, geleceği sermayeye rehin vermeye evrildi.
Savunduğumuz derelere HES’ler kuruldu, ormanlar talan edildi. Ama bu saldırganlık bitmedi. Derelerin son damlasına, ormanların son yaprağına hücum devam ediyor.
Ekolojik sürdürülebilirlik tartışırken metabolik yarılma tartışır noktaya geldik. Doğal yaşam o kadar tahrip edildi ki hayvansal patojenler, pandemiler yaratmaya başladı. Hem de biri etkisini yitirirken diğeri başlayacak şekilde.
Yazlarımız orman yangınlarıyla, kışlarımız sellerle geçiyor.
Tarımdaki yanlış politikalar, gıda krizini de tetikledi. Çiftçi ekemiyor, eken de satabilirse pahalıya satmaya çalışıyor. Alacak olanlar zaten alamıyor.
Emperyalist hegemonya rekabetinin tetiklediği iç savaşlar ve savaşlar milyonlarca insanı kendi yurdundan kopardı. Emperyalist devletlerin ve Türkiye gibi yerli işbirlikçilerin ranttan pay kapmaya çalıştığı Suriye’den milyonlarca kişi çoğunlukla Türkiye’ye olmak üzere göç etmek zorunda kaldı.
Mülteciler en düşük ücretlerle en ağır işleri yapanlar olarak işçi sınıfındaki dip pozisyona yerleştiler. Çoğunlukla kayıtdışı, her zaman güvencesiz olan mülteciler yeni gelişen sağ dinamiklerce toplumsal krizlerin de sorumluluğunun yükleneceği zayıf kesimler olarak belirlendi.
Bazı kentlerde demografik yapıyı önemli ölçüde değiştiren mülteciler, hem sermayenin ucuz işgücü deposu oldu hem de kendilerine yönelik düşmanlık yeni sağın üzerine basarak yükseldiği dinamik oldu. Bu kışkırtma, düşmanlaştırma ve sömürü politikalarına karşı derinleşen toplumsal kriz, Altındağ’daki pogrom girişiminde, atık kâğıt işçilerinin depo baskınlarında tekrar tekrar kendini hatırlattı. Hatırlatılan aynı zamanda meseleye sınıfsal dinamikleriyle kavramak yerine ‘güvenlikçi’ bir perspektiften bakıldığında ortaya çıkabilecek sonuçlar oldu.
Bu enkazın ve çürümüşlüğün içerisinde bir yandan da farklı bir geleceğin imkanlarına işaret eden hareketler de çıktı. Pandeminin hemen öncesinde 40’ın üzerinde ülkede milyonlarca insan yeni zamlara, vergilere, hayat pahalılığına karşı sokağa çıktı. Neoliberal enkazın içindeki yeni yoksulluk, kendi isyanlarını doğuruyordu. Pandemide kısa bir ara verilse de ABD sokakları siyahi George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından hareketlendi. Tepkiler hızla neoliberal enkazın etkilerine yöneldi.
Farklı ülkelerde de benzer eylemler peşi sıra devam etti.
Ülkemiz açısından da 2022 hareketli başladı. Yılbaşında özellikle enerjiye gelen zamlara karşı yurdun dört bir yanında kitlesel eylemler yapıldı. Ocak ve şubatta yurdun dört bir yanında hemen hepsi dayatılan düşük zamma karşı başlatılan 107 işyerinde 20 bine yakın işçinin katıldığı eylemler yapıldı. Bu eylemlerin çoğu da kısmi ya da tam kazanımla sonuçlandı.
Kadınlar farklı ülkelerde kürtaj yasaklarına, şiddete karşı sokakları dolduruyor. Ülkemizde tüm yasaklama girişimlerine rağmen 25 Kasım ve 8 Martlar polis barikatlarını yıkan kadın isyanı olarak gerçekleşiyor.
Gençliğin yeni dinamikleri kendisini Boğaziçi direnişinde gösterdi hepimize.
Yaratılan enkazın içinde baş gösteren bu isyanlar sönümleniyor ancak biri diğerini izliyor. Peki izlemeye devam eder mi? Bu isyanları tetikleyen iki küresel dinamik var: Enflasyon ve düşük maliyet stratejisi.
Enflasyon artık Batı’nın da sorunu haline gelerek küresel bir nitelik kazanırken sistemin simge kurumları dahi çözümüne dair tek kelime edemiyor. IMF, Dünya Bankası ya da Batı ülkelerin merkez bankalarının raporlarında ancak ‘toplumsal huzursuzluk’ riskleri olarak tartışılabiliyor.
Neoliberal politikaların temel karakterini oluşturan ‘düşük maliyet stratejisi’, sermayedarlar açısından bugün daha da vazgeçilmez. Hammadde ve enerji fiyatlarının küresel ölçekte sürekli olarak artması patronlarda ‘tasarruf edilebilecek’ tek alanın işçi ücretleri olduğu düşüncesini uyandırıyor.
Yani her iki dinamik de kısa vadede ortadan kalkmayacak. Bu da direnişler ve isyanlar çağının temel momentindeki sürekliliğe işaret ediyor.
“Sahip olduğunuz servet, bizden çaldıklarınızdır” sözü hiç olmadığı kadar ayakları üstüne basıyor bu enkazda. Yeni dönemin mücadele konuları da artık ilk perdedeki savunma hareketlerini aşmak durumunda. Zaten savunulacak hak da kalmadı kamusal alan da temel ihtiyaç da.
Genelleşen sorunlar karşısında yerel mücadele pratiklerinden öte, iktidar hedefli bir programın ihtiyacı belirginleşiyor.
Bugünkü yoksullaştırma politikaları karşısında kamulaştırmanın zorunluluğu kendisini dayatıyor. Enflasyonun her ay kendi rekorunu kırdığı bir dönemde ücretlere yapılan zamlar dahi ancak çok kısa süreli rahatlama sağlayabiliyor. Bütün insani ihtiyaçlara erişimi garanti altına alabilecek kamulaştırma dalgası talebi, yoksullaştırmaya karşı verilen mücadelede de bayrak olma potansiyeli taşıyor.
Zamlara karşı yapılan eylemler ve ücret talepli işçi eylemleri, bir yandan dönemin ana taleplerini gösterirken bir yandan da bu hareketlerin politik önderlik yoksunluğunda ne kadar hızlı sönümlenebileceğini hatırlatıyor.
Ekoloji alanında süren mücadeleler oldukça yaygın şekilde devam ediyor ancak ortak bir programın parçaları olmaktan uzaklar. Bu mücadeleler arasında basit ağlar kurmaktan ortak programların çıkarılmasına kadar bir dizi görev devrimcilerin önünde duruyor. Birbirini izleyen pandemiler, ekoloji alanındaki mücadelede anti türcü bir yaklaşımı dayatıyor. Yaşanan ve derinleşen gıda krizine karşı tarımda yeni bir sosyalist politika inşa ihtiyacı, markete her girdiğimizde etiketlerden yüzümüze çarpıyor. Yılın farklı mevsimlerini kapatmış orman yangınları ve sel baskınlarıysa sistemin yok edilmemesi durumunda yaşanacak felaketlerin bir fragmanını gösteriyor bize.
Bir yandan milyonlarca mülteciyi işçi sınıf içerisindeki özgünlüğüyle kavrayacak diğer yandan da mülteci düşmanlığı formunda örgütlenen ırkçılığa karşı örülecek bir mücadele hattının gerekliliği su götürmez bir gerçek. Önemli bir nüfus dinamiği haline gelmiş mültecileri görmeyen bir politika, toplumun bütün gerçekliğini kavramaktan uzak bir politika olacaktır. Bu konuda da geliştirilmeye açık, örnek alınabilecek irili ufaklı deneyimler mevcuttur.
Bu süreçte kadın ve LGBTİ+ hareketi yenilgilere rağmen mücadele sürekliliğini ve motivasyonunu yitirmedi desek yanlış olmaz. Yoksullaştırma politikalarından yağma ve talana kadar her hamleyi uygulanabilir kılmada kapitalist sistemin en büyük müttefiki patriyarka da kapitalist sistemle birlikte çürüyor. Kadın düşmanlığına vardırılan erkek egemenliği, toplumsal krizlerden en çok etkilenen kadınları ve LGBTİ+’ları sisteme eklemlemede başarısız. Onca önleme ve yasağa rağmen her 25 Kasım ve 8 Mart, polis barikatlarının yumruklandığı, yıkıldığı, en büyük metropolleri kilitleyen isyanlara dönüşebiliyor. Bütün mücadelelere ilham olabilecek bu militanlığın diğer mücadele alanlarına da taşınması sorumluluğu beliriyor hareketlerin önünde.
Neoliberalizme karşı mücadelede ilk perde olan hak mücadelelerinin odağındaki örgüt olan Halkevleri, işte bu tartışmalarla yaptı son genel kurulunu. İlk perdenin kapandığını ama ikinci perdenin de açılmaya başladığını ifade etti Halkevciler.
Neoliberal enkazda ancak daha fazla baskıyla yönetilmeye çalışılan milyonların, kendilerini ancak ‘direniş’ formunda ifade edebildiğini söylediler. Bu enkaza sistemin bir çözümü olmadığı gerçeği ve isyanların birbirini izlediğini birlikte görerek yeni bir devrimci siyasetin imkanlarına ve gerekliliğine işaret edildi.
Halkın bağımsız siyasi hattının ancak bu direnişler içerisinde kurulabileceğine, ortak mücadele programlarının ancak ve ancak bu direnişlerin içerisinde anlam kazanabileceğine vurgu yapıldı.
Neoliberalizme karşı mücadelede ikinci perdenin çerçevesi tartışıldı.
Bu tartışmayı güçlü kılan biraz da katılımcılar oldu. Karadeniz’deki çay üreticileri, Karadeniz’de ve Ege’de ekoloji mücadelesi verenler, özel eğitim kurumlarında dayatılan güvencesizliğe ve sefalet ücretlerine karşı örgütlenen öğretmenler, direnişlerini Sabancı Kuleleri önüne taşıyan EnerjiSA işçileri, kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler…
Neoliberal enkazın içinden baş gösteren isyan ve direnişler, devrimcilere yeni dönemi kavrama ve onun mücadele hattını oluşturma sorumluluğu yüklüyor. Bu mücadelenin ilk perdesinde hak mücadelelerinin odağını yaratan Halkevleri, ikinci perdedeki siyasal hat için ilk adımını attı.
Dönemin devrimci olanaklarını kavrayacak ve devrimci siyaseti ayakları üzerine oturtacak bu hattın herkesin katkısına ihtiyacı vardır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.