Sistemi tam anlamıyla yok edebilmemiz için sınıflı toplumlara özgü bencillik, rekabet, kıskançlık, çıkarcılık gibi komünist bir bilinçte asla olmaması gereken, eskiye dair ne varsa her şeyi tarihin tozlu sayfaları arasına katacak bir yaşam kurgusu gereklidir
“Yüreklerin karartılıp satıldığı
Ve aşkların
Buruşturulup atıldığı akşamlarda
İnanç ki yenilmez kılar insanı”
Şairin deyişiyle; “Yüreklerin karartılıp satıldığı ve aşkların dahi buruşturulup atıldığı akşamlar” diyebileceğimiz bir zamandayız. Kapitalizmin insanlar üzerinde pandemi ile iyice yerleşiklik kazandırdığı belirsizlik hali bugün için sistemin işleyişine dair tek belirli şey denebilir. Sistemin krizleri olduğu gibi bugün devrimci siyasetin krizleri de azımsanmayacak ölçüde. Böyle bir zamanda ise bizi dik tutacak, köreltmeyecek ve inancımızı en baştan tazeleyecek direniş eğilimlerine, direnenlerin kumaşının çok renkliliğine, tek tek çoğalan seslerin türkülenişine ihtiyacımız var. Neoliberalizmin toptan iflası içinde sahte refah düzeyinin dahi sürdürülebilirliğinin kalmadığı günlerden geçiyoruz. Kapitalizmin yarattığı yıkımın sadece insan ve doğa üzerinde yarattığı fiziki tahribat ve yıkımla sınırlı kalmayarak, duygularımıza, düşüncelerimize hatta rüyalarımıza dahi sızarak denetlediği ve sömürüye açtığı bir uygarlık krizi içindeyiz. Bu bağlamda bugün genel anlamda bu uygarlık krizine, özelde ise devrimci mücadelede bu krizi derinleştiren mülkiyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve türcülüğe karşı gelen devrimci iradenin ne gibi kanallar oluşturup nasıl bir bilinci açığa çıkartması gerektiği ve bu dönemde militan düşüncenin hangi perspektifte şekilleneceği doğrusuyla yanlışıyla bu yazının konusudur.
Neoliberalizm ile birlikte teknolojideki değişimlerin yarattığı olanaklara bağlı olarak kapitalist üretim biçimleri dünya ölçeğinde yeni bir tarzda yeniden örgütlenmeye başladı. Üretim süreçlerinde yaşanan dijitalleşmenin ideolojik işlevi de sosyalist bloğun dağılmasının ardından, kitlesel iletişim araçları vasıtasıyla insanları kapitalist, liberal özgür bir gelecek yalanıyla aldatmak olarak şekillendi. Postmodernizm ile birlikte gerçeğin içi boşaltıldı. Gerçek, sadece bireyin algısıyla açıklanmaya indirgendi. Sistem en çok okunanın yerine en çok bakılanı teşvik ederek hızlı tüketilebilecek, düşünsel süreçten hızlıca çıkartılabilecek gazetelerle, yazıyı kısaltıp görselin açıklayıcısı konumuna getirdi. ‘Çağın insan modeli’ piyasanın sürekli yeniden ürettiği tüketim kültürü içinde kendini var etmeye mecbur kaldı. Neoliberalizm, insanların reklamlar ve yalan söylemler ile maniple edilip yönlendirilebildiği ve içi boş gelecek hayalleriyle sistemin çarkına en hızlı biçimde eklemlendiği bir süreç olarak yaşandı. Sistem, sermayenin ve şiddetin imbiğinden damıtarak zehirlediği nesneleşmiş öznelerle, insanları üreticiden çok tüketici olarak gören anlayışıyla yalnızca iktidarlarını değil, iktidarlarının devamlılığını sağlayacak olan toplum biçimini de yarattı.
Kapitalizmin bugüne kadar sürekliliğini sağlama kabiliyeti sadece elindeki şiddet tekelinden değil gündelik yaşamı yeniden üretme kabiliyetinden ileri geliyor. Örneğin yaşamın tümünde yerleşiklik kazanan bağlamsızlığı ve bağlamı koparan “anı yaşamayı” sıklıkla propaganda ediyor. Yaşadığı toplumun içindeki insanlardan yalıtık bireyler toplamı yaratan sistem, “anı yaşamak” gibi afili tamlamalarla insanlara hem belleksizleşmeyi hem de gelecekten bir beklentisi olmamayı telkin ediyor. İnsan her nerede olursa olsun, yalnız kalmak da istese dışarı çıkıp sosyalleşmek de istese sistem insanı asla kendiyle baş başa bırakmıyor. İnsanın kendisiyle kaldığında dahi tüketim zincirinin dışına çıkamayacağı sanal yalnızlık alanlarını devamlı olarak geliştiriyor. Tüketim arzusu ve bunun yarattığı tatminsizlik sistem tarafından sürekli tahrik ediliyor. Başta akıllı telefonlar, sosyal medya platformları, reklam panoları aracılığıyla yürüttüğü propagandalarıyla en insani duygularımızı bile meta haline getirip buna uygun pazarlar yaratıyor. Suni gereksinimler ve bitimsiz arzular üreterek temelde insana yabancılaşmış benmerkezci insanı sürekli pekiştiriyor. Pek tabi tartışmayı bugünkü gençlik kuşağının, dijitalleşmenin içerisine doğduğunu ve bir kuşak özelliği olarak gündelik hayattan örgütlenme formlarına kadar bu alanlarla da kendini var ettiğini göz ardı etmeden tartışmalıyız.
Örgütlediği tüketim kültürünü garanti altına almak için, tasarladığı mekanları yeniden üretip kişiyi oraya bağımlı hale getiren araçları pazarlıyor. İnsanlara paraya sahip olduktan sonra istedikleri her şeyi yapabilme imkânı tanıyarak özgürlüğü; hırs, rekabet, bencillik ve daha fazla tüketimle elde edilebilecek, daha doğrusu satın alınabilecek bir meta haline getiriyor. Tüm bunlarla birlikte içinde bulunduğumuz zaman her ne kadar burjuvazinin tekelinde olan ve yaşamın tamamına yayılmış bir neoliberal tüketim çağı olarak gözükse de bu çağın çürümüşlüğüyle birlikte kendi iflasını da hazırladığını unutmamamız gerekiyor.
Neoliberal kapitalizmin yarattığı birey olgusunu tarif ederken bugünün devrimcilerini bunun dışında tutarak bir tartışma yürütmek bizi gerçekten uzaklaştıracak bir analize götürebilir. Neoliberal iflasın ardından bu tahribattan kendimize aldığımız payları da ayrıca irdelememiz ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. Sistem içerisinde sistem karşıtı bir mücadele verirken ideolojik olarak pratik yaşamda bize dayatılanın ne kadar dışına çıkabiliyoruz diye dönüp kendimize sormalıyız. Başta omuz omuza verdiğimiz yoldaşlarımızla, parayla, tüketimle, düzenin dayattığı aile, okul, evlilik, kariyer diye sıralanarak uzayıp giden kurumlarıyla kurduğumuz ilişkilerde ne kadar düzen dışı yaşayabiliyoruz sorusuna hem ideolojik hem pratik ve teknik anlamda verilecek gerçekçi bir cevabımız var mıdır mesela?
Bugün kapitalizmin devamlılığının garantörü olan iktidarlarla olan kavgamız, egemen ideolojinin içimizdeki varlığıyla ve kurduğu iç iktidarlarla olan mücadelemizi silikleştirebiliyor. Siyasal iktidarlarla olan kavgamızı, egemen ideolojinin içimizdeki iktidarıyla yürüttüğümüz kavgadan ayrıksı bir yerde görmek hatasına düştüğümüzde devrimci kadroların dahi devrimciliğe yabancılaştığını görmek güç olmuyor. Yabancılaşma görülmeye başladığı ilk andan itibaren ise sevgi, dostluk, yoldaşlık gibi savunduğumuz kavramları anlam kaybına uğratarak yoz ilişki biçimleri için kullanışlı birer kavram haline getirebiliyor. Sorumluluk sahibi olmanın doğalında getirdiği inisiyatif sahibi olmak, örgütlü denetim mekanizmasının işlemediği anda sorgulanması güçleşen iktidar alanları yaratabiliyor. Sorumluluk yerine getirilirken kolektif aklın olması gereken iktidar yerini bireyin iktidarına bıraktığı zaman da adı kimse tarafından konmamış ‘şefler’ ortaya çıkabiliyor. Örgütün kadroyu, kadronun da örgütü, hareket içerisinde değiştirip dönüştürmesi diyalektik ilişkilenme biçimiyle garanti altına alınmadığı koşulda liberalleşme kaçınılmaz oluyor. ‘Kolektif yaşamak’ ortak bir hayat kurmaktan ziyade tek tek bireylerin çıkarına uydurulmaya çalışılarak bireysel mülkiyet ilişkilerine ve konfor alanlarından vazgeçilmemesine yol açıyor. Her ne koşulda olursa olsun bugünün Marksist-Leninist ve feminist formasyonuna sahip devrimcilerin sahip olması gereken bilinç, sadece sonuca endeksli, salt pragmatik bir yaşam ve hareket tarzı değil ilkelere endeksli bütünlüklü bir yaşam bilinci olmalıdır. Devrimciyi görünen ve görünmeyen engebeleri olan yollarda düşmekten, savrulmaktan koruyan ve uzun yıllar yürüten ilkelerdir.
Devrimciler için günlük yaşam, politik mücadelenin yanında ideolojik mücadelenin de ana hattını oluşturur. Bu yüzden devrimci yaşam ve gündelik yaşam gibi bir ikiliğin varlığını çelişki olarak ifade etmemek gerekir. Bu ikircikli hayatı tarif etmek için tutarsızlık kavramını kullanmayı kendimizle yüzleşmek için küçük de olsa attığımız adımlardan birisi olarak sayalım. Çünkü çelişki insanın zaman, mekân dahilindeki devinimiyle, gelişimine paralel olarak önceki hal, tutum, düşünce ve davranışlarında değişikliklere gitmesidir. Hatta gerektiğinde kendisiyle çelişmesidir. Yani zorunluluktur. Ama tutarsızlıkta ileriye doğru da geriye doğru da bir yol alış tam anlamıyla gerçekleşmez, sürekli bir yalpalama hali vardır. Tutarsız birey çelişkilerin ayırdına varmak istemez. Her şeyi olağanlaştırıp kabul edebilir. Bu yüzden, kabul ettiğinin aksini de kabul edip zikzaklar çizerek yürüdüğü yolda ilerlediği yanılgısıyla yalpalamaya devam eder. Devrimcilik ise bugün sistemin görünen saldırı mekanizmaları karşısında alınan tavır kadar görünmeyen ideolojik saldırıları karşısında alınan tutumdur. Yaşam bütünlüklü bir şekilde kurgulanmadığında tutarsızlık kaçınılmaz bir sonuç oluyor. Devrimci bir örgütte aradığımız ideolojik netlik, politik birlik ilkesi sadece teorik ve pratik boyutuyla değil devrimcilerinin yaşamının tümünde arandığı koşulda tutarsızlık ortadan kaldırılabilir hale gelebilir.
Sistemi tam anlamıyla yok edebilmemiz için sınıflı toplumlara özgü bencillik, rekabet, kıskançlık, çıkarcılık gibi komünist bir bilinçte asla olmaması gereken, eskiye dair ne varsa her şeyi tarihin tozlu sayfaları arasına katacak bir yaşam kurgusu gereklidir. Ama bu yaşamı yaratmaya başta kendi yaşamlarımızdan başlamadığımızda ve bugünden kurmaya çalışmadığımızda “Devrimden Sonra” filmindeki gibi absürtlüğün ortaya çıkması kaçınılmaz gözüküyor. Yapacağımız devrimi salt siyasal iktidar aygıtının ele geçirilmesi olarak görmüyorsak, ortadan kaldıracağımızı iddia ettiğimiz mülkiyetçilik, cinsiyetçilik ve türcülükle mücadele faşizmin karşımıza çıkan somut baskı ve şiddet aygıtları karşısında (kaba anlamda polis, yargı, medya yani toptan şiddet tekeli) verdiğimiz mücadele gibi kıran kırana olması gerekiyor. Bunun da öncelikli yolu gündelik yaşamımızda var olan çelişkilerimizi kabullenmekten geçiyor. Unutmamak lazım ki ayağımızı bastığımız toplum denen zeminde her ne kadar coşkun nehirlere giriyorsak bataklıklardan da payımıza düşeni alıyoruz.
Kabullenmek deyince gözümüzün önünde ilk canlanan boynu bükük, kızarıp bozaran, mahcupluğundan kıvranan bir insan tasviri oluyor. Yani toplumsal normlar içerisinde “kabullenmek” gibi özeleştirel bir kavram bile zayıflık göstermekle eşdeğer bir kavram olarak zihnimizde canlanıyor. İçinde yaşadığımız toplumun feodal kalıntıları olan, ataerkil mülkiyet ilişkilerine dayanan tüm normlar açık veya örtük biçimlerle yaşamlarımızda yer alabiliyor. İşte bu noktada bataklıktan aldığımız paylardan arınabileceğimiz devrimci mücadelenin coşkun nehirlerinden sayacağımız feminist hareketin varlığı söz konusu. Buradan baktığımızda feminist hareketin ilericiliğini, sistem karşısındaki salt dinamik ve direngen duruşunu baz alarak söylemek harekete haksızlık olur. Hem devrimci hareketin ve kadrolarının bugün ihtiyacı olan ilkelere dair hem de kurma iddiasını taşıdığımız sınıfsız, sınırsız ve her türden tahakküm ilişkilerinin kaldırıldığı bir toplumun yeni insan ilişkilerine dair kapsamlı nitelikleri bünyesinde barındırmasından geliyor.
Kapitalizmin yarattığı uygarlık krizi içerisinde yeni bir uygarlık ve kültür oluşum sürecinin ihtiyacının farkındaysak bu ikili ilişkiler dahil olmak üzere tüm sosyal ilişkileri de içerisinde barındırıyor. Gerçek bir özeleştirel süreç için, başlangıç noktası olarak toplumsal normların yaşamlarımızdaki somutlanma biçimlerine göz atabiliriz. Bunlar çoğu zaman üzüntü, öfke hatta sevinç gibi en uçta yaşayabildiğimiz duygu durumlarımızdaki tavrımızdan, boş vakit olarak bahsedilen zaman aralığını değerlendiriş biçimimize kadar pratiklerimizde su yüzüne çıkıyor. Bu konuda feminist hareketin dönüşüm için ortaya koyduğu yöntemlerden birisi, toplumsal normlarla gündelik yaşamın her anında mücadele etme zorunluluğudur. Zorunluluktur, çünkü ikili ilişkiler dahil olmak üzere tüm tahakküm ilişkileri politik bir temele dayanıyor. Somutlamak için aile kurumunun politik misyonunu kavramak, egemen ideolojiye ve kurulu toplumsal yapıyla olan bağlarımız için nasıl bir öneme sahip diye sorabiliriz. Soru işareti olarak karşımıza çıkan ne varsa sorunsallaştırmadan ve politik bir temele dayandırmadan tartışmamak gerekiyor. Ama sadece kumda kulaç atarak yüzmeyi öğrenmek pek de mümkün gözükmüyor.
Yoldaşlık ilişkilerimizi de derinden etkileyen erkeklik, kişisel hırslar ve iktidar savaşlarıyla mücadelemiz, ezberimizde olan ancak yaşama geçiremediğimiz şablon hukuk ve ilkelerle çözülmeye çalışıldığında kazanımla sonuçlanmıyor. Gerçek bir dönüşümün yolu gündelik yaşamımızın her anını formel anlamda benimsediğimiz ilkeleri pratikte sınamaktan geçiyor. Tarihimizden çıkarttığımız derslerle birlikte bugünün hareketlerinden öğrenerek devrimci hareketin ihtiyaçlarını giderebilmek, krizlerini aşabilmek için bizi yolda yalpalamadan yürütecek temel ilkeleri ortaya koymaya bugün hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.
Dünyada gelişen hareketlerin bugün en bilindik mücadele yöntemlerinden biri, sosyal ilişkilerimizdeki gündelik söylemleri dönüştürmeye yönelik müdahale olarak karşımıza çıkıyor. Mücadele alanlarının öznesi arkadaşlarımızın da teorik müdahalelerden çok dilimizdeki söylemlere gerçekleşen müdahalesi asla cinsiyetçi, homofobik söylemleri üretmeyen ama karar alma süreçlerinde katılımcılığı önleyen, kendisinden başka kimseden öğrenmeyen, sadece onun sözünün bağlayıcılığı olan bir devrimci profilin oluşmasına kapı aralayabiliyor. Asla türcü kelimeleri kullanmayan hatta hayvansal gıda dahi tüketmeyen ama başka tahakküm biçimlerini üreten arkadaşlarımız olabiliyor. Aksi yönden baktığımızda ‘et yiyenler katildir’ söylemi ile hayvansal gıda endüstrisine yönelmesi gereken hıncın et yiyenden çıkarılması kolaycılığına kaçıldığına tanık olabiliyoruz. Dönüştürme ve değiştirme iradesi her yerde olduğu gibi burada da devrimcilerin asli sorumluluğu olarak belirginleşiyor. Dönüşüm, çoğu zaman teorik ve pratik diyalektik bir süreç olarak işlemediğinde ikircikli tarzlar yaygın bir halde örgüt içerisinde var olabiliyor.
Devrimci için mülkiyetçiliğin yitimi sadece basit bir evi, arabası, parası olmaması hali olarak tartışıldığında biçimsel bir sonuç ortaya çıkıyor. Halbuki mülkiyetçiliğin karşıtı, örgütü ve mücadelesi dışında herhangi bir şeye aidiyeti, bağlılığı ve herhangi bir statükosu olmamasıdır. Sadece bununla da sınırlı değildir. Aynı zamanda tüm imkanları paylaşma ve rakip değil ekip olabilme fikridir. Böylece bu nitelikleri barındıran arkadaşlarımız, uzun süredir mücadeledeki varlıklarının kendilerini yozlaştırmasına izin vermeyecektir.
Devrimci, sekter ya da aşırı içe kapalı değil çok geniş bir devrimci perspektife sahip olmalıdır ki hareket mümkün olan bütün kaynaklardan beslenebilsin ve mücadelenin en ileri uçlarıyla hareketini donatabilsin. Ama sekter olmamaktan kasıt sürekli bir rehavet halinde bulunma veya asgari devrimci ilkelere bağlılığın kalmaması demek değildir.
Elbette tüm bunları kavrayabilmek için önce yüzleşmek gerekiyor. Açıklık, samimiyet ve ciddiyet gibi temel ilkeler eşliğindeki bir yüzleşme, kişinin kendisini cezalandırma durumuyla değil ancak önerilen ilkeleri içselleştirebilmesinden geçiyor. Diğer türlü saklanmaya çalışılan ama asla kendini ele vermeyen erkeklik ise gerçekten bir kabullenme gerçekleşmedikçe en net biçimiyle meydana çıkıyor. “Bunu yaptım ama…” ile başlayan ve bitmek bilmeyen uzun cümlelerle özeleştiri adına yapılanlar erkeklik anlatımına dönüşüyor.
Tüm bunlara karşın devrimciler ancak kendilerinde bulunan erke uyguladıkları şiddet oranında gerçekçi bir yüzleşme yaşayı samimi özeleştirel süreçlerden geçebiliyor. Tüm bunların ışığında tartıştıklarımız ve tartışmaya muhtaç nice başlıklar gerçekliğini yaşamlarımızda bulursa anlam kazanıyor. Temel ilkelerimiz de dahil ne varsa gündelik pratiğimizde sürekli bir sınama hali yaratılmadığında içi boşalan kavramlara dönüşüyor. En acı şekilde çelişkilerimizle yüzleştiğimiz belki de mücadeleden düştüğümüz anlarda “ilke-özne-pratik” üçlüsünün diyalektik birliği, omuz başımızda duran, bizi kaldıran bir el işlevi görecektir.
Bitirmek gerekirse belki de farkına yeni varılmış bir yenilgiden sonra, burnunda tütünden bulutların, ağzına dolan külün tadıyla ciğerlerinde dolaşırken denk geldin bu yazıya. Oysa dünden bugüne kalan bir sen, bir de dişlerini sıkarak kendinden bile sakındığın iraden varken yine düştün, düşü bile güzel olan bu yola. Ama her ne olursa olsun biliyoruz ya bizi bu yolda ne koşmak ne yorulmak usandırır. Çünkü erdikse bu yolda yegâne sırra, sevinçlerimiz ancak acıyı bölüşmekle çoğalacaktır. Başka bir dünya mümkün, mümkün başka bir sevda dedik ya bir kere. Biraz acı biraz sevinç, biraz kavga ve yoldaşlıkla yine en güzeli yaratmak için düşeceğiz sarp yamaçlı yollara. Güvenerek her düştüğümüzde, düştüğümüz yerden kaldırmak için uzanacak bir yoldaş elinin varlığına…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.