Bu saldırılar yalnızca istenmeyen bir ötekini ortadan kaldırmakla ilgili değil, aynı zamanda belirli bir toplumsal cinsiyet ilişkisine doğallık atfetmekle ilgilidir. Bu, egemen sınıfın çürümekte olan kapitalist toplumumuzdaki cinsel hegemonyasının egemenliğini genişletmek için rekabet eden ve kapitalist krizin, toplumsal bölünmenin ve çevresel çöküşün getirdiği tüm ıstıraptan ve belirsizlikten ancak daha geleneksel bir anlam kategorisine “geri dönersek” kurtulabileceğimize dair umutsuz bir fanteziyi ileri süren bir kesiminin projesidir
On yıl önce, o dönem ABD Başkan Yardımcısı olan Joe Biden, translara yönelik ayrımcılığı “zamanımızın medeni haklar sorunu” olarak nitelendirdi. O zamandan beri ve özellikle geçen sene translar mahkemeler aracılığıyla giderek daha fazla saldırıya uğradı. 2022’de şimdiye kadar sunulan 240 LGBTQ karşıtı kanun teklifinin çoğu transları hedef alıyor, örneğin ailelere trans çocuklarına gerekli sağlık hizmetini vermemeleri için baskı yapıyor. Görünüşe göre her iki günde bir büyük haber kuruluşlarının sayfalarında translara yönelik şiddetli saldırılara ilişkin haberler yayımlanıyor; makaleler hakkımızda komplo teorilerini teşvik ediyor ve hatta bize karşı şiddeti kışkırtıyor. Bu artan tehlikeye rağmen ABD ve Kanada’daki liberal siyasi düzen, transların varlığına yönelik tehdide karşı gerçek bir eylemde bulunmuş değil. Şirket sponsorlukları kazanmak ve hükümetlere lobi yapmakla meşgul, köklü ve iyi fonlanan LGBTQ örgütlerinin de pek yardımcı olmadığı görülüyor. Evlilik eşitliğini ve askerliğe eşit erişimi savunmaya veya LGBTQ ünlülerini ve işletmelerini desteklemeye odaklanan bu siyaseten liberal örgütler, LGBTQ’ların beyaz orta sınıf topluma asimilasyonunu teşvik ediyor. Bu örgütler, kaynakları ve eylemcileri genellikle taban örgütlenmesinden uzaklaştırıyor.
Bu zorluklara karşı radikal translar olarak transfobik ideolojinin nasıl işlediğine dair kendi analizimizi ve kendi kurtuluş vizyonumuzu geliştirmemiz gerekiyor.
Trans aktivistler ve genel olarak sol, translara yönelik mevcut reaksiyonun, gerici toplumsal cinsiyet ve cinsellik normlarını dayatmaya yönelik daha büyük bir muhafazakâr projeyle bağlantılı olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Sağcı transfobi, aşıya yönelik saldırılarla, Kanada’da kamucu sağlık hizmetlerinin aşındırılmasıyla, ABD’de Roe v. Wade’in[1] yakında iptal edilecek olmasıyla ve genel anlamda kürtaja erişime yönelik saldırılarla bağlantılı olarak anlaşılmalıdır.
Yakın dönem queer tarihçilerden Christopher Chitty’nin cinsel hegemonya kavramı bu bağlantıların analizini yapmamıza yardımcı olabilir. Chitty, 2020’de yayınlanan ve İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin çalışmalarından yararlanan Cinsel Hegemonya adlı kitabında, kitabın başlığında adı geçen olguyu “baskın bir toplumsal gruba fayda sağlayan cinsel normların, diğer grupların cinsel davranışlarını ve kendilerini anlamalarını şekillendirdiği her yerde var olan bir ilişki” şeklinde tanımlıyor. Günümüz kapitalist toplumlarında “cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” arasındaki ilişki hakkındaki ikili, biyolojik olarak özcü düşünceler – örneğin, cinsel organların kişinin “cinsiyetini” ve dolayısıyla “toplumsal cinsiyetini” belirlediği fikri – çağdaş bilim tarafından doğrulanmıyor olsalar da büyük ölçüde sağduyu olarak sunulmaktadır. Bu “sağduyu” anlayışı, kişiye algılandığı cinsel özelliklerine dayalı olarak ataerkil toplumsal roller yükler ve bedenleri cinsiyet ikiliğinin oluşturduğu beklentilere uymayan interseks bebeklere rıza dışı tıbbi prosedürler uygular.
Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi kitabı (ve ondan yararlanan pek çok araştırma), tıp pratiğinde 19. yüzyılda gerçekleşen gelişmelerin ve bilimsel seksoloji disiplininin bu modern toplumsal cinsiyet ve cinsellik kavramlarını – yeni bir dil ve kategoriler yaratarak – “icat etmiş” olduğuna işaret eder. Bu görüş tam olarak yanlış olmasa da teorik söylemin etkisini büyütürken sınıf hakimiyetinin ve Avrupa yerleşimci sömürgeciliğinin dünyanın büyük kısmına burjuva cinsel hegemonyasını dayatmada oynadığı rolü küçümsüyor. Kimliklerin sınıf mücadelesi tarafından nasıl şekillendiğine ve dolayısıyla belirli tarihsel dönemlerin karakteristiği olan toplumsal çatışmalardan nasıl ortaya çıktığına dair diyalektik bir anlayışın önünü tıkıyor.
Chitty’e göre LGBTQ’larla sıklıkla ilişkilendirilen, örneğin açılma süreci gibi deneyimler, aslında tüm LGBTQ’lar için geçerli olmayıp çağdaş beyaz orta sınıf çekirdek aile bağlamına özgüdür. Ancak sanki öyleymiş gibi retorik olarak genelleştirilir. Bunun sonucu, liberal anlatıya pek uymayan işçi sınıfı azınlık cinsel kültürlerinin silinmesidir. Örneğin Chitty, 17. yüzyılda Londra ve Paris’te “erkeklerin kadın gibi giyindiği ve kadın isimleri kullandığı” yeraltı “Molly evlerinin”[2] ortaya çıktığını söylüyor. Bu evlerde translığın cisimleşmesi, queer sosyal yaşam ve seks işçiliği pratikleri üst üste biniyordu. Molly olmak, Molly evinin sosyal bağlamından ayrılabilecek bireysel bir kimlik olmadığı için, bu ortamda queer varoluş bir “açılma” eylemiyle tanımlanmıyordu. Günümüzde evlerinden kovulan ya da düşmanca davranan aileleriyle yaşamaya mahkûm queer çocukların açılmak gibi bir şansları bile yok. Baskın toplumsal cinsiyet ve cinsellik normlarından sapmak aileler ve dini ve siyasi kurumlar tarafından kimi zaman öyle damgalanır ki, birçok queer insanın kimliği, bu deneyimi anlamlandıracak bir dile veya topluluk bağlamına bile sahip olmadan önce dışlanma tarafından şekillendirilir.
Liberal anlatıların sorunları, queer aktivistlerin gey kurtuluş hareketinde 1969’daki Stonewall isyanının rolünün daha fazla tanınmasını talep etmeleriyle de gözler önüne serildi. Radikaller, Marsha P. Johnson, Sylvia Rivera ve diğerlerinin, örgütleri STAR (Street Transvestite Action Revolutionaries – Sokak Travestileri Hareketi Devrimcileri) aracılığıyla yürüttükleri örgütlenmenin polis karşıtı ve antikapitalist karakterini vurgulamaya çalışırken, liberaller genellikle bu tarihi kendi dönemimizle olan süreksizliğine vurgu yaparak anlatır: “Onlar bizim Onur Haftası’nı kutlayabilmemiz için isyan ettiler, dolayısıyla bugün artık isyan etmemize gerek yok.” Dünün queer radikalizmini liberalce kutsayanlar, STAR örgütlenmesinin başarılarını ve kusurlarını devam eden bir queer proleter hayatta kalma ve başkaldırı tarihinin günümüz aktivistlerinin dersler çıkarabileceği bir parçası olarak görmek yerine, günümüzü LGBTQ’ların hiç olmadığı kadar kabul edildiği şeklinde göklere çıkarır. Dolayısıyla bugünkü radikal aktivizmi uygunsuz, hatta bizden önce mücadele edenlere karşı “nankörce” olarak nitelendirir. Bu görüş, homofobiyi yalnızca queer yaşamların sembolik kabulü ve bunun hukuk sistemi aracılığıyla pekiştirilmesi yoluyla bastırılabilecek doğal bir insan eğilimi olarak kabul eder. Böyle bir bakış açısı, trans kurtuluşunun ne anlama gelebileceğini ciddi bir biçimde daraltır.
ABD’de aşırı sağ, nüfusun geneline gerici bir cinsellik ve toplumsal cinsiyet düzeni, yeni bir cinsel hegemonya, dayatmak için iki yönlü bir yaklaşım benimsedi. Yıllar süren siyasi manevralar, aşırı sağ güçlere devletin yasama ve yargı organları üzerinde yeterince kontrol ve bugün Amerikan yargısını ciddi bir şekilde değiştirmelerini sağlayan özgüveni verdi. Anayasa Mahkemesinin Roe v. Wade’i bozacağına dair sızdırılan planı, Teksas Valisi Greg Abbott’un ergenlik çağındaki translar için sağlık hizmetlerini eyalet yasalarına göre “çocuk istismarı” olarak bilfiil yeniden sınıflandırmasından kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Bu yasal entrikaların bariz antidemokratik doğası (Her on Amerikalıdan yaklaşık yedisi Roe v. Wade kararının bozulmasını istemiyor), transların gençliği yozlaştırdığına dair, açıkça beyaz banliyö ailelerin kaygılarına hitap eden komplo teorilerini destekleyen köşe yazıları hücumuyla kamuoyundan gizleniyor. Ortaya çıkan bu bitmek bilmez söylem, insanların dikkat ve enerjilerini sürmekte olan trans karşıtı yasal baskıdan uzaklaştırıyor. Aynı zamanda hem çevrimiçi ortamda hem de sokaklarda aktif olan faşist hareketlerin ateşini de körüklüyor.
Bu sansasyonel taktikleri, kamuoyunun, çoğunluğun değerlerine karşı tehdit oluşturduğuna dair yanlış veya abartılı algı nedeniyle bazı insan gruplarının ortadan kaldırılmasını veya dışlanmasını talep ettiği süreci tanımlamak için kullanılan bir terim olan ahlaki paniğin sosyolojik merceğinden okumak kolaydır. Trans bireyleri ve cinsel sağlık eğitimini çocukları “tuzağa düşüren” şekilde tasvir eden sahte hikayelere yönelik çevrimiçi kitlesel öfke bunun açık bir örneğidir. Bununla birlikte, ahlaki panik kavramı tipik olarak transfobiyi, her an salıverilmeyi bekleyen doğal ve kaçınılmaz bir insan dürtüsü olarak anlamaya dayanır. Bu kavram hem trans kimliğinin hem de transfobik tepkinin tarihsel süreçler yoluyla nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Oysa bu tarihsel süreçler bize hiçbir “fobinin” ve hiçbir cinsel kimliğin özü itibariyle ötekinden daha doğal olmadığını gösterir.
Chitty’ninki gibi bir sınıf mücadelesi perspektifi, translara yönelik saldırıların nasıl politikaların eseri olduğunu daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu saldırılar yalnızca istenmeyen bir ötekini ortadan kaldırmakla ilgili değil, aynı zamanda belirli bir toplumsal cinsiyet ilişkisine doğallık atfetmekle ilgilidir. Bu nedenle kurumsal transfobi, bir sadizmin dışavurumuna (“mesele gaddarlıktır”)[3] ya da Cumhuriyetçilerin daha fazla oy almak için başvurduğu bir yola indirgenemez. Daha ziyade, bir bütün olarak topluma Hristiyan, milliyetçi, ataerkil bir aile düzeni dayatmaya yönelik faşizan bir projedir. Bu, egemen sınıfın çürümekte olan kapitalist toplumumuzdaki cinsel hegemonyasının egemenliğini genişletmek için rekabet eden ve kapitalist krizin, toplumsal bölünmenin ve çevresel çöküşün getirdiği tüm ıstıraptan ve belirsizlikten ancak daha geleneksel bir anlam kategorisine “geri dönersek” kurtulabileceğimize dair umutsuz bir fanteziyi ileri süren bir kesiminin projesidir.
Bu nedenle mevcut durumumuzu rekabet halindeki cinsel hegemonyalar olarak anlayabiliriz: Belirli LGBTQ varlık biçimlerinin yasal eşitlik ve nefret suçu kanunlarıyla resmen korunarak ahlaki paniklerin bastırılabileceğine dair liberal “hoşgörü” görüşü ile beyaz Hristiyan cis-heteroseksüel çekirdek ailenin normlarıyla çatışan tüm varlık biçimlerinin kriminalize edilmesini veya tamamen ortadan kaldırılmasını amaçlayan gerici bir cinsel hegemonya arasındaki rekabet.
Translar olarak bu rekabet halindeki hegemonyaların yarattığı mıntıkada hayatlarımızı ya görünmez ya da aşırı görünür bir biçimde yaşıyoruz. Nadiren translar tarafından yönlendirilen liberal ve gerici medya temsili, nasıl yansıtıldığımız üzerinde sınırlı bir kontrolle birkaçımızı kamusal figürler haline getiriyor. Geçiş süreci, natrans izleyici kitlesi için bir gösteri haline gelirken işçi sınıfından olan transların barınma ya da hormon ve ameliyatlara erişim gibi maddi ihtiyaçlarına pek az ilgi gösteriliyor. Transların sesleri, beyaz orta sınıf seyirci kitlesi için makbul olan anlatıları (geçiş için verilen mücadelenin yalnızca açılma eyleminde yatıyor oluşu ya da toplumsal cinsiyeti farklı bir şekilde somutlaştırmayla kişisel bir hesaplaşma) ön plana çıkardığı sürece “trans komünitesini” temsil etmesi için cis kapı bekçileri [Gatekeeper][4] tarafından seçiliyor.
Trans yaşamının bu yönleri elbette önemsiz değil. Ancak bunlara yapılan vurgu, maddi desteğe ihtiyacı olan işçi sınıfından translara yardım etmekten çok liberal cinsel hegemonyayı güçlendirmeye hizmet ediyor. Trans Marksist araştırmacı Jules Gleeson’ın güçlü bir biçimde ifade ettiği gibi, herhangi bir kimlik kategorisinden sonsuz alt gruplar ve çeşitlilikler olmaksızın tekil bir grup olarak söz edilemeyeceği gibi, tekil bir “trans komünitesinden” söz etmek de saçmadır. Bu imkânsız homojenlik yerine Gleeson, bir okuma grubu ya da destek ağı gibi belirli bir sosyal çevre ya da aktivite etrafında oluşan “trans çevreler” olduğunu öne sürüyor. Bu görüşe göre geçiş süreci, bir topluluk bağlamında, kaynakların, bilginin ve dostluğun paylaşımı yoluyla gerçekleşen bir şeydir; iradi kolektif eylem biçimlerini gerektirir. Bu kimlik oluşumu teorisi, bir bireyin neden trans olduğuna dair otobiyografik soruyla daha az ilgilenir. Bunun yerine trans yaşamlarını şekillendiren sosyal süreçlere odaklanır. Gleeson’ın belirttiği gibi, translar “çoğu zaman kendilerine kimlik oluşumunun gerektirdiği desteği, danışmanlığı, karşılıklı tanımayı sunabilen, yeterince hemfikir oldukları (her zaman olmasa da çoğunlukla trans olan) kişilerle olan etkileşimlerinden güç alırlar.”
Gleeson’un trans çevreler kavramı, liberal temsil siyasetinin sunduğu bireysel mücadele anlatılarından çok daha fazlasını, transların gerçekte nasıl var olduğunu anlamak için yararlı bir mercek sunuyor. Trans çevreler katı bir biçimde tanımlanmamıştır ve koşullar ya da merak nedeniyle kendilerini trans çevrelere yakın bulan natrans kişileri de içerebilir. Bu gruplardaki insanlar barınma ve iş bulma konusunda ya da basitçe birçok transın karşı karşıya kaldığı aşırı izolasyonu hafifletmekte birbirine yardımcı olur. Cinsel bir karşı hegemonyanın tohumları, şu noktada ne kadar marjinal olursa olsun, bu süreçte ekilir.
Ne kadar transın radikal sol siyasete çekildiği dikkat çekicidir ve katıldığım her örgütlenme alanında görünür bir olgudur. Dikkat çekici fakat liberal milletvekillerinin bizi korumaktaki yetersizlikleri ve isteksizliklerini ve transların aşırı sağ karşısında sahip olduğu varoluşsal tehdidi göz önüne alırsak pek şaşırtıcı değil. Trans aktivistlerin yeni siyasi örgütler kurmak ve karşı koymak için bir araya gelme zamanı geldi. Tear It Up (Parçala) ve Health Liberation Now! (Sağlığın Özgürleşmesi Hemen Şimdi!) gibi gruplar şimdiden tabandan trans gücü inşa ediyorlar. Ne yazık ki, kitlesel seferberliği destekleyebilecek finansmana ve erişime sahip diğer birçok LGBTQ örgütü, tek bir alana yoğunlaşan kampanyaların ve tekil sağcı saldırıları kınamanın ötesine geçen cesur bir trans kurtuluş örgütlenmesi vizyonundan yoksun.
Bu örgütlere daha radikal talepleri benimsemeleri için baskı yapılmalıdır. Örneğin, Black Lives Matter Toronto’nun 2016’da şehrin Onur Yürüyüşü’nü, Pride Toronto’nun etkinliğe polis katılımına son vermesi talebini ileri sürerek kesintiye uğratması gibi taktikler, LGBTQ örgütlerini hangi tarafta olduklarını açıklamaya zorlayabilir. Bu şekilde kutuplaşmak, radikal queer ve trans hareketlerine yeni destekçiler kazandırabilir ve gerçekte kimin bizimle olduğunu açıklığa kavuşturabilir. Aşırı sağın son taarruzlarına karşılık vermek, bazen dikkatimizi aynı tarafta olduğumuz belirli grup ve hareketlerle dayanışma bağları örmekten ve diğerlerine de baskı yapmaktan uzaklaştırabilir. Politik olarak etkili olmak için, tüm enerjimizi nefret dolu komplo teorilerini çürütmeye veya neden var olmamıza izin verilmesi gerektiğini haklı çıkarmaya harcamayı reddederek saldırıya geçmeliyiz. Kurtuluşumuzun bizim ve dünya için ne anlama geleceğini topluca dile getirmeliyiz.
Trans kurtuluşu birbirinden izole olarak sürdürülen ve tek bir meseleye odaklanan mücadelelerle kazanılamaz. Ayrımcılığa karşı belirli korumaları savunmak veya onarım terapisini yasaklamak için mücadele etmek, değerli projeler olsa da bu savunuculuğun daha geniş hareketler inşa etme çabalarına bağlanması gerekir. Bu sayede topluluklarımız içinde en marjinalleştirilmiş kişilerin ihtiyaçlarına öncelik verilebilir ve kazanımlarımız sağcı saldırıya karşı belirli bir korumaya sahip olur. Aşırı sağ şu anda ergenlik çağındaki ve hatta yetişkin transların hormonlara erişimini engelleyerek ve kürtaja erişim hakkını aşındırarak beden özerkliğine saldırıyor. Bu konuların birbirinden ayrı olduğunu iddia edemeyiz. Birbirimiz için meydana çıkmalıyız. Aşırı sağın beyaz cis-heteropatriyarkal cinsel hegemonya dayatma projesi karşısında acil görevimiz alternatif bir vizyon geliştirmektir, translar ve natranslar için tam beden özerkliği de dahil olmak üzere, daha az baskıcı toplumsal cinsiyet ve cinsellik ilişkilerinin neye benzeyebileceğine dair bir vizyon. Hem liberal hem de açıkça gerici cinsel hegemonyaların dayattığı özcü cinsellik ve toplumsal cinsiyet düşüncelerini reddeden bir kitle hareketine ihtiyacımız var. Trans kurtuluşu için cesur olduğu kadar koalisyona dayalı bir sosyalist harekete ihtiyacımız var.
[1] Roe v. Wade, ABD’de 1973 yılında kürtajın yasallaşmasını ve Anayasal bir hak olmasını sağlayan Anayasa Mahkemesi kararı. Bu yazı yazılırken kararın iptal edileceği tartışılıyordu. 24 Haziran’da Anayasa Mahkemesi kararı iptal ederek kürtajı Anayasal bir hak olmaktan çıkardı. Kürtaj, eyaletlerin kendi kararlarına bırakıldı.
[2] Molly-house: Eşcinselliğin yasadışı olduğu 17. ve 18. yüzyıl İngiltere’sinde eşcinsel erkeklerin gizli bir biçimde buluşup sosyalleştiği kulüpler, barlar, hanlar ve kahvehaneler için kullanılan isim. “Molly” 18. yüzyıl İngiliz argosunda feminen ve eşcinsel erkekleri tanımlamak için kullanılan bir ifadedir.
[3] “The cruelty is the point” Donald Trump yönetimini eleştirmek için ilk defa The Atlantic dergisi yazarı Adam Serwer tarafından kullanılan bir ifade. Belirli gruplara yönelik gaddarlığın Trump yönetiminde ve genel olarak siyasette bu gaddarlıktan hoşnut gruplar arasındaki bağlılığı artırmak amacıyla gerçekleştirildiğini belirtir.
[4] Gatekeeper, kendisinde belirli bir gruba ya da kimliğe kimin dâhil olup kimin olamayacağına dair karar verme yetkisi gören kimse.
[The Midnight Sun’daki İngilizce orijinalinden Tara Bilgin tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.