Millet İttifakı’nın temellerinin atıldığı 2018’den bu yana kamuoyunda “muhalefete muhalefet etmek” mefhumu önemli bir yer tutuyor
Millet İttifakı’nın temellerinin atıldığı 2018’den bu yana kamuoyunda “muhalefete muhalefet etmek” mefhumu önemli bir yer tutuyor. Gezi ile 2013’te ayyuka çıkan, 2016’dan sonra her anayasal dönemeçte ivmesini arttıran otokrat yönelim, alternatifini Millet İttifakı’nda bulan bir siyasetin kapılarını açtığı kadar bu siyasetin entelektüel alandaki savunusunu da bu tuhaf mefhumla yarattı. Siyasi cetvelin hem sağ hem sol pozisyonlarından destek bulan bu tutum, AKP’nin çözülmeye yüz tuttuğu günlerde marjinal faydanın öne alınması ve ahlaki tartışmaların geride bırakılması yönünde salık veriyor ve muhalefete muhalefet etmek, Türkiye’de artık kaçınılmaz olan bir iktidar değişimine karşı yeri geldiğinde irrasyonel, yeri geldiğinde ahlaksız bir tutum olarak görülüyor.
Ancak “muhalefete muhalefet etmek” eleştirisi, kamuoyunda paketlendiği üzere bir strateji savunusu olduğu kadar ideolojik bir programı da mimliyor. Türkiye kamuoyu ise bu programı bir geçiş planı veya stratejik bir tercih olarak kodlamakta ısrar ediyor ve son senelerde izlediğimiz siyasal taraflaşmanın aktif bir siyasi inşa süreci olduğunu gözden kaçırıyor. Bu yazıda, adına Millet İttifakı İdeolojisi diyeceğim bu siyasi programın altını çizmek istiyorum.
Strateji ve ideoloji
Öncelikle kamuoyunda Millet İttifakı muhalefetinin iki siyasal damarı olduğunu teslim ederek başlayalım. İttifak, her şeyden önce dört başı mamur bir cephe stratejisi öneriyor: minimal talepler etrafında kenetlenmiş bir merkez siyaset arzusu, aktörlerin ortak bir siyasal tasavvuru. Öyle ki ittifakın entelektüel zemini bir normalleşme, mutedillik ve rasyonalite süreci olarak bir demokratik geçiş süreci tahayyül ediyor. Geçen yıllarda bu tahayyül etrafında örülen siyasi adımlar, bu adımlara verilen sembolik ve stratejik değer ve bütün bunların kesiştiği entelektüel üretim, Millet İttifakı’nın kamuoyunda dolaşımda olan kanaatlerinin stratejik olarak ikna edici gücünü vurguluyor. Bu normalleştirici rasyonel strateji, özellikle 2019 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir’de elde edilen zaferlerle taçlandı. Bütün bu seçim süreçlerinden bu yana da merkez muhalefetin (stratejik bir ortaklık aracı olarak) çekirdeğini belirliyor.[1]
Ancak Millet İttifakı projesi pozitif bir stratejik / taktik hamleler dizisinden ibaret değil. Bilhassa (aşağıda bir dizi örnek ile tasvir edilecek) bir negatif kimliğin, ideologlar tarafından “radikallik” ve “ahlakçılık” olarak adlandırılan bir pozisyonun karşısında rasyonel bir stratejinin gücü olarak da tanımlanıyor. Gündelik siyasetin ötesinde siyasi elitler (gazeteciler, akademisyenler veya kamuoyu figürleri) tarafından tanımlanan bir rasyonellik, AKP’nin ve AKP’de temsil olan otokrat bir düşünme biçiminin panzehiri olarak görülüyor. Bu entelektüel savununun kökleri liberal düşünce ve türevlerinin toplum tasavvurlarına dayansa da genel bir mutabakat peşinde siyasete dahil olan tüm kesimlerin salt bir stratejinin ötesinde uzlaştığı ideolojik bir hattı da mimliyor.
Bu noktada soru, Millet İttifakı İdeolojisi’nin ideologlar eliyle inşa edilen karakterini anlamakta yatıyor. Bu ideolojinin detaylı bir tafsilatını yapmak, ekseriyetle yaklaşan seçimlere dair bir strateji tartışması olarak çerçevelenen ideolojinin bu seçim öncesinde ve sonrasında oynadığı rolü, toplumsal hareketliliğe ve kamuyonun düşünme biçimlerine yaptığı tesiri anlamayı sağlayacak. Bu bağlamda pragmatik bir tavır alıp bu ideolojinin entelektüel sahada üretilme biçimlerinden birini ele alacak ve bu metni Millet İttifakı İdeolojisi olarak adlandırdığım siyasi program için ideal bir örnek addedeceğim: Daktilo1984 dergisinde Burak Bilgehan Özpek imzasıyla yayınlanan “Netflix’i ve Türkiye’yi Apolitikler mi Kurtaracak?” yazısı, bu tasvirin belkemeğini oluşturacak.[2]
Siyaseti siyasetten arındırmak
Önce, temel bir özetle başlayalım. Özpek’in yazısı, apolitizmin tafsilatlı bir analizi üzerinden Türkiye muhalefetine yönelik normatif bir iddiada bulunuyor: Türkiye’de apolitizm, sağ ve sol fark gözetmeksizin, maksimalist siyasi ideolojilerin karşısında bir muhalefet odağı olarak duruyor. Bu doğrultuda Özpek, siyasi hedeflerini büyük dönüşümler ve yapısal sorunlara karşı geniş çözümler olarak tanımlayan maksimalist (Özpek’in bir diğer ifadesiyle radikal) ideolojileri, karşılığını AKP’de bulan bir temel problemin yapı taşı olarak tasvir ediyor. Maksimalist ideolojiler, varlıklarını tüm bireylerin sürekli olarak politize olmalarına borçlu: minimal talepler ve bireylerin hayatlarında arzu ettikleri refah istekleri maksimalist ideolojiler tarafından ahlak, değerler ve büyük programlar maksadıyla reddediliyor. Türkiye’de sol, farklı veçheleriyle İslamcı ideoloji ve popülistleşen AKP, bu maksimalist formun siyasi örnekleri olarak öne çıkıyor. Kökünü bir marjinal fayda fikrinden ve kurumsal prensiplerin toplumsallaşma için yeter-şart olduğu iddiasından alan bu iddia ile Özpek, maksimalizmin karşısında minimalist bir strateji olarak (a) kendi değerlerini askıya alabilen, (b) rasyonel bir ortaklık prensibiyle bir araya gelebilen ve © AKP karşısında kurumsal bir devlet aklı çalıştırabilecek merkez bir siyasi ortaklığı siyasetin ana hedefi olarak tanımlıyor.
“Netflix’i ve Türkiye’yi Apolitikler mi Kurtaracak?” yazısının belkemiğini oluşturan pasaj, bu stratejinin entelektüel önkabulünü sunuyor: Özpek’e göre sürdürülebilir ve özgürlükleri koruma başarısı gösterebilecek bir minimalist strateji, “halkın olabildiğince apolitik olmasından, siyasi tutkularından arınmasından ve kolektif/kimliksel heyecanlarından sıyrılmasından” beslenecektir; bu, tam da “insanların kendi küçük hikayelerine odaklanmaları, kendilerini doğrudan etkileyen mikro konular üzerinden örgütlenmeleri, soyut ve ütopik bir gelecek tasavvurunun peşinden gitmemeleri” gerekliliği üzerine ortaya çıkar. Nitekim, bu sayede “liberal anayasayı tehdit edecek politik akımlar […] marjinal ve güçsüz kalacak[tır].” Özpek, apolitizmi merkez siyasetin rasyonel ve sürdürülebilir temellerde varlığını sürdürmesi için ana prensip addediyor.
Bu metin, liberal siyasetin derli toplu bir çerçevesini sunduğu kadar 2016’dan sonra Türkiye muhalefetine sinen (ancak, iddiam o ki kökleri çok daha derin bir tarihsel dönüşüme dayanan) bir siyaset yapma biçiminin de anahtarını sunuyor. Siyaseti siyasetin toplumsal tabanından, daha mühimi, siyasetin doğrudan öznesi vatandaşlardan arındırmak arzusu merkez demokratik sistemin bir emniyet sübabı olduğu ölçüde Millet İttifakı AKP’nin en iyi nasıl bertaraf edileceği sorusuna cevap olarak sunulan bir strateji olmaktan çıkıp siyasi bir program halini alıyor.
Siyasal aktörlerin minimal taleplerden daha öteye gittiği, tekil hedeflerin kendi sınırlarından ötelere işaret etmeye başladı siyasi uğraklar, Millet İttifakı İdeolojisi’nin (tam da bu sebeple) tüm varlığını tehdit eden eylemler. Özpek’in halkın “kendi küçük hikayeleri” olarak karakterize ettiği gündelik başlıklar yerini siyasal ortaklıklara (Laclau’nun deyişiyle bir eşdeğerlikler zincirine) bırakır göründüğü anda merkez muhalefette yaşanan politik telaşın izini bu ideolojik önkabul (ve hatta siyasi varlığın tehdidinde) aramak mümkün. Yükselen enflasyon ve döviz kriziyle ayyuka çıkan yoksulluğa karşı ülke sathında yapılan eylemler ve ardından irili ufaklı yaygınlaşan grevler, CHP önderliğindeki merkez soldan destek bulamadığı gibi bu eylemlerin hemen akabinde yapılan erken seçim mitingleri Mersin ayağı tamamlandıktan sonra süratle askıya alındı örneğin. Siyasetin geniş çaplı yürüdüğü, ancak daha mühimi, toplumsal aktörlerin ve vatandaşların aktif bir şekilde katılım gösterme ihtimali beliren tüm siyasi uğraklar, Millet İttifakı’nın kendisini var eden bu ideolojik kabule, yani siyasetin siyasetsizleşmesine yaramadığı ölçüde reddedildi.
Bu sürece dair belki en çarpıcı ideal örneklerden biri Boğaziçi Üniversitesi’deki kayyum eylemlerinde öne çıktı. Üniversite bileşenlerinin meseleyi bir Boğaziçi meselesinden ötede bir YÖK ve Türkiye meselesi addetmesi, eylemliliğin Boğaziçi sınırlarından diğer üniversitelerin sınırlarına taşması, kimi öğrenci gruplarının grev çadırlarına yaptıkları ziyaretler, Ekrem İmamoğlu sathından öğrencilere “kampüsten çıkmama” çağrısı ile yanıt bulurken Kılıçdaroğlu ailelere “çocuklarınız oyuna gelmesin” diye seslendi. Burada bahsi geçen o korkulu oyunu, küçük dertlerin küçüklükten taşıp bir eşdeğerlikler zinciri yaratması ve siyasal eylemin küçük patikalardan sıyrılıp bir ortaklık tahayyülüne dönüşmesi ihtimaline karşı bir reaksiyon olarak okumak mümkün.
12 Eylül’ün Gölgesi
Halbuki olup biten, 12 Eylül rejiminin toplumu siyasetten alıkoyan, daha doğrusu toplumsal odakların siyasette söz söyleme ve karar verme yetisini topyekün ortadan kaldıran siyasi projesinin güçlü bir devamlılığı niteliğinde. Özpek’in yazısı, 12 Eylül ve hemen akabinde Turgut Özal ile karakterize olan toplumsal siyasetsizleşmenin, “soyut” addedilen hülyalara karşı iş gören kurumsal bir devletin ve halkın “kendi küçük dünyasında” yaşaması hedefinin bir kopyası gibi görünüyor. Bu, yine Özpek’in ifadesiyle tehlikeli ve liberal merkez düşmanı “radikal” ideolojileri güçsüz kıldığı ölçüde toplumsal meşruiyetin inşasında kilit bir işlev görebilir. AKP rejiminin de yıkılması için gereken şey, AKP’nin ekonomik hususlardaki yetersizliğini vurgulamak ancak bunu grevlere veya yoksulluk isyanlarına mahal vermeden yapmak, rejime karşı muhalefeti sistemin sinir uçlarına değmeden kurmak ve siyasi dönüşümü toplumun oy makinesi olarak çalıştığı bir düzenekte belki minimal, ancak paylaşımı doğrudan etkileyecek bir merhalede gerçekleştirmek. Bu, tam olarak apolitik kalabilen, siyaseti genel tasavvurlar ve kendi dertlerini aşan bir “ortaklık” meselesi olarak değil, çarpışan elitler arasında rasyonel olanı seçmek olarak görebilen ve siyasetten beklentisi gündelik hayatının yönetimi olan vatandaşların imalatına dayanıyor.
Millet İttifakı İdeolojisi’nin entelektüel izdüşümünün de bu siyasetsizleşmenin ve 12 Eylül tertibatının yaşatılması üzerine temellendiğini iddia ediyorum. Halihazırda toplumsal muhalefet unsurlarının güçsüzlüğü ve karar alıcı yetilerden uzaklığı Millet İttifakı İdeolojisi’nin tartışmasız olarak sabit tutmak istediği bir toplumsal rıza imalatının olmazsa olmazı. Bu, ekseriyetle yavan kimi iddialarla çürütülmeye çalışılan bir “siyasetsizleşme anlatısı” üzerine değil, siyasi partilerin ve siyasi elitlerin toplumların düşünme ve hareket etme biçimlerine olan kurucu nitelikteki gücünü merkeze alarak yapılan bir iddia. Siyasi partilerin kurucu gücü, aslında varsayılan hali “siyasetsizlik” olan bir kamuoyu değil, siyasi partilerin kalibrasyonlarına göre siyasileşen veya siyasetsizleşen bir kamuoyu gerçeğine dayandığı ölçüde Millet İttifakı İdeolojisi rasyonel ve şartlar gereği icat edilen bir kurtuluş reçetesi değil, bir siyasi program olarak okunmalıdır.
İşte, Millet İttifakı İdeolojisi derken bu siyasi programı kast ediyorum. Kamuoyunda popüler adıyla “restorasyon” olarak tarif edilen süreç, restorasyon mefhumundaki aktif failliği kaçırdığı ve statejinin ideolojiyi yuttuğu bir resim çizdiği ölçüde Millet İttifakı’nda gizli olan ideolojiyi örtbas ediyor. Millet İttifakı’nın Türkiye’ye getirdiği yeniliği bir muhalefet stratejisi olarak çerçevelemek, aslında siyasetin kendisini ve kapsamını yeniden tanımlayan bir süreci görmezden geliyor. Her şeyden öte, bu sürece dair aksiyon sorunlarını örtüyor ve seçime sıkıştırıyor.
12 Eylül’ün gölgesi, stratejiyle ideoloji, AKP ile post-AKP ve oy vermeyle oy vermeme arasında debelenirken Millet İttifakı sol için bir muamma. Doğru aksiyonun alınabilmesi, Millet İttifakı’nın yalnızca rejime stratejik bir alternatif değil, ideolojik bir tertibat olarak görülmesinde yatıyor. Solda “Üçüncü Yol” üzerinden yapılan tartışmalar, hangi aktörün hangi aktörle yan yana görülüp birinci veya ikinci turda kime oy verileceği üzerinden değil, çarpışmalı Türkiye tasavvurlarına karşı halkın siyasetteki gücünü ve payını nasıl arttıracağımız üzerinde sabitlenmeli.
[1] Bu metin ilgili fenomenin Türkiye ayağıyla ilgilense de benzer bir trendi geçtiğimiz Macaristan seçimlerinde Macar muhalefetinin genel stratejisine benzetmek mümkün. Türkiye ve benzeri ülkelerin otokrat dinamikleri bu stratejiyi ayrıksı kılsa da benzer tartışmaların Amerikan, İngiliz ve Fransız seçimlerinde de yaşandığını ve geniş, rasyonel ve merkez bir cephe stratejisinin Batı’da da yaygın olduğunun altını çizmek gerek.
[2] Bir şerh: bu yazı, yapmak istediğim argüman için bence ideal bir örnek teşkil ediyor, ancak bu, ne yazının ne de yazarın ittifak içerisinde temsili bir konumda oldukları önkabulüne dayanıyor. Bu metnin ittifak bileşenleri ve Türkiye muhalefetinin güncel önkabullerine ışık düşürdüğü kanaatindeyim.
Kaynak: Medium/@çarlzbotkin