Bir devrin sembolü idi Aysel Zehir adı gerçekten de, bir mıh gibi kazındı o devre tanıklık eden zihinlere; hiç unutulmadı, hep hatırlandı, yanında olmaya, derdine derman, yarasına merhem olmaya çalışıldı bir avuç da olsa dostları, yoldaşları, arkadaşları, tarafından o zorlu, karanlık günlerde
“Kurtarmak için enginlerin anlamını
Gökyüzünü yere indirdiğinden beri
Ya da silmek için bir damlanın yüzünü
Bir okyanusun kucağına bastığından beri
Ve bıçak sırtı bir dönem uğruna
Bütün zamanı omuzlarına aldığından beri
Adın bir açelyadır artık senin
Koynuna ölüm düşürülen bütün topraklarda
Bir açelya”
Adnan Yücel
O’nu her gördüğünde bir türkü dolanıverirmiş diline Reha İsvan’ın.
Her adımı, her konuşması, her bakışı hep o aynı türküyü çağrıştırırmış onda.
“Üçten, Beşten, Senden Geri Kalan Değilem”.
Muhakkak Ruhi Su’nun o muhteşem bas- bariton sesinden dinlemişsinizdir siz de bu türküyü. Hani o “Aldı Koca Bey” diye başlayan, Köroğlu derlemesinden bir bölüm.
“Senin o tektirin bize abestir
Bu yiğitlik sana kimden mirastır
Eğer ki kullugan verirsen destur
İnan üçten besten senden
Geride kalan değilem broy!”
Ne kadar doğru, ne kadar yerinde, ne kadar zarif bir benzetme. Bir çırpıda anlatıvermiyor mu Aysel’i, onun hakkında hiçbir şey bilmeyenlere bile?
“Çatma kaşları, gür kirpikli iri gözleriyle Levni’nin minyatürlerindeki kadınlarımızı çağrıştırıyor. Ne var ki Aysel, Levni’nin güzelleri gibi mahmur bakmazdı; bilinçle baktığı vakitler sert bakardı. Sonra… Boş bakar oldu Aysel. Tutuklu kızlar ve erkekler içinde yaşça en küçükleriydi, ama en dirençlisiydi… Ölüm orucuna Aysel yattı. Aysel ölüm orucunu hiç bırakmadı. Belleği ve bilinci sönüp, onu bir askeri hastanede tekleyen kavi yüreği ile umarsız bıraktı. Aysel ölüm orucunu bırakmadı. Aysel ölüm orucunda ölmedi ama güzel gözleri artık baktığını göremiyor. Ne acıktığını biliyor Aysel ne doyduğunu…” (Yeraltında Beş Yıl, Yaşar Ayaşlı, S.342, Reha İsvan’ın kaleminden Aysel Zehir)
Reha İsvan’ın kaleminden Aysel Zehir’i okurken bir kez daha hayran oldum ikisine de.
Birisi, dik duruşu ve boyun eğmez tutumuyla Barış Derneği Davası’nın en uzun süreli yatan tek kadın sanığı, diğeri 1984 süresiz açlık grevini ölüm orucuna dönüştürüp, 51. günden sonra da sürdüren tek kadın direnişçisi.
Birisi 60’lı yaşlarda o zaman, diğeri 20’sine yeni basmış bir fidan.
İki boyun eğmez kadın. İki direniş abidesi. İki bükülmez bilek.
12 Eylül sonrası Metris Cezaevi’nde kesişmiş yolları.
Aynı koğuşta değiller ama havalandırmaya bakan pencerelerde görüyorlar birbirlerini.
Hep ağırbaşlı ve mesafeli haliyle hatırlıyor O’nu.
Yargılandığı davanın adını bile bilmiyor son güne dek, ne de Aysel’in neyle suçlandığını; çok da önemli değil zaten onun için. Ne örgütsel etiketler ilgilendiriyor onu ne de boyunlara asılan yaftalar Metris Cezaevi’nin koğuşlarında. “İnsanlar olarak sarıldık birbirimize” diyor, onurlu, dirençli insanlar olarak. Çünkü zulüm birleştirmişti onları ve elbette bu zulme boyun eğmeme kararlılığı. Bu kararlılıkla sevgiyle, şefkatle sarılır, zulüm altında inim inim inleyen “kızları”na. Öz kızları gibi görür onları, oğulları gibi, kendi çocukları gibi üç çocuk anası, kır saçlı Reha İsvan.
“Onu sorgu sualsiz bağrıma bastım, çünkü o işkence ve zulüm görmüş bir körpe kızımızdı ve kendi inandığına özverilerin en katıksızı ile adamıştı kendisini. ‘Ölmek var dönmek yok’ demişti ve dönmedi. Bilinci yavaş yavaş sönerken bile ödün vermemekte direndi.” (age)
Bu nedenle değil mi zaten Aysel ZEHİR için yazdığı şiire DİRENÇ ÇİÇEĞİ adını vermesi Adnan Yücel’in.
Ya bir duygu selidir aralıksız
Ya da bir inanç fırtınası yüreğin
Dirence açılan gençlik koylarında
Bir devrin sembolü diyorlar şimdi adına
Bir devrin sembolü idi Aysel Zehir adı gerçekten de bir mıh gibi kazındı o devre tanıklık eden zihinlere; hiç unutulmadı, hep hatırlandı, yanında olmaya, derdine derman, yarasına merhem olmaya çalışıldı bir avuç da olsa dostları, yoldaşları, arkadaşları, tarafından o zorlu, karanlık günlerde.
Bir de “başkaları” vardı tabiî Aysel adını hiç unutmayan, bizim gibi sevgiyle, saygıyla değil; kinle, korkuyla anan, gündüzleri hayaletleri, geceleri kâbusları olan. Adını her duyduklarında karabasanlar basan.
Bir de onlar unutmamıştı Aysel adını. Sesleri de öyle güçlü çıkıyordu ki… Devir onların devri, astıkları astık, kestikleri kestikti. Ne yani diyorlardı fütursuzca asmayıp da besleyelim mi bunları…
İşte şimdi ellerine yeni bir fırsat geçmişti.
Aysel’in yurt dışında tedavi olması için gerekli olan olur ve pasaport iznini iki dudakları arasındaydı ve o dudakların açılmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu. Tıpkı daha önce Ruhi Su’ya yaptıkları gibi.
Ünü ülke sınırlarını aşmış olan sanatçımıza da uzun süre siyasi nedenlerle pasaport verilmeyerek, yurtdışında tedavi görmesi engellenmişti. Hem de başta Almanya ve İngiltere olmak üzere birçok ülkeden sanat kuruluşları tedavisini ve bakımını üstlenmek için başvuruda bulunduğu halde.
Bu ne biçim intikam, bu ne yaman bir rövanş alma duygusuydu? Yoksa acizlikleri miydi katı tutumları altında sakladıkları?
“Ölsen de umurumda değil artık, ne cezaevinde başıma bela olabilirsin ne de mahkemelerde” mi demek istiyorlardı böylece.
Ya da “kendi etti, kendi buldu”, “temize bile çekerim kendimi” mi diyeceklerdi?
Öyle ya da böyle süründüreceklerdi kendilerine boyun eğmeyenleri…
Sanırım ilk defa bu olay, o dönemler, haftalık olarak yayımlanan Yeni Gündem Dergisinin 10 Ekim 1987 günlü 83. sayısında ayrıntılı bir şekilde ve ÖLSEN DE PASAPORT YOK çarpıcı başlığında buldu yankısını.
“Eskiden cıvıl cıvıl bir kızdı, yerinde duramazdı” diye başlıyor anlatmaya anne Fatma Zehir bu söyleşide. İlk gözaltısını 17 yaşında, Üsküdar Cumhuriyet Lisesi sıralarındayken yaşamış Aysel. 12 Eylül’den hemen önce. Ülkücü çetelerin okulları zapturapt altına almaya çalıştığı, devrimci demokrat öğrencilerin de bunlara direndiği, direnenlerin kaçırılıp kuytu köşelerde kurşuna dizildiği, kahvelerin, öğrenci yurtlarının tarandığı, her okulda, her semtte kıran kırana, dişe diş mücadelelerin yaşandığı günler. Tam 15 gün uğraşmış ailesi onun nerede olduğunu öğrenebilmek, bir haber alabilmek için. Tam sağ bulmaktan umutlarını kesip, morglarda aramaya karar verdiklerinde tesadüfen bir askerin yardımıyla öğrenmişler Aysel’in 1. Şube’de ve sağ olduğunu. Günlerce süren işkenceden sonra ifadesini alan savcılık tarafından serbest bırakıldığında “sol ve sağ kol dış yüzünde yara izleri, sağ boynun üzerinde tırnakla oluşmuş yara izleri, sağ yanak üzerinde rengi dönüşmeye başlamış limoni renkte kunt travma, 10-15 günlük ekimoz, sağ ve sol ayaklarda yara izlerini taşıyormuş vücudunda, işkencede tek kelime konuşmamasının “mükâfatı” olarak.
Reha İsvan’la tanıştığı Metris Cezaevi’ne konması, 1981 yılında, TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) davasından gözaltına alınmasıyla olmuş.
Tam üç defa açlık grevlerine katılmış gençliğinin en güzel 2,5 senesini gömdüğü bu Metris Cezaevi’nde. Şartlar o derece kötü, o derece dayanılmaz imiş.
Aylarca görüşe çıkmadığı olmuş. “Arama bahanesiyle bizi çırılçıplak soyuyorlar, onun için çıkmıyorum görüşe” diyormuş soran yakınlarına. İnsanlık onuruna en büyük saldırılardan biridir bu çıplak arama. Erkeklerin soyulup makatlarına bakıldığı, kadınların da ağız içi ve cinsel organları dahil çırılçıplak aranmaya zorlandığı… O dönemler cezaevleri tam bir sorgu ve işkence merkezi haline getirilmişti. Hoş hâlâ da öyle olmaya devam etmektedir ya ülkemizin bu kanayan yarası. Aradan onca zaman geçti, hala cezaevlerinin can alıcı sorunu olmaya devam ediyor bu uygulama. Amaç, siyasi tutukluya boyun eğdirmek, kişiliğini ve onurunu çiğnemektir elbette. Bu nedenle ‘tek tip elbise uygulaması’ bile dayatılıvermişti tüm cezaevlerinde. Bardağı taşıran son damla.
“Anne bizim çektiğimiz işkenceyi siz çekmiyorsunuz, burada biz çekiyoruz, bu koşullarda yaşamaktansa ölmek daha iyidir” deyip, ölüm orucuna yatmaktan başka yol kalmamıştı Aysel ve arkadaşlarına. Üstelik de tahliyesine 3-4 ay gibi kısa bir süre kala. Gün gün, saat saat ölen hücrelerinin çıkardığı pis kokuyu duyarak düğün alayını karşılar gibi dikilir ölümün karşısına.
İçeride çocukları ölüme yatarken dışarıda ailelerin “ölmesinler” telgrafları çekiliyordu ulaşılabilinecek her yere. Aynı günlerde hummalı bir faaliyet görülüyordu Genelkurmay Başkanlığı ve Başbakanlık binalarında da. “Ne yapın edin, bu kızı yaşatın” diyordu onlar da, “ne yaparsanız yapın, ölmesine izin vermeyin”.
Elbette bu hummalı faaliyet Aysel’in ne kara kaşı ne kara gözü ne de bükülmez inancı içindi. Düşünsenize, yirmili yaşlarına yeni girmiş genç bir kadının cezaevindeki uygulamalara karşı ölüme yattığını ve talepleri kabul edilmediği için öldüğünü. Bırakalım ilerici demokrat kamuoyunu, sıradan insanları bile allak bullak edebilecek bir olaydır bu. Ayrıca o güne kadar yapılan propaganda ne idi? “Cezaevlerinde baskı ve işkence yoktur, bunların hepsi ülkemizin dirliğine göz dikmiş idamlık anarşistlerdir.” Elbette hiç de kolay olmazdı bu kara propagandayı yapanların tahliyesine 3-4 ay kalmış bir genç kadını “olay çıkarmak isteyen, eli kanlı idamlıklar” kılıfına sığdırmaları.
Gerçekten de ölmemesi için her şey yapıldı Aysel’in. Tehditle eylemi bırakması istendi, olmadı. Şefkatli konuşmalarla direnci kırılmaya çalışıldı, olmadı. Koluna zorla serum taktılar olmadı, kendine geldiği anda soktu attı bu serumları. Sonunda çareyi başında bekleyip, bilincini kaybettiğinde koluna serum takmakta buldular. Her türlü yolu denediler de onu yaşatmak için bir türlü taleplerini kabule yanaşmadılar.
“Cıvıl cıvıl” bir kız olarak girdiği cezaevinden yarı ceset gibi çıkmıştı Aysel. Beyin hücreleri tahrip olmuş, ne yürüyebiliyor ne konuşabiliyor ne de doğru düzgün görüyordu artık.
Üç yıl boyunca doktor doktor dolaşarak kızlarının hastalığına çare bulmaya çalıştılar ancak yapacak bir şey yoktu. Bir de yurtdışını denemek istediler tedavi için ancak Aysel gibi “sakıncalı”lara devletin vereceği bir pasaportu bile yoktu.
Bu durumu “Sakıncalıya Pasaport Engeli” başlığıyla haberleştirir Cumhuriyet gazetesi.
Ardından Bektaş Karakaya’nın uzun bir mektubuna bırakır Cumhuriyet gazetesindeki köşesini gazeteci Mustafa Ekmekçi.
O Bektaş Karakaya ki, Aysel ve Fatih ile birlikte gözünü kırpmadan ölüme yatan; Aysel kadar olmasa da hasarlarla çıkar ölümün koynundan.
“Bedeni açlıktan eriyip biterken” diyordu Ekmekçi’ye yazdığı mektubun sonlarında Aysel için, “baskı, dayak, işkence ve Orta Çağ zulmüne karşı işkenceciye inat ölüm durağına doğru koşuverdi. Yiğit dört can kardeşini, yoldasını yitirdi. Onuru için, değer yargıları için katlandı buna.”
O Bektaş Karakaya ki, 1988 yılında Kırşehir Cezaevi’nin duvarlarını delip “O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız” misali özgürlüğüne kavuştuktan sonra geldiği Almanya’da Aysel’i karşılayacaktı 1991 yılında tedavi amaçlı.
Fazla umutlanmayın demişti o zaman doktorlar, bu hastalıktan geri dönüş yok. Bol bol pratik yapması, stresten uzak sakin bir yaşam sürmesi gerek.
Kendisinden önce çekimleri gelmişti Aysel’in Avrupa’ya.
Sanırım 1988 yılıydı.
Bütün Avrupa’da yoğun bir kampanya yürütülüyordu Aysel’e pasaport verilmesi hakkında merkezi Fransa’da olan.
Ahmet Vural ve Cafer’di o dönemde bu kampanyayı başlatan.
Buldukları bütün kapıları çalıyor, bıkmadan yılmadan Aysel’in durumunu anlatıyor, Aysel’in vakit geçirilmeden yurtdışına çıkartılıp bir an önce tedavisinin yapılması için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Sanırım onlar aracılığıyla izlemiştim Hollanda televizyonundaki Aysel Zehir ile ilgili programı. Programı yapanlar hiç üşenmemişler, Türkiye’ye gidip çekim yapıp bütün Avrupa’nın sorunu tartışmasını sağlamışlardı.
Oldukça iyi hazırlanmış, güzel bir programdı.
Aysel’i tanımayanaları dahi etkileyen, duygulandıran ve yaşanılan haksızlık, hukuksuzluk karşısında isyan ettiren bir program. Gencecik bir kız, yüreği yaralı bir ana, bütün yasal yolları zorlayan bir avukat vardı ekranda. 12 Eylül’den sonra çocuğunun ölmediğine “şükreden” sayısız analardan biriydi Aysel’in annesi. Her ne kadar kızı yaşadığı için kendisini teselli etse de yanı başında yaşayan kızının gülmesini, konuşmasını, eskiden olduğu gibi kendisiyle doyumsuz bir sohbete dalmasını istiyordu. Yaşam dolu bir çağda, daha 18 yaşında cezaevine kapatılan kızına üç yıl sonra canlı bir cenaze gibi kavuşan annenin başka ne isteği olabilir ki? Avukatıyla birlikte onu anlatıyorlar, nasıl rahatsızlandığını, o güne kadar yapılan işlemleri, daha nelerin yapılması gerektiğini. O suskun, ilgisiz boş gözlerle bakıyor çevresine. Bazan “konuşsana kızım” diyen annesine sert bir tonda cevap veriyor: “Bilmiyorum”. Adeta kaslarını çatıp gözlerinin içine bakarak kendisine yaptıklarının hesabını sorduğu sorgucularla konuşur gibi. Ölüm orucunda yitirdiği arkadaşlarının adlarını sayıyor: Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Mehmet Fatih Öktülmüş, Hasan Telci. Birlikte ölüme gitmekten büyük kıvanç duyduğu Fatih’in adını söylerken de hiçbir duygu belirtisi yok; belli, cezaevi yaşamını düzeltmek için, kendi yaşamını ortaya koyan Aysel artık ölüm olayının da bilincinde değil.
“1984 Ölüm Orucu’nun sakat kalmış tek kişisi Aysel’dir” diyordu Yaşar Ayaşlı 2011 yılında yayımlanan “Yeraltında Beş Yıl” adlı kitabında. “Zorla müdahaleye rağmen Wernicke- Korsakoff hastalığına yakalanmış Türkiye’nin ilk devrimci tutsağıdır. Halen hareket yeteneği kısıtlı, refleksleri zayıftır; geçmişinin bir kısmını ve ölüm orucu sürecini hatırlamamakta, hafızası kısa süreler dışında yeni bilgiler kaydedememektedir. Görünümü ve davranışları eskisine kıyasla daha iyi olmakla birlikte, yaşamını ailesinin desteğiyle ancak sürdürebilmektedir.”
Halbuki ne kadar canlı, esprili inatçı biriymiş bir zamanlar. Gözaltına alınışlarını, gördüğü işkenceleri bile öyle güzel anlatırmış ki dinleyenler gülmekten yere yatarlarmış.
“Son yakalandığımda” diye anlatmış bir defasında arkadaşlarına, “yine beni öldüreceklerini, son mektubumu yazmamı istediler. Boşuna zahmet edip yazmayayım, nasıl olsa herhalde geçen seferki gibi kurşuna dizeceksiniz beni yine.” Kahkahaları karışırmış birbirine o çok da uzak olamayan bir tarihte.
Acaba diye bir soru takılıyor aklıma yazıyı bitirirken; bilinci açıkken, henüz ölüm orucuna yatmamışken, mahkemenin kendisi hakkında verdiği 5 yıl, 4 aylık cezanın da gerekçesini anlatıp ağız dolusu güldü mü, yoldaşlarıyla, arkadaşlarıyla? İnanmayacaksınız ama gerçekten de çok komik, daha doğrusu traji-komik Aysel’in hayatını alt üst eden bu cezanın gerekçesi:
Kaldığı evi polise göstermemek, örgütü hakkında bilgi vermemek ve en önemlisi bence kız olduğu halde erkekleri korsan mitinge götürmek.
Her şeyi anladınız da “kız olduğu halde erkekleri korsan mitinge götürmek” kısmını anlamadınız değil mi siz de benim gibi?
Eh, adı üstünde hukukun katledildiği 12 Eylül yargılamaları işte. Dayak yediği kocasından boşanmak için açılan davayı “Kadının sırtından sopayı, karnından sipayı eksik etmeyeceksiniz” skandal gerekçesiyle reddeden hukuk hakimlerinin olduğu o dönemde Askeri Ceza Hakimlerinin “Kız olduğu halde erkekleri korsan mitinge götürme” gibi absürt bir gerekçeye sığınmış olmaları çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Yattığın yer incitmesin seni Reha İsvan…
Kulakların çınlasın Aysel Zehir…
Sayenizde öğrendim ben de.
Kadınları yargılayacak olan her mahkeme heyetinin, her duruşmadan önce mutlaka Ruhi Su türküleri dinlemesi gerektiğini.
Hele de nakaratı “üçten, beşten, senden geride kalan değilem” olanını.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.