Durup düşünelim. Bugün yaratılması gereken devrimci kültürün köşe taşlarının olmazsa olmazı nedir? Kuşkusuz orada, gösterişin değil sadeliğin, tevazunun, isimsizliğin, hayatın tümünün paylaşılmasının, kapitalizmin rekabet eden bencil bireyler yaratma hedefine karşı kurulmuş olan bir dayanışma kültürünün, gündelik hayatın devrimcileştirilmesinin, örgütlenmenin her gün, yeniden yapılan bir faaliyet olduğu gerçeğini göreceğiz. Peki ya bugün?
Büyük bir sis bulutunun görüş mesafesini iyiden iyiye kısalttığı ama sis dumanlarının içinde ciddi olanakların da bulunduğu bir dönemeçteyiz. Bir tarafta egemenler arası ilişkilerin, memleketin geleceğinin ne olacağının belirsizliği, devletin çekirdeği kontrgerillanın yaşadığı birlik krizini aşıcı bir formül bulamayışı, ekonomik kriz, Saray rejiminin krizi; diğer tarafta insan ilişkilerinin, devrimciliğin, hareket edebilmek ve hareket yaratabilmenin, siyasal güç denklemlerinde yer alma hedeflerinin sınandığı bir çağdayız. Böyle zamanlar, koyu bir sıkıntıyla anımsanan geçmişin ve bilinmedik olanın çağrısının birbirinin içine geçip oynaştığı, deniz ile gökyüzünün bükülüp birleştiği sınırı andırıyor.
Faşizmin aldığı mesafe yaşamak için örgütlenmeyi esas kılıyor. 1990’larda hegemonyasını ilan eden neoliberal kapitalizm, 2008 küresel krizinin ardından girdiği çöküntüden çıkamıyor. Emperyalist odakların çıkardıkları NATO-Rusya savaşı, Rusya-Ukrayna halklarına yoksulluk ve ölüm dışında bir şey sunmuyor. “Geçinemiyoruz” çığlığı memleketin dört bir yanında isyana dönüşmeyi bekliyor. Sürekli, geri çekilmeyen, boyun eğmeyen feminist hareket, iktidarı tehdit ediyor. Kapitalizmin mezar kazıcıları, sefalet ücretlerine, mobbinge, uzun çalışma saatlerine karşı üretimden gelen güçlerini kullanıyor. Üniversiteliler kampüsten taşıp sokağa akmanın koşullarını arıyor ve hazırlıyor. Listeyi daha fazla uzatabiliriz. Bütün bunların içerisinde, zayıflamış olsa dahi sistemin, karakterlerimize kadar sirayet eden saldırıları, gündelik yaşamımıza, hareketlerimize, düşüncelerimize sinen çürümüşlüğünü bir soluk alıp düşünebiliriz. Öyle ki, neoliberalizm, bir sermaye birikim modelinden çok daha fazla anlam ifade etmekte. Neoliberalizm bugün, korku temelli bir geleceksizleştirme stratejisiyle karakterlerimize saldıran ideolojik bir hegemonyayı ifade ediyor.
Birey kutsanırken…
Neoliberal kapitalizm, hegemonyasını ilan ettiği süreçte “birey”i kutsayarak “bireycilik”i yükselen bir değer haline getirmeyi hedefliyordu ve hedeflediğine kapitalizmi kutsayan “tarihin sonu” tezleriyle birlikte büyük ölçüde ulaştı. Neoliberal kapitalizm, kendisine yatırım yapan, diğer kişilerle rekabet halinde olan, başarı ya da başarısızlığını yatırımlarının doğruluğu yanlışlığı üzerinden ölçen, en üste çıkabilmek için diğer bireylerle kıyasıya yarış halinde olan birey portreleri çizer bize. Neoliberalizmin bireyi kutsayan anlayışının somut karşılıklarını görmek için ise dijitalleşme ve internet teknolojisi iyi bir örnek olacaktır.
1990’lı yıllarla birlikte toplumsal yaşamın tamamına giren internet teknolojisi ve dijitalleşme, neoliberal kapitalizmin kolektivizme karşı önemli bir silahı olarak elinde duruyor. Neoliberal kapitalizmin teknolojiyi elinde tutuşu şüphesiz, sistem karşıtı güçlerin teknolojiyi örgütlenme, bir araya gelme aracı olarak kullanmasının da önüne geçemiyor. Teknolojinin egemenlerin elinde kullanımını vurgularken, internet teknolojisinin ve dijitalleşmenin toplumsal mücadeleler açısından önemini yok saymamalıyız elbette. Ancak internet teknolojisi neoliberalizmin elinde, daha fazla bireycilik, daha fazla izolasyon, daha fazla yalnızlık anlamına geliyor. Youtube, Netflix gibi platformlarla, kalabalık yapılan film gösterimleri yerini bir odada tek başına izlenen filmlere bırakıyor. Kapitalizm aynı zamanda bilginin üzerindeki kontrolle, istediği kadar, istediği ölçüde dolaşıma soktuğu bilgiyi önemli bir silaha dönüştürüyor. Sonuç olarak dijitalleşme, birey odaklı yaşam formunu ortaya çıkarmasının yanında bireyi dönüştürmüş ve gündelik yaşam pratiklerini doğrudan etkilemiştir. Neoliberalizmin yarattığı rekabet ve kıyasıya yarış, sosyal medyada beğeni, retweet ve izlenme sayılarıyla devam etmektedir.
2020 yılının ilk çeyreğiyle birlikte tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 pandemisi hem sistem açısından hem de bütün bir toplumsal yapı açısından ciddi kırılma noktaları yarattı. Dijital platformlar üzerinden örnek vermeye devam edecek olursak, neoliberalizmin bir stratejisi olan “borçlandırma” üzerinden yapılan “Squid Game” gibi diziler dünya gündeminde günlerce konuşulup, üzerine sayfalarca ideolojik üretim yapılabiliyor. Bu örnek dijital platformların devrimci kullanıma bükülebilir bir olanak olduğu şeklinde pekâlâ yorumlanabilir. Fakat neoliberalizmin hedeflediği bireycilik anlayışı bu noktada da önümüze çıkıyor. Sistemin platformları, sistemin stratejisi sonucu oluşan sorunları kolektiflikten uzak bireysel bir mücadele olarak yansıtarak örgütlülük karşısında bireyciliğin politik veçhesi olan aktivizmi örgütlüyor.
Kısaca, neoliberal kapitalizm “toplum” fikrini lağvederek “birey”i amansızca kutsadı. Bütün sınıfsal kesimler bundan azade olmadı. Peki neoliberal saldırıdan devrimciler nasıl etkilendi? Devrimci kimlik her şeyin aşındığı bu çağda aynı mı kaldı? Dönüşümlerin, kırılmaların devrimci kimlik üzerindeki etkileri neler oldu?
İnsanın anlattığı ile yaşadığının denk düşmediği soğuk bir çağdayız. Belki de Şükrü Erbaş’ın o güzel dizesini bir soruya dönüştürmenin kıyısındayız: “Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini mi alıyoruz?”
Neoliberalizm ve devrimci kimlikte aşınma
Devrimci mücadelenin temel unsurlarından birisinin devrimci kadro olduğu herkesçe bilinen bir saptama. Devrimci kadronun yaşamı ise uzun mesafe koşuculuğuna benziyor. Nefesini iyi ayarlamayanlar yitip gidiyor. Nefesi sonunun gelip gelmeyeceği belli olmayan bir koşuya göre ayarlayabilmenin alameti farikası ise devrimciliği yaşamın tümü olarak görmekten geçiyor. Nefes iyi ayarlansa bile neoliberal kuşatma o kadar güçlü ve saldırgan ki nefesi baştan kesilenlerin olması kaçınılmazlaşıyor. Bütün bunların içerisinde yaşamı dönüştürmek bir örgütlülük işi olarak yanı başımızda, bütün çıplaklığı ile durmaya devam ediyor.
Örgütlenmeyi bir kere olan, tekil bir olay olarak kavrama anlayışı, kendisini her gün yenileyen, çok çeşitli ideolojik saldırılarda bulunan sistem karşısında yetersiz kalıyor ve yenilgiye ya da etkisizleşmeye mahkûm oluyor. Neoliberal kapitalizmin saldırılarının boşa düşürülmesi bir tarafa, yaratmak istediği “birey” fikri, devrimci mücadelenin içerisindeki kadrolara, devrimci örgütlerin kadro politikalarına kadar sirayet etti. Boğaziçi Direnişi bütün olanaklarına, üniversite siyasetinin inandırıcılık kapasitesinin hiç olmadığı kadar artmasına rağmen elimizden kaydı gitti. Bu direnişin kurucu bir form çıkarmayışını sadece devletin saldırısı, devletin gücü bağlamında açıklayabilir miyiz? Boğaziçi Direnişi’nde örgütler arası rekabet ve rekabetin getirdikleri, gözükme isteği hiç mi etkili olmadı?
Kadronun kendisini parlatma isteğini, “ben” ile başlayan “biz”i çöpe atan anlayışı, örgüt içi ya da örgütler arası rekabeti perçinleyen hareket tarzını kapitalizmin gelişimi, neoliberalizmin ideolojik saldırıları hesaba katılmadan açıklamak mümkün değil.
Sistemin gelişimine, saldırılarının katmanlaştırılmasına karşı güçlü ve nitelikli bir ideolojik-politik netliğin olmayışı sistemin getirdiği bireyciliğin, devrimci örgütlerin içerisine, kadrolarına kadar sızmasına yol açmıştır. Bireycilik ise beraberinde rekabeti, topluluk içinde önde gözükme, önde olma isteğini, vitrinde olmanın cazibesine kapılmayı getirmiştir. “Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.”[1]
Reklamcılığın temel noktalarından birisidir: Bir malın içeriğinden çok o malın biçimini tanıtmak, göstermek önemlidir. Devrimci kimliğin bozulmasıyla ortaya çıkan “ben” diyen kadroların çoğalması, devrimci pratiklerin birçoğunu özünden kopararak, onları birer vitrin haline getirdi. Kapitalizmin önemli bir sacayağı olan reklamcılık gelip devrimci örgütlerin bel kemiğine yerleşti.
Karadutun lekesini sadece kendi yaprağı çıkarırmış. Burada “kendi” derken tekil tekil bireylerden laf açmıyorum. Kimse, hiçbir şey kendi kendine iyileşemez. Hesaplaşmaya önce kendimizden başlayalım.
Devrimci kimlik dediğimiz olgu kuşkusuz belirli tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür, bunların dışında düşünülemez. Tarihsel ve toplumsal hâkim koşulların dışında, düzen içinde düzen dışı bir kimlik inşa etmemizin ilk yolu ise reddetmekten geçiyor. Dolayısıyla devrimci kimlik bunalımının aşılması ve alternatifinin ortaya koyulması “var olan her şeyin acımasız eleştirisi” ile mümkündür.
Durup düşünelim. Bugün yaratılması gereken devrimci kültürün köşe taşlarının olmazsa olmazı nedir? Kuşkusuz orada, gösterişin değil sadeliğin, tevazunun, isimsizliğin, hayatın tümünün paylaşılmasının, kapitalizmin rekabet eden bencil bireyler yaratma hedefine karşı kurulmuş olan bir dayanışma kültürünün, gündelik hayatın devrimcileştirilmesinin, örgütlenmenin her gün, yeniden yapılan bir faaliyet olduğu gerçeğini göreceğiz. Peki ya bugün?
Gösteriş sadeliğin, kibir tevazunun, ben bizin yerini aldı. Devrimci mücadelenin hafızasını ve kilometre taşlarını oluşturan eylemler, direnişler, kahramanlarını devrimcilerin oluşturduğu eski bir menkıbe olarak kavrandı. Devrimciliğin içi, “kendini gösterme” biçimi olarak boşaltıldı, bir örgütte pozisyon sahibi olmamak devrimciliğin icra edilmemesiyle sonuçlandı. Bu durum kadroların tek başlarına vasıflarını etkilemekle kalmayıp yoldaşlık dediğimiz ilişkinin ve hayat paylaşma biçiminin doğasına işledi. Birinci tekil şahısla kurulan cümleler kolektivizmi lağvetmiş, cümleyi kuranın ruh hali ilişkinin niteliğini asli belirleyen olmuştur.
Devrimciler tarafından sıkça kullanılan “yoldaş” sözünü bir yabancılaşma unsuruna dönüştüren koşullarla çarpışmadan “yüreğini yüreklerimizin yanına atan” bir can yoldaşlığını var etmemiz mümkün gözükmüyor. Yazıyı buraya kadar sabırla okuyanlar şu soruyu soracaktır kuşkusuz: Peki nasıl?
Sonuç yerine
Çağ çağ yaşlanan şeylerin arasındayız. Neoliberalizmin çivisinin çıktığı dünyada yıkılmış onca şeyle sarsılıyoruz. Yüreğimizin hakikati göremediği fakat elimizde varlığını hissettiğimiz şeyleri fütursuzca dünyanın ortasına atmak zorunda kalıyoruz. Devrimcilik, tüm dünya önünde çıplak kalmak gibi. Silahlar, yumruklar, dayaklar, savaşlar, hastalıklar karşısında çıplak kalmak gibi. Çıplaklık şimdilerde ne bir hata ne de maraz. Çıplaklık bu çağda bir politikanın keskin ve nihai sonucu. Yüzyıllarca mücadele etmek zorunda bırakılanların tahmin etmek de pek de zorlanmadığı bir sonuç. Lakin öğrenmeli, kışkırtmalı ve inat etmeliyiz. Çünkü mücadele hayatımızdan ayrı değil. Ve aynı şekilde yaşadığımız hayat, mücadelemizin bir yansıması olmalıdır. Bu demek değildir ki, devrimciliği bir etiket gibi alıp üstümüze yapıştırmış olalım, insan ilişkileri piyasasında ederimizi arttıran bir şey gibi kullanalım.
Dünyayı istiyoruz, büyük bir aşkla, sevgiyle… Her güne başlarken, her gün yatarken, en heyecan verici serüvenimiz belki de bu istek. Fakat, her güzelliğin, böyle büyük bir heyecanın bedeli var. Gösterişten sadeliğe giden, yeri geldiğinde kendi ismini silmesini bilen, her gün defalarca yanan fakat tütmeyen bir bedel bu. Slogan atmanın, bir pankartı boyamanın, sokakları adımlamanın, bulutları arşınlamanın bir sevinci varsa, paylaşmanın, yoldaşlığın, kolektifliği yaratmanın sevincidir bu. “Ben”i atalım dünyalarımızdan, hakkaniyetli ve harekete dönüşen bir eleştiri-özeleştiri mekanizmasını hayata geçirerek, birbirimizin zaaflarını rekabetin nesnesi kılmak için değil, yapıcı bir şekilde çözüme kavuşturarak, dertlerimizle, yaşantılarımızla hemhal olarak yaşamı dönüştürelim. Devrim bir yıkım işiyse, neoliberal sistemin getirdiği bencilliği, rekabeti, karakterlerimize sinen çürümüşlüğü yıkalım. Kendi sınırlarımızı aşalım, cesaret edelim.
“Kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır.”
Dipnot:
[1] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınları, Kasım 2001, syf. 29