Peki elimizdeki kitap, kullandığımız dil, sözlükler ve kelimelerin açıklamaları yanlışken nasıl diyalog kurup birlikte doğru iletişimi gerçekleştireceğiz? Hem de çok daha büyük perdeler, yanıltıcı resimler, ortamlar gelişirken
Empati, eşduyum ya da duygudaşlık, bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır.
Bebekler üzerinde yapılan incelemelere göre, doğuştan empati yeteneğimiz yüksek olmakla birlikte, uygun şartlarda hızla kaybedilebilen bir yetenektir. Empati yeteneğini sonradan kazanabilmenin yolu: açık uçlu sorular sormak, yavaş hareket etmek ve yorumda bulunmak, hızlı yargılara varmaktan kaçınmak, kendi davranış ve düşüncelerimizi anlamaya çalışmak, geçmişten ders almak, olayları akışına bırakmak ve kendimiz ve karşımızdakilerin davranışları için belli sınırlar oluşturmaktır.
Dünyayı sevgi kurtaracak. Sevgi empatiyle hayatta kalabilir, hayata tutunabilir.
Yakın dövüş tekniklerinde, karate, kick boks veya benzeri dövüş sporlarında vuruşların, alınan darbelerin etkisini azaltmak için çok yoğun bir şekilde örneğin bacaklar, örneğin dizden aşağısı sert zeminlere veya maddelere defalarca vurulur. Bizim görmekten bile acı duyacağımız vuruşlara o bacaklar o mide bölgesi o çene rahatlıkla dayanır, hatta acımaz bile bazen. Bu çok açık bir duyarsızlaştırma sürecidir. Toplumun çok yoğun tükettiği ana akım medya ve sosyal medya da kazara falan değil, tıpkı vurucu, kırıcı sporlarda olduğu gibi, tam da amacı bu olduğu için bizi duyarsızlaştırır ve empati hissini yok eder. Hem sert sporlarda hem de toplumlarda duyarlılık ve empatiyi azaltmak için kullanılan bu yöntemin en önemli özelliği sürekli, ara vermeden yapılması gereğidir. Bu duygusal yorgunluk toplumda çok ciddi hasarlar yaratır. Yaratıyor.
Monokültür tarımın temel özellikleri şöyledir: İşte on bin dönüm arazideki tüm ağaçları köklersin, tüm dereleri, çukurları dozerle doldurursun, tüm çalı, taş duvar gibi geçmişe ve coğrafyaya ait “engelleri” yok edersin ve dümdüz, engellerinden arınmış bir dev toprak alan elde edersin. Buraya “çok yüksek verimli” “hibrit” mesela mısır dikersin, soya da olur, sonra gereken tüm kimyasal gübreleri ve ilaçları verirsin. Sonunda elde ettiğin çok yüksek verimli mısırı, üzümü, soyayı çok az emek ve insan gücü gerektiren tekerlekleri iki insan boyunda dev makinalarla toplarsın. Buraya kadar her şey iyi görünür. Ama iyi olan hiçbir şey yoktur. Bu engelsizleştirme, düzleştirme sürecinde tarım yaptığınız alanı, kuşların, böceklerin, memelilerin sığınacağı yaşam alanlarını, tüm biyotayı, ekosistemi, biyoçeşitliliği yani yaşamı yok etmekle kalmamıştır. Bu mısıra ya da yoncaya ya da soyaya attığınız pestisitleri örneğin Missisipi Nehri yağmurlarla Meksika Körfezi’ne taşır ve buraya akan zehir dünyadaki en büyük cansız okyanus alanını oluşturur. Meriç Nehri de pirince, ayçiçeğine atılan zehri tekstil fabrikaların kimyasalına karıştırarak Marmara’ya ulaştırır, Marmara’yı öldürür. Yani bu tekleştirme, tarımda, doğada, sosyal yapıda her yere uzanan bitimsiz hasarlar ve ölüm yaratır. Üstüne de ürettiğiniz bu ürün de ilaçlı ve kötü, zararlı bir besindir. Bunu yiyenler de sağlık sektörünü kalkındıran önemli müşteriler olur. Hastalanırlar. Tarımdaki bu yaklaşım bedenlerimizi hasta eder, aynı hastalıklı yaklaşımlar sonucu toplumlar da hastalanır ve bugün olduğu gibi örneğin ırkçılık olarak ortaya çıkar.
Toplum hastalanmıştır. Doğa hastalanmıştır. Atmosfer hastalanmıştır. Okyanus hastalanmıştır. Doğayı, kenti her geçen gün daha hasta eden ortamı da kapitalizm beslemektedir. Kaynakların, özellikle bu kaynakların doğal sahipleri olan yoksul kalabalıklarca korunamayan, kamusal, herkese ait, tüm dünya insanlığına ait stokların, (örneğin balık ve altın) acımasızca ve her türlü geleceğe dair endişeden sıyrılmış zalimane tüketimi yoksunluk ve yoksulluğu arttırır. Günümüzde belli ortamlarda bu durum bir gurup yoksulu o kadar çaresiz bırakır ki onlar da bulabildikleri her yöntemle nergis soğanından deniz kestanesine, gergedan boynuzundan köpekbalığı yüzgecine kadar kapitalizmin moda ettiği ve para eden, çığlık atmayan ve kendini savunamayan bulabildikleri her türlü kaynağı talan etmekteler. Haklı sebepleri var. Evde çocuk süt bekliyor ve aç. Ancak tüm bu aktiviteler, mesela Shell’in Nijerya’daki petrol sızıntısı sonrasında mahvettiği Nijer Deltası. Örneğin denizhıyarı tüketildiği için balıkların yok olduğu kuzey Ege. Örneğin altın, gümüş, nikel madenlerinden mahvolan Kazdağları. Örneğin Meksika Körfezi’ni çöle çeviren BP yangını. Örneğin insanların kiralık ev ve güvenli iş bulmakta büyük güçlük yaşadıkları tüm metropoller; Barselona, Berlin, İstanbul. Tüm bunlar çok azalan ve çok adaletsiz dağılan kaynak sorununu derinleştiriyor ve kavga sertleşiyor. Sertleşecek de. Bu gerçek mekânlarda sertleşen koşullar ve yaşam sanal ortamda daha da sertleşerek yansıyor.
***
Bugün iletişimin de önünde aynı mono kültür tarımın önündeki gibi engellerden arındırılmış, görünüşte olumlu, düz, sonsuz ama özünde neredeyse tüm iletişim imkânlarımızı yok eden verimli, engelsiz ve olumlu bir alan vardır. Bu da empatiyi kurtarabilsek bile iletişimi kurmakta güçlük çekeceğimiz anlamına gelir. Nasıl aşırı verimli mısır yalnızca kapital sahibine yaramaktaysa, bu aşırı iletişim ortamı da bu sanal ticari mekânların sahiplerine ve zengin azınlığa yarar. Bu dümdüz ve çok katılımlı ortamda birçok ses birbirine karışarak anlamsız, anlaşılamaz hale gelir.
Üniversitelerde anti depresan alan öğrencilerin %70 olduğundan bahsediyor öğrencilerin kendileri. Bırakın başkasının acısına bakmayı, başkasına bakmayı bile unutan bir toplum içinde yaşıyoruz. Hepimiz kendi mutsuzluğumuzla baş edemezken, üzerimize boca edilen “info” da tam da bu hissizleşmeyi desteklerken başkasına nasıl bakabiliriz: ABD’de yalnızca beyaz fanatiklerin bir önemli hastalığı olan bireysel silahlanma şu sıralar tüm topluma siyahilere ve diğer dinlerden azınlıklara da bulaşmış. Kendini güvende hissetmeme duygusu yaygınlaşıyor. Brezilya, Rusya, Azerbaycan, Kazakistan, Fransa, Macaristan her yeni seçimle sağa kaydıkça kayıyor. AB nükleer enerjiyi yenilenebilir enerji kabul etti ve yeni reaktörler yapılıyor. Silahlanmaya dünya tarihinde hiçbir zaman 2022 yılında ayrılan bütçe ayrılmamıştı dünya tarihinde. En temel endişe güvenlik. İsveç ve Finlandiya NATO’ya girmek, ordu kurmak, silahlanmak istiyor…
Güvenlikçi devlet politikaları yaygınlaştıkça paradoksal bir şekilde bireyin güven, güvendeyim hissi ve güven verme kabiliyetleri ve olanakları zayıflıyor. Toplumsal iklim akıl almaz parametreler tarafından bir anda değişebiliyor. İşte günümüzün Türkiye’si ve harlanan mülteci düşmanlığı ateşi.
Güvenlik adına iktidarın aklına gelen her şey askeri, savaş temelli ve polisiye. Bütün bunlar zaten çok zayıflamış olan bireysel özgürlük hissini yok ediyor. Gerçek yaşamda kaybettiğimiz özgürlüğü sanal ortamda bulduğumuz kanısındayız ama orası da hep bir ağızdan konuşulan, kimsenin kimseyi işitmediği, hiç de sanıldığı kadar rasyonel ve güvenli olmayan bir başka topluluk. Bireyin kendini güvende hissetmeme durumu kapitalizm için çok önemlidir. Birincisi güvenlik yanılsaması yaratan dev bir endüstri var: kameralar, biber spreyleri, kelepçeler, tabancalar, palalar, muştalar ve tabii bu bitimsiz liste toplar tanklar ve nükleer bombalar diye gider. İkincisi kendine güvenmeyen birey değişiklik ve devrim talebini erteler. Değişiklik ve devrim sağlıklı bir diyalog, iletişim ortamı talep eder, bu ortam da güvensiz birey için çok daha zor içine girilebilen bir ortamdır. Güven hissini yitiren bireyin enerjisi düşer, kolaylıkla susturulabilir. Pasifize edilebilir.
Devamlı bir tehdit duyusu yıkıcıdır. Bugün hiçbirimiz adalete güvenemiyorsak, yarın karnımızı doyurabileceğimize güvenemiyorsak bunlar son derece yıkıcı duygulardır. Bunlara ek olarak yaygınlaşan yoksulluk ve tekelleşen zenginlik başkasına, başkasının acısına bakmayı insan olabilmek adına zorunlu ama daha zor kılıyor. Yoksulluk dayanılmaz ve çaresiz boyutlarda ve uzak coğrafyalardaki bir çile değil, içimizde, yanımızda kendimizde. Gençlerle konuşulduğunda yaygın bir çaresizlik ve aynılık kolaylıkla fark ediliyor, giysilerde, sözcük dağarcığında ve umutsuzlukta. İktidarın (devlet, din, çokuluslu şirketlerin ki çok uluslu şirketlere bundan böyle ÇÜŞ diyeceğim kısaca) toplumu aynılaştırma gayreti sanayi devriminden bu yana aralıksız süren bir eğitim. Karşındaki topluluk ne kadar homojense ona fikri ve metayı daha kolay satarsın ve onu daha kolay yönetirsin. İtiraz ve karşı çıkışların panzehiri de benzer olacağı için çok emek ve kapital sarf etmeden farklı bir dünya isteyenleri pasifize edebilir, yok edebilirsin. Sistem bunları çok iyi başarmakta.
Kaynakların azalması ve yoksulluğun yaygınlaşması devrimin ve değişimin önünde hayli çok ve önemli engel yaratıyor. Azalan kaynaklar üçüncü dünyadaki maden, insan, balık, tuz, ağaç gibi akla gelebilecek her türlü ana madde / ham madde sömürüsünü çok daha sert bir hale getirdi. Bugün tüm gelişmiş(?) ülkeler tüm kıtalarda ve hatta kendi topraklarında insan sağlığını, dünyanın geleceğini, biyolojik çeşitliliği yok edecek eylemlerini hızlandırdılar. Bu durum yalnızca nükleer enerjinin yenilenebilir enerji sayılması gibi bir garabetle sınırlı değil. Silahlanma veya örneğin cep telefonu yapımı için elzem lityum madenine diğer güçlü kapitalist ülkeden daha önce ulaşma hırsı bu sömürgeci ülkeleri operasyon sürecinde gerçekleşen her türlü insan hakkı ihlalini görmezden gelme zorunda bırakıyor. Hayvan ve gezegen haklarını tamamen unutabilirsiniz. Balıkların çığlığını duyan yok. Ağaçlar da ağlayamıyor. Belki ağlıyorlardır. Ağladıklarına eminim.
Dolayısıyla son büyük salgın tüm bu anti sosyal, hissizleştirilmiş, aynılaştırılmış ve depresif gençliğin/toplumun maruz kaldığı zehirlerden yalnızca biri. Tüm bu gelişmeler sonucunda bırakınız empatiyi; medya, sosyal medya, okul, kapitalizm ve aile tarafından sürekli ve yanlış eğitimlere tabi tutulmuş bir gençlik geliyor. Sertleşmiş ve öfkeliler. Buradaki temel gerçek tüm bunlarda gençlerin hiçbir suçu yok. Bu sorunları çözmek, hastalanmış toplumu sağaltmak için başlangıçta tek bir öneri olabilir elbette: İletişime açık olmak ve doğru bilgiye ulaşmak.
Ancak elimizdeki tek geçerli sözlük sahte bir terminoloji ve açıklamalarla dolu. Şeffaflık, geri dönüşüm, sürdürülebilirlik, verimlilik, performans, başarı. Tüm bunların ne demek olduğuna baktığımızda elimizdeki sözlük yalan söylüyor. Şeffaf toplum teşhircilik aslında. Performans kriterleri tam da hasta bir toplum yaratıyor. Hem de tam hastalığı çözmek, daha iyi çözmek bahanesiyle. Tam buradayken sağlıktan bir örnek verelim: Performans kriterlerinden sonra Türkiye’de insanlarda apandist, dalak, bademcik kalmadı. Bazı doktorlar yakaladığı herkese katarakt, apandist ameliyatı yaparak performans puanlarını ve gelirlerini arttırıyor.
***
Verimlilik: Holstein inekleri devamlı ağlarlar, daha fazla süt vermesi için üzerlerinde yapılan yarım asırlık genetik çalışmalar dizlerine taşıyamayacağı kadar yük bindirir, memeleri otuz kırk kilo sütü taşıyamaz, hep iltihaplıdır. İşte verimlilik bu ataları iki üç yüz kilo olan ve beş on litre süt veren mutlu, sağlıklı bir hayvanı verimli bir acı yaşama, bedene sokmak. Yılda yedibin litre süt veren ve yedi yüz kilo bir enkaz. Tavuk yüz yıl boyunca ömrü kısaltılıp kilosu arttırılan yani verimli hale getirilen bir canlı. Şimdi artık kırk beş günde bir buçuk kilo. Ama mutsuz. Hayvanlara bunu yapan sistem bize de aynısını yapıyor olmasın. Hem de terminolojiyi de uygunlaştırarak; esnek çalışma mesela.
Emeklilik sürecinin psikolojik yıkıcılığının önemli bir kısmı “artık işe yaramama duygusu” kaynaklıdır. “Bana kimsenin ihtiyacı yok.” Bu aslında gelişmiş ülkelerde yıllardır var olan bir depresyon kaynağıdır. Akıllı birey için batıda sıklıkla emeklilik öncesinde bile “ben olmasam da bu sistem böyle işler” duygusunu yaratan bir genel ortamdan söz edebiliriz. Üçüncü dünya ülkelerinde öteden beri hiçbir şey doğru dürüst işlemediği için bireyde “ben bir şeyler değiştirebilirim” yanılsaması hep bir ümidi sıcak tutardı. Son çeyrek asırdaki sertleşen sömürü ve çürümenin doğallaşmasına ek olarak çok yaygın işsizlik ve her iş için her şeye razı çok sayıda gencin birikmesi bu illüzyonu da yıktı. Bir genç, genç yaşında bir emeklinin duygusunda artık; “bana kimsenin ihtiyacı yok”. Bundan daha yıkıcı ve içe kapanmayı güçlendiren bir duygu olabilir mi? Çiftçi mutsuz, gazeteci mutsuz, memur mutsuz. İrrasyonel değerlendirmeler ve geçim sağlamaya yetmeyen bir üretici olma duygusu. Bir yandan bu kıskaçta yaşayan çoğunluk ve medya sosyal medya üzerinden açıklıkla görebildiği talihliler: Birkaç maaş alanlar, borsada kazananlar, hiçbir özellikleri olmadığı halde makam ve kariyer elde edenler. Bunları görmek de cevapsız sorularla acıları arttırır. Tüm bunlardan genç nasıl sıyrılabilir? Temel soru budur.
***
Peki elimizdeki kitap, kullandığımız dil, sözlükler ve kelimelerin açıklamaları yanlışken nasıl diyalog kurup birlikte doğru iletişimi gerçekleştireceğiz? Hem de çok daha büyük perdeler, yanıltıcı resimler, ortamlar gelişirken. Musk Twitter’ı satın aldı ve bu alanı “ifade özgürlüğüne” çok daha fazla açacağını söylüyor. Bu bahsettiği daha geniş ifade özgürlüğü cümlesinin bir başka açıdan “nefret söylemi” için daha geniş alanlar olabileceğini düşünmek bir çılgınlık değil. Zuckerberg kurduğu dev modern hastanenin amacının ilaç endüstrisinin bugün sürdürdüğü acımasız yaklaşıma karşı olduğundan bahsediyor. İki milyon dolara altı tabletin satılabildiği bu acımasız pazarın hastalığı önlemek değil aksine hastalığa yakalanmış insanlara ilaç ve tedavi satmak için planlandığını söylüyor. Bu sözler çoktan kanıtlanmış bir gerçek, doğru ve kulağa çok hoş geliyor. Tıpkı tek başına ifade özgürlüğü’nün de kulağa çok hoş geldiği gibi. Ama Zuckerberg’in söylemediği cümle daha önemli ve ürkütücü: Biz sizi Metaverse ile bir ayda zayıflatırız, doktora veya fizik tedaviciye gerek yok. Hem de yalnızca on dolara. Gerçek bir yoga hocasına gerek yok, bir yıllık üyelik Metaverse üzerinden beş dolar. Eskiden Facebook şimdi de Metaverse sizi tedavi eder. Semptomlarınızı yazın cevabını verelim. Dünyanın en zenginlerinden olan bu iki erkeğin çağdaş ilk cümleleri çok ilkel sorunları gizliyor olabilir. Sonuçta tek amaçları daha zengin olmak da olabilir. Kesin olan tek şey sözlüklere, sözcüklere güvenemezken söylenenlere nasıl güvenebileceğimiz.
Her şeye rağmen buna gayret etmek zorundayız. Dünyanın tüm çocukları bizim çocuklarımız. Bu kadar sorunlu bir alan bırakma hakkımız olmayan masum yaratıklar. Her ne kadar filozoflar belki de çekici olmak kaygısıyla insanın her fırsatta kötülüğe eğilimli bir canlı olduğu iddiasındalarsa da bu konudan da çok emin değilim. Dünyayı sevgi kurtaracak. Sevgiyi örgütlenme ve bir araya gelerek dayanışma takip edecek. Başka çare yok.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.