Böyle bir durumda, bu efsanenin hem tüketicilerin hem de ideolojinin üreticilerinin zihninde mevcut olup olmadığından şüpheliyim. Ancak bir biçime sokulması gerekiyordu: Bizden ne koparıldı, önce nelerin bir araya getirilmesi gerekiyor vb. Ve tam da burada, Kiev’e kadar geri giden Rus tarihinin klasik hikâyesi işe yaradı: Kaybettiğimiz asıl şey Kiev!
Birkaç yıl önceki bir röportajda, günümüz gençlerinin tarih içerisinde yaşama duygusunun olmadığını söylemiştiniz. Şu anki olaylar göz önüne alındığında, gençler daha farklı şeyler hissedebilecekler mi?
Tarihsel bir paradigmal değişimle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Küresel ölçekteki bu değişim 11 Eylül 2001’den sonra başlarken, şimdilerde çok daha belirginleşti.
Şu açıktır ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında hakim olan postmodernizm ortadan kaybolmaya başlıyor. Burada kastettiğim, gerçeğin ve açık ahlaki ilkelerin varlığının reddedilmesi, her şeyin bir akıl oyunu olarak görülmesi ve tasarımsızlığa tabi olması ve protokol çağrılarının artık bir baskı eylemi gibi görülmesi.
Bu süreci 20 yıldır gözlemlemekteyiz. Bence bu süreç artık hayli hızlanmakta ve yepyeni bir aşamaya girmekte. Ancak bu aşamanın bizi, tarihsel bir gerçeklik anlayışına geri götürüp götürmeyeceğini ya da bir tür dini, mistik, esrarengiz, apokaliptik veya tamamen yeni bir duygunun hüküm sürdüğü bir sürece taşıyıp taşımayacağını söylemek zor.
Doğu Avrupa’nın, bu küresel geçişlerin gerçekleştiği yer olarak bir kez daha ortaya çıkması ürpertici ve trajik.
Bu soru muhtemelen safça bir soru olacak, ancak yine de soracağım. Her şey böyle mi olmak zorundaydı? Yoksa, bizleri buraya kişisel özellikleriyle getiren birileri mi var?
Bu soru aslında, tarihsel değil felsefi bir sorudur. Bana göre, tarihte her zaman birden fazla olasılık ve yol ayrımı vardır. Olaylar, onları doğuran derin sebepler ve gerekçeler olmadıkça meydana gelemezler. Ancak tarihte mutlak bir ön hüküm de yoktur. Şu ya da bu şekilde ilerleyebilir ve her seçim, bireylerin ya da insan gruplarının kararlarına bağlıdır.
Bir şeyin kaçınılmaz olduğunu geriye dönüp bakarak söyleyemezsiniz. Olaylar daha farklı ilerleyebilirdi. Bu gelişmenin engellenebileceği otuz yıl vardı. Ancak belki de bu yüzden, yani bu engelleme çok olanaksız göründüğü için bu konuda hiçbir şey yapılmadı.
Bir birey ve bir uzman olarak geriye dönüp baktığımda, bu durumu tamamen farklı değerlendirdiğimi fark ettim. Yazdığım her şey, bu tür bir savaşın kaçınılmaz olmasa da büyük bir olasılık olduğunu gösteriyordu. Aynı zamanda bir insan olarak kendi kendime şunu söylemeye devam ettim: Hadi ya. Kiev’i mi bombalayacaklar? Yapmayın lütfen, bu imkânsız!
Tarih, Putin’i de bu savaşı da haklı çıkarmak üzere değerlendirildi. Putin’in tarih görüşü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Putin’in ya da etrafındakilerin zayıf bir tarih anlayışına sahip olup olmadığı sorun bile değil. Onlardan herhangi birinin neyi bilip bilmediğini, hangimiz bilebiliriz ki! Bin yıl önce gerçekten ne olduğunu kimse bilmiyor. Çok daha tehlikelisi, bugünün sorunlarının çözümünün tarihte bulunabileceğine inanılması.
Latin Amerika’da askeri darbeler sırasında bir slogan vardı: Askerleri kışlalarına geri gönderin! Yeni bir slogan önereceğim: Tarihçileri kendi bölümlerine geri gönderin!
Biz burada yaşadık! Bir halkız biz! Bu ülke bu gruba ait, başka bir gruba değil! Tarihsel sorunları çözmek için bu tür argümanları kullanmaktan daha tehlikeli bir şeyi tasavvur etmek dahi zor. Bir ulusu neyin oluşturduğuna dair Primordiyalistler (İlkelciler) ve Yapısalcılar arasındaki anlaşmazlık tamamen teorik görünebilir. Ancak yeniden canlandılar. Bilim tarafından uzun süredir bir kenara atılan bu 19. yüzyıl İlkelci fikirlerine dönüldü apansızca. Bu sadece teorik bir yanılgı olmakla kalmadı, aynı zamanda toplu katliamlar için de bir dayanak oldu.
Şu anki koşullarda kulağa farklı gelen, aklımda kalan eski alıntılarınızdan bazılarını size aktaracağım. Birkaç yıl önce, halka açık bir konferansta, Rus siyasi kültüründe güçlü bir çarın işaretinin sadece zafere ulaşma yeteneği değil, aynı zamanda başarısızlığı zafere dönüştürme yeteneği de olduğunu söylemiştiniz. Şu anda tanık olduğumuz savaş, böyle bir dönüşüm girişimi mi?
Evet elbette. Rus kültürü, ülkenin tehdit altında olduğuna dair sürekli bir his, dramatik bir değişim ve atılım yoluyla üstesinden gelinen ölümcül bir tehlike ile karakterize olan bir kültürdür. Ayrıca, Wladimir Sharow’un -bence son birkaç on yılın en büyük Rus yazarlarından biridir- belirttiği gibi, popüler bilinçte Rus liderler meşru ya da gayrimeşru olarak değil, gerçek ya da gerçek olmayan bir sınıflandırma temeline dayandırılıyor. Gerçek bir çar, gerçek bir şef, gerçek bir lider yıkımın eşiğinde sallanan bir ülkeyi zafere götüren kişidir.
Rus devlet anlatısında kanonlaştırılan (kutsallaştırılan) savaşları ele alalım:
17. yüzyılın başları: Polonyalılar Moskova’da. Ve Minin ve Pozharski bir milis gücü oluşturup onları oradan kovuyor. 17. yüzyılın başları: Büyük Kuzey Savaşı. Bu savaş Narva’daki bir yenilgiyle başlar. Ve bu yenilgi Peter’in tüm ülkeyi dönüştürmesini gerekli kılar. Nihayetinde de Poltava’daki [Rus Zaferi] ile sonuçlanır. 17.yüzyılın başı: Napolyon Moskova’yı işgal eder. Ardından Ruslar Paris’i alır. Hitler Moskova’yı ele geçiremez, ama bu hedefe yaklaşır. 1941’in ilk ayları felakettir ve sonrasında galip gelen biz olmuşuz.
Resmi Rus ideolojisi ve propagandası, 1989-1991 olaylarının ana akımı yorumları içerisinde verilen bir savaşı kazandı. Bunlar, Rusya’nın neo-Stalinist diktatörlükten, Sovyet komünizminden ve emperyal mirastan kurtuluşu olarak değil, Batı’nın Soğuk Savaş’taki zaferi olarak sunuldu. Daha da kötüsü, zafer mümkün olan en kötü şekilde kazanıldı: Aldatma yoluyla.
Kamu bilincimizde, Rusya ile Batı arasında bir tür anlaşma olduğuna dair henüz tam olarak oluşmamış bir fikir var: Rusya kendi imparatorluğunu feshedecek ve buna karşılık Batı tarafından kabullenilecek.
Rusya’nın nasıl ele alınacağı kesinlikle belli değildi. Belki de “uygar dünya” ya da “normal ülkeler” saflarında. Ve hemen “tüm medeni ülkelerdeki gibi” yaşamaya başlamış olacaktık, düşünce buydu. Ama kandırıldık. Pazarlığın bize düşen kısmını yerine getirdik, ancak onlar kendi paylarına düşen kısmını yerine getirmedi. Bizi kandırdılar. Zafere dönüştürülmesi gereken yenilgi buydu. Bu, mevcut siyasi liderliğin “özgünlüğünün” önemli bir direğiydi. Ve bu özgünlük gizlenmedi, tekrar tekrar vurgulandı. İşte ben de dahil olmak üzere tüm dış gözlemcilerin bir şekilde gözden kaçırdığı retorik buydu.
Bir temel fark daha var: Moskova’da ya da Moskova yakınlarında düşman birlikleri yoktu. Durumu askeri bir yenilgiye benzetmek belirli bir zihinsel çaba ve hayal gücü gerektirir.
Söylemek istediğim şey de aynen bu. Bu, resmi yorumun tarihsel gerçekliğe karşı kazandığı bir zaferdi. SSCB’nin çöküşü elbette içeriden geldi. Ekonomik başarısızlıklar, Afganistan’daki askeri başarısızlıklar, bölgedeki etnik çatışmalar ve bir dizi başka faktör, sistemin tamamen gayrimeşrulaştırılmasına yol açtı. Tüm bunlara rağmen Batı, sonuna kadar SSCB’nin korunabileceğini umuyordu. Oradaki siyasi liderler [birkaç lider] tek bir nükleer güçle uğraşmayı yeğledi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden korktu; bunun yeterli kanıtları var.
Ancak bu tür bir yeniden yorumlamanın manası şuydu: İktidardakiler imparatorluğun bu çöküşünü, dış güçlerin etkisiyle gerçekleşen bir başarısızlık ve aşağılama olarak tasvir etmek zorundaydılar.
Halka açık okumalarınızdan birinden diğer bir alıntı: Rusya’nın siyasi kültürü, insanın yaşayamadığı, ancak sadece hayatta kalabildiği düşmanca bir dış dünyanın varlığını öngörür.
Çoğu zaman bir paradoks olarak görülse de şunu söylemeliyim: Rus kültürü derin bir bireysellik taşır. Sahip olduğu güven düzeyi çok alt seviyededir. İnsanlar birbirlerine güvenemezler, hemcinslerine güvenemezler ve liderlerine güvenemezler. Solzhenyzin’in ünlü formülü gibi: “Kimseye güvenme, kimseden korkma ve kimseden hiçbir şey isteme.” Bu hapishanede üretilmiş bir söz. Ancak hapishaneden gelen bu bilgeliğin, tüm bu gerçekliğimiz içerisinde de geçerli olabileceği ortaya çıktı. Dünya tehlikeli ve düşmanca ve içinde yaşanılması zor.
Yani kuşatılmış bir kale zihniyeti bu güven eksikliğinin bir ifadesi, ancak jeopolitik alanda?
Evet, büyük ölçüde böyle. Başka bir sorun daha var: Nüfusun büyük bir çoğunluğunun yüzyıllardır liderlerine karşı aşırı derecede yabancılaşmış olması. En azından Büyük Petro’nun reformlarından bu yana, seçkinler sıradan insanlardan aşılamaz bir engelle ayrılmıştır. Dostoyevski Rus halkını, ağır iş cezasına çarptırıldığında anlamaya başladığına inanıyordu. Tolstoy Pierre Bezukhow’u, Platon Karatayew’in yanında esaret altındayken tasvir etti; Prens Anreas’ı tasvir ettiği zaman ise askerler arasındaydı. Eğitimli seçkinler ve nüfusun çoğunluğu, ancak böylesi ağır koşullar altında ortak bir kaderi paylaştıklarını hissetmeye başlarlar.
1917’den sonra, devrim öncesi seçkinleri ya yok edilir ya da ülkeden atılır. Ancak bundan sonra kendini yeniden üretir. Yuri Slezkine’nin son kitabı Hükümet Konağı’nda çarpıcı bir şekilde gösterdiği gibi, Klasik Rus Edebiyatı bu restorasyon için bir şablon haline gelir. Sovyet seçkinleri eski soyluları taklit etmeye başlar. Sovyetler Birliği’nin sonunda ise, seçkinler ve çoğunluk arasında aynı düzeyde seyreden bir düşmanlık ve yabancılaşma görüyoruz. Bu düşmanlığı dış dünyaya yönlendirmek, diğer şeylerin yanı sıra, iç sosyal çatışmayı propaganda amacıyla değerlendirmenin bir yoludur.
Bu durum hâlâ aynı. Avrupalı olmakla övünen ve gündelik hayatın bazen Avrupa şehirlerinden bile daha rahat olduğu mega şehirlerimiz hayli uzun bir geçmişe sahip. Ancak diğer yandan biz büyük bir ülkeyiz ve bu “Avrupa yaşam tarzı”, bu şehirlerde bile birçok sakin arasında yabancılaşma ve düşmanlık duyguları yaratmakta. Bu sebeple, en azından şimdilik “Şimdi hepimiz yoksulluk içinde yaşayacağız” gibi bir retoriğin yankılandığı insanlar da var.
Rus egemen sınıfının sahip olduğu ve devlet medyasında yayılan ideolojinin 1970’lerde ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu ideoloji sürekli Korkunç İvan’a, Büyük Petro’ya, Stalin’e ya da herhangi birine atfedilmesine rağmen, aslında Sovyet propagandası, samisdat-Sovyet Yayınları ve popüler bilimsel basında yayınlanan tüm çılgınlıkların vahşi bir karışımından kaynaklandığına inanıyorum. Örneğin Veles’in kitabı, Dulles Planı gibi tüm komplolar buradan türedi.
Haklısınız. Yaşlanan devlet başkanları kuşağı, doğdukları yıllardan da kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, dünya görüşlerini bu dönemde geliştirdiler. Tıpkı 1960’larda yetişkin olanların Perestroyka için ses çıkarmaları gibi.
Ancak ben, bir başka nesil yönünün dikkate alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Gorbaçov’un başarısız bir şekilde durgunluk dönemi olarak adlandırdığı bu dönemin ideolojisi, savaş sonrası geç Stalinist dönemde yetişen insanlar tarafından yaratıldı. Bu, komünist evrenselciliğin devrimci ideolojisinin, nihayetinde Rus ulusal-emperyal mesihçiliği fikrinin yerini aldığı bir dönemdi. Bu süreç 1930’larda başladı, ancak savaş nedeniyle biraz gecikti ve daha sonra önemli ölçüde hızlandı. Dolayısıyla dünyadan çekilme, “kozmopolitliğe karşı mücadele” ve Rusya’ya karşı büyük bir komplo fikirleri birbirine karışmaya başladı.
1970’lerin siyasi ve hatta daha çok entelektüel liderleri iktidara geldiğinde ise devrim öncesi Rusya’nın idealleştirilmesi, doğaüstü-batıl inançlar, Veles’in kitabı ve bunun gibi şeyler.
Peki bu değişiklik neden gerekliydi?
İnsanlar en önemli fikirlerini gençken benimserler. Hem bireyler hem de tüm toplumlar veya ülkeler, bilinçli oldukları ve eklemlenmeleri gerektiği için ideolojik standartları değiştirebilirler. Ancak yarı bilinçli fikirlerin katmanını -kültürel ve politik mitolojiyi- değiştirmek çok zordur. Geçişler gerçekleşir, mitler herhangi bir insan toplumuna doğuştan taşınmaz ve genetik olarak miras alınmaz; ortaya çıkarlar, sürdürülürler ve sonra ölürler. Ancak derin bir değişim ya onlarca yıllık kültürel ve sosyal bir kargaşayı ya da büyük bir felaketi gerektirir. Dolayısıyla, ancak çocukluk ve ergenlik dönemini belirli bir tarihsel kesitte geçiren ve ardından gelecek neslin siyasi ve kültürel lideri haline gelen bir nesil kendisine öğretilenleri yeni koşullarda yeniden üretecektir.
Aynı zamanda, en azından 20. yüzyılda, Rusya’daki izolasyona yönelik herhangi bir hareket, başarısız bir “Avrupalılaşma” girişimini takip eder. 1917’deki bu girişim, kendini dünyaya küresel devrimin lideri olarak sunma girişimiydi. Bu kavramın başarısızlığı, 1920’de, Vistül Mucizesi olarak adlandırılan olay sırasında tam netlik kazandı. Kızıl Ordu’nun yenilgisi, Stalin’in tek ülkede sosyalizm doktrininin yolunu açtı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İmparatorluğun sınırları çarpıcı biçimde genişledi, ancak mantık aynı kaldı: Sınır karakoluna kadar geldik, onun ötesinde düşmanlar var.
Yani bu yaklaşım, sadece Putin’in kendi kişisel negatif duygularıyla ilgili değil mi?
İdeoloji, resmi ideoloji, ideolojik mücadele – bunların hepsi önemli şeyler. Ancak ideolojilerle ilgili en önemli şey, onların nasıl tüketildiğidir. Neden bazı ideolojik yapılar iyi satıyor, diğerleri ise sadece zihinsel alıştırmalar olarak kalıyor? Bu durum üzerinde belirleyici olan bir faktör, insanların dünya hakkında sahip oldukları ve genellikle üzerinde düşünmekte zorlandıkları fikirlerin varlığıdır. Ben buna politik ve kültürel mitoloji diyorum.
Negatif duygular, hayal kırıklığından kaynaklanır. Yeltsin’in halka veda ettiği ve bir halef seçtiğini duyurduğu son konuşmasını sık sık alıntılarım. Bu muhteşem bir paragraf: “Gri, durgun, totaliter bir geçmişten parlak, zengin, medeni bir geleceğe bir çırpıda sıçrayabileceğimizi düşündük. Buna bizzat kendim inandım. Ancak bu bir silkme işe yaramadı. Bazı yönlerden çok saf olduğum ortaya çıktı.”
Yeltsin saf değildi. Zeki, yetenekli bir politikacıydı. Ancak bu itirafın arkasında bir “dönüşüm efsanesi” yatar: Şimdi bizi 70 yıldır birbirimize bağlayan bu komünist ideolojiden kurtuluyoruz ve bu birleşikliğimizle hemen dünya medeniyetine katılıyoruz. Başlangıçta bu fikir işe yaradı. Geçmişteki sefaletimizi zafere çevirebilecek gerçek bir çarımız olduğuna dair bir his oluştu.
İşte bu gerçekleşmeyince, sanki kandırılmışız ve çar bir dolandırıcıymış gibi gelmeye başladı. Atılım gibi görünen bu şey bir yenilgiye dönüştü. Neoemperyal bir nostalji ortaya çıktı: Birdenbire, sanki daha önce hayatımız iyiymiş ve her şeyden önce harika bir ülkemiz varmış gibi bir sanrı oluştu, herkes bizden korkmuştu. Sovyet cennetindeydik ve kötü batının yılanı tarafından baştan çıkarılmıştık. Şimdi ise, başka bir atılıma ve başka bir gerçek çara ihtiyacımız vardı.
Mitler, en iyi sonucu birbirleriyle yankılandıklarında verirler. Büyük Dönüşüm ve Gerçek Çar, bunlar iki önemli mitolojidir. Ama daha az önemli olmayan üçüncü bir efsane daha var: Politik beden. İnsanlar bir bütün olarak organik bir birimi oluştururlar, ruh ve bedenden oluşan kolektif bir kimlik. Rusya’nın tarihsel yenilgisinin bu bütünün parçalanmasından ibaret olduğu fikri, işte bu temel fikre dayanmaktadır.
Rus Halk Masallarını okursanız, öcünün parçalara ayrıldığını ve parçaları bir araya getirmek için ölü suyla ıslatıldığını hatırlayacaksınız. Sonra üzerine canlı su dökülür ve o yeniden doğar. Ancak elleri ve ayakları kopmuş haldedir, ayağa kalkamaz. Önce tüm uzuvlarının, tekrar birlikte eritilmesi gerekir.
Bu fikir, resmi propagandanın uzun bir zamandan beri insanların zihninde canlandırıp durduğu bir fikirdir. Ancak neredeyse hiç kimse buna dikkat etmemiştir. SSCB’nin çöküşü, neden “en büyük jeopolitik felaket” oldu? Çünkü siyasi bünyenin parçalanmasıydı. Ve şimdi savaşı görüyoruz, yani ölü su. Önce her şeyi toplamalıyız, sonra üzerine canlı su dökmeliyiz ve işte bu yeniden doğacaktır.
Bu efsane, insanlara bir propaganda yoluyla ne ölçüde aktarılabildi?
İşte ideoloji ve mitoloji arasındaki fark budur. Bir efsaneyi bilinçli olarak içselleştirmek çok zordur. Ancak belirli ideolojik modellere uyarlamak mümkündür. Ve bu uyarlama, güçlü bir mitolojiye güvenirseniz işe yarayabilir.
Böyle bir durumda, bu efsanenin hem tüketicilerin hem de ideolojinin üreticilerinin zihninde mevcut olup olmadığından şüpheliyim. Ancak bir biçime sokulması gerekiyordu: Bizden ne koparıldı, önce nelerin bir araya getirilmesi gerekiyor vb.
Ve tam da burada, Kiev’e kadar geri giden Rus tarihinin klasik hikâyesi işe yaradı: Kaybettiğimiz asıl şey Kiev!
Kırım ve Kırım efsanesi [Kırım’ın tarihsel olarak Rus olduğu] hakkında 1997’de, bu olaylardan çok daha önce yazmıştım. Ardından, 2014’te, almaya başladığım davetlerin sayısına şaşırdım. Bu çalışmanın çoktan unutulduğunu düşünüyordum. Aniden herkes beni aramaya başladı ve yorum istedi. Potemkin ve Kırım’ın fethi hakkında konuşmam istendi.
Bu istekte bulunanlardan birine, “Yalnızca 18. yüzyıldan bahsedeceğim, ancak [sunumdan sonra dinleyicilerden] birçok soru gelebilir. Bu esnada kendimi aptal yerine koymayacağımı da değerlendirin” dedim. Uzun bir süre düşündükten sonra, “Bir anlaşma yapalım: ‘Büyük bir hata’ diyebilirsiniz ama ‘uluslararası eşkıyalık’ demeyin” cevabı verildi.
Daha yumuşak zamanlar…
Olduğunu söylüyorsunuz.
Ancak tüm Chersonesler [Sivastopol yakınlarındaki Taurian Chersonesos gibi antik Yunan kolonileri] ve onların dini-antik kolonileri ve Kırım. Bu hâlâ ikincil bir öneme sahip. Ama şimdi Kiev! Prens Vladimir [İskandinavlar tarafından kurulan büyük Kiev Rus İmparatorluğu’nu Hıristiyanlaştırdı], “Rus şehirlerinin anası Kiev”.
Yetkililer, öncesinde “Rus topraklarının nereden geldiği” sorusunu çözmeye çalıştılar: Izborsk Kulübü, Ladoga, Novgorod, tarihsel olarak bu açıklamalardan herhangi biri işe yarayabilirdi. Novgorod gerçekten önemli bir tarihi merkez. Ancak Novgorod örneği, bu kavramın hızla bir çıkmaza yol açtığını gösteriyor. Her şeyden önce Novgorod, Rurik Hanedanlığı’nın başlangıcı olan Varanglıların yapımıydı. Yabancıları çağırdılar: “Gelin bizi yönetin.” Bu fayda etmedi. İkincisi, daha da kötüsü, Moskova tarafından ve muazzam bir gaddarlıkla yok edilen bir Cumhuriyet oldu Novgorod. Ve Novgorod’u modern bir devlet kavramına entegre etmenin imkânsız olduğu kanıtlandı. Eskiye, Kiev Rus’una dönülmek zorunda kalındı.
Dev masasıyla Putin ve yeşil tişörtüyle Zelenski; bunlar da bilinçli birer ideolojik karardır.
Evet, hepimizin gördüğü Rus Güvenlik Konseyi toplantısı da bir başka “güç senaryosu”ydu. Zelenski çevresine ilişkin gördüklerimiz ise tamamen farklı bir hikâye. Ancak her ikisi de belirli mitlerden türetilmiştir. Rus tarihi ve politik mitolojisi hakkında zaten konuştuk. Ukrayna mitolojisi tamamen farklıdır. “Gerçek çar” figürüne değil, Kazak Askeri Demokrasisi fikrine dayanıyor. Ukrayna milli marşını dinlerseniz bunu görürsünüz.
Bu sebepledir ki, iki halkın birliğine dair bir tartışmadan bahsetmek mümkün değildir. Sadece farklı değil, aynı zamanda birbirine zıt olan iki siyasi mitolojiniz olduğunda, konuşacak neyiniz olabilir ki?
Aksine, artık bu sorunun yöneltilemediği izlenimine sahibim. Son aylarda, tarih onları en kanlı yollarla, aşırı bir maliyetle ama kesin olarak çözdü. Genel olarak, tarihin en dikkatsiz öğrencilere bile öğretmek üzere biriktirdiği sınırsız kaynakları vardır. Ancak bu dersler, bu derslerin bedelini hayatlarıyla ödemiş ya da ödeyecek olanları teselli edemez.
Andrei Zorin (1956, Moskova): Oxford Üniversitesi Ortaçağ ve Modern Diller Fakültesi’nde Rus Dili Profesörü.
Röportaj, çevrimiçi gazetecilik dergisi Meduza’da Artem Efimov’un yönetiminde gerçekleştirilmiştir. Infosperber bu röportajı İngilizce’den Almanca’ya çevirerek 7-8 Nisan 2022 tarihlerinde iki bölüm hâlinde yayınlamıştır.
[İsviçre’de yayın yapan günlük online gazete Infosperber.ch’deki Almanca orijinalinden (I. ve II. kısım) Ganime Gülmez tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.