ne iktidar mültecileri insani sebeplerle kabul etti ne onların gitmesini isteyenlerin derdi kadınların güvenliği. bir ülkede erkek şiddetine karşı mücadele, her şeyden önce erkekler için caydırıcılıkla başlar. bir türk, bir kürt, bir arap, göçmen olarak bulunduğu veya doğup büyüdüğü bir yerde, bir kadına cinsel tacizde bulunduğunda, hayatının gerektiği gibi kararacağını yani yargılanacağını, ceza alacağını, ayıplanacağını bilirse çok şey değişir
egemenlik ilişkileri sadece zora dayanarak yürümez. zorun rolü çok önemli tabiî ama aynı zamanda onları destekleyen, şiddeti meşru gösteren ideolojik araçlara, ayrımcılık biçimlerine ihtiyaç var. daha önce de yazdım, örneğin cinsiyetçilik patriyarka açısından böyle bir işleve sahip.
ırkçılık da sömürgecilikle birlikte ortaya çıkıyor, yerleşiyor, kurumsallaşıyor, farklı/benzer işlevler için devreye giriyor. 6-7 eylül’de servetin el değiştirmesi için ırkçılığa ihtiyaç vardı mesela. ya da avrupa’da göçmenlere farklı bir emek rejimi uygulanabilmesi için ırkçılık gerekli.
bir ideolojik bütünlük olarak ırkçılık, kendisinden aşağı göreceği bir “öteki”ye ihtiyaç duyar ama öteki yapıntı bir varoluştur. örneğin bir alman ya da bir amerikalı, tıpkı ermeniler gibi “gavur” olduğu halde, “çok afedersiniz” olmaz. öteki, dışlanması, aşağılanması gereken topluluğun bazı özelliklerinin altı çizilerek, bazen de o gruba bazı özellikler atfedilerek oluşturulur. yani öteki, öteki olduğu için ırkçılığa maruz kalmaz. ırkçılığın gereği olarak öteki haline getirilir.
hem sömürgecilik hem yerleşimci sömürgecilik hem de kölecilikle bağlantılı olarak ırkçılığın en güçlü olduğu topraklardan biri olan abd’de siyahların cinsel şiddete beyazlardan daha yatkın olduğuyla ilgili efsaneler 20. yüzyılın sonuna kadar yaşadı. siyah erkekler, bu yönde rivayetler çıkartılarak linç edildi, asıldı. köle sahiplerinin siyah köle kadınlara tecavüz etmeleri, onları sistemli biçimde cinsel hizmete zorlamaları tabiî ki suç sayılmıyordu. bunları netflix belgesellerinde bile görebilirsiniz. aynı şekilde, birçok siyah erkek, gerçek olmayan tecavüz iddialarıyla hapse atıldı veya asıldı. dünyanın en çok okunan gençlik kitaplarından harper lee’nin bülbülü öldürmek adlı romanı da böyle bir vakayı ele alır. oysa abd’de ikinci dalga feminizmin ilham kaynaklarından biri kölecilik karşıtı hareketler oldu; feministler bu ırkçı safsatalara prim vermedi.
ama bu sadece siyahlar için söz konusu değil.
irvin cemil schick, avrupa’nın sömürgeci söyleminde, doğunun, hamamlar, haremler vb. çevresinde, cinselliğe düşkün olarak tanımlandığını[1] çok ilginç örnek metinlerle gösterir. oysa bizler, tam aksine, batının cinsel pratiklere daha düşkün, bu konuda daha sınır tanımaz olduğunu duyduk! biraz tarafsız bir bakış açısıyla, iki yaklaşımı da destekleyecek veriler bulabiliriz; victoria dönemi ingiltere’sinin cinsel tutuculuğu, islam’ın cinsellikle ilgili sınırlamaları ilk ağızda aklıma gelenler…
türkiye, milliyetçi hezeyanlarla kendi halkına güvensizliğin el ele yürüdüğü bir ülke. türkçülük günü kutlayanlar, rahatlıkla “bu milletin adam olması çok zor”un türevlerini de benimseyebilir. batıcılık yani batının, toplumuyla, kültürüyle doğudan üstün olduğu fikri kemalistlerden islamcılara hemen her ideolojik iklimde yaygın. maalesef solcular da kendine oryantalizm diye tanımlayabileceğimiz bu hasletten azade değil.
türkiye, bir imparatorluğun devamı ama hâlihazırda zengin ve müreffeh olmayan bir ülke. bulunduğumuz bölgede benzer bir durumda olan iran var. iki ülkede modernleşme süreçlerinin işleyişindeki benzerliğe dikkat çekip şunu hatırlatmak istiyorum: başta arap halkları olmak üzere doğuya yönelik küçümseyici yaklaşımlar esas olarak genç cumhuriyetin batıcılığından kaynaklansa da imparatorluk tarihinin ve hafızasının da bu olguda izi var.
laiklik yanlısı türkiyeliler için arap halkları, farklı devlet ve halklar olduğunu bilmelerine gerek olmayacak kadar uzak. uzaktaki o muğlak resimde “arap”ın yalellisi ve entarisi var, kadınlar başını örter. bu resmin gerçeklikle bir ilgisi olmasına gerek yok; nitekim beşar ve esma esad’ı bu kadar sık görmemize rağmen bu varsayımlar değişmedi. diğer yandan, farklı arap halklarının farklı gelenek ve adetleri var. örneğin korkunç bir işlem olan kadın sünneti, afrika’ya mahsus ve ama sadece araplar arasında uygulanmıyor.
şimdilerde çok konuşulan, afgan ve arap kültürlerinin türkiyelilere tuhaf gelen adetleri var tabiî ki. ama örneğin berdeli ya da bir erkeğin kendisiyle evlenmek istemeyen kızı kaçırıp, tecavüz edip evlenmeye zorlamasını aklı almayan birçok halk da var. türkiye’de doğup büyümüş ama bunları aklı almayan çok insan da bulabiliriz. bu gayet olağan çünkü hiçbir halkın düşünce yapısı homojen değil, farklı fikirlerimiz, farklı bakış açılarımız var. hepimiz, ülkemizdeki her geleneğe sarılmıyoruz. ırkçı düşüncenin bir parçası da başka halkları homojen, katı yapılar saymak, herhangi bir halkın kültürüyle ilgili en sivri yönleri öne çıkartmak. zaten dikkatli bakmaya gerek görmeyenler sadece bunları görüyor, geçmişte kalan fikir ve resimleri güncel sayıyor. türkiye’de fes ve ferace takıldığına ilişkin varsayımlar gibi!
şunu da hatırlayalım, egemen olan ya da “üstün” sayılan halkın en kolay ele geçirilebilir unsuru kadınlar. “kendi” “anamıza, bacımıza” sahip çıkmamız, “hafifmeşrep, kolay ulaşılır, türk erkeğinin meftunu” batılı kadınlarla ilgili tahayyül ve saldırganlıkla el ele yürür. bunun kanıtları için uzağa gitmeye gerek yok. google’a “antalya, turist, tecavüz” yazdığınızda farklı yıllara dair, dehşet verici haberlere rastlarsınız.
bunları bilmeyenimiz olduğunu sanmıyorum.
türkiyeliler, hepimizin yakından bildiği bu kafa yapısıyla, 1960’ların başından itibaren, başta almanya olmak üzere çeşitli avrupa ülkelerine gitti. 1980’lere gelindiğinde, avrupa doğulu farklı halklardan göçmenlere ev sahipliği yapıyordu. ama avrupa’da, feministler arasında, -siyasal islam’ın yükselmesinden sonra islam ve mülteci karşıtı bir tutum alan alice schwarzer dışında- konuyu şiddet faillerinin kimliği üzerinden formüle eden olmadı. bu sadece ilkesel bir tutum değil. feminizm toplumcu bir düşünce, o yüzden şunun farkındadır: kaynaşmış olmasa dahi, hukuku, çalışma rejimi, mekânı ortak olan bir toplumda herhangi bir önlem ya da mücadele ancak o toplumu bir bütün olarak kavrayarak mümkün olur.
feministler şunu da bilir; bir ülkede erkek şiddetine karşı mücadele, her şeyden önce erkekler için caydırıcılıkla başlar. bir türk, bir kürt, bir arap, göçmen olarak bulunduğu veya doğup büyüdüğü bir yerde, bir kadına cinsel tacizde bulunduğunda, hayatının gerektiği gibi kararacağını yani yargılanacağını, ceza alacağını, ayıplanacağını bilirse çok şey değişir. erkek şiddetiyle mücadele her şeyden önce kamunun işi; bu öncelikle kolluğun yasaları uygulamasını gerektirir. sizce türkiye’de erkekler kadınlara/eşcinsellere/translara/çocuklara şiddet uyguladığında, yasalar gerektiği gibi uygulanıyor mu? sizce türkiye’de cinsel tacizde bulunan bir erkeğin binbir tane bahanesi olmuyor mu? bu ülkede devlet ve toplum erkek şiddetiyle mücadele konusunda kararlı olsa, buralı erkekler, burada tutunmaya çalışan erkekler de değişir.
şunu da görmek gerek. sosyal medyada önümüze bazı kadınların görüntülerini kaydeden erkeklerin görüntüleri çıkıyor. kimi erkekler bu kayıtları kendi hesaplarında paylaştığı için göçmen olduklarını anlıyoruz. ama bazıları marketlerin kameralarından alınmış, görüntüdekilerin kim olduğunu bilmiyoruz! pekala türkiyeli de olabilirler. çünkü okullarda merdivenin altına saklanıp sınıf arkadaşları olan kızları dikizlemek çok yaygındı, bugün telefon teknolojisinin bu pratiği “zenginleştirmiş” olması ihtimali yüksek! bu türden “pratik”lerin bu topraklara göçmenler aracılığıyla geldiği fikri zırvalık.
bir parantez açıp şunu da söylemek isterim. bu türden paylaşımların altında, bu erkekleri şiddetle cezalandırmaya hevesli olduğunu yazan başka erkekler oluyor. “bana denk gelse de dersini versem” tarzı esip savurmaları siz de görmüşsünüzdür. bunların palavra kapsamında ele alınması gerektiğine inanıyorum. toplu taşımada tacize uğrayan kadınlara hep başka kadınların sahip çıktığına şahit oldum. kadınlar, canları tehlikeye girdiğinde kendilerini hep kendileri savunuyor. cezaevleri erkekleri öldürmek zorunda kalmış kadınlarla dolu. çilem doğan, kendisini başka erkeklere pazarlamak isteyen kocasını öldürmek zorunda kalmıştı! “kötü” erkeklerin cezalandırılmasıyla ilgili erkek kararlılığı konusunda çarpıcı bir örnek vereyim; şarkıcı bergen’e hayatı zindan eden, onu kör eden, öldüren adam, onun hayatını -ve tabii kendisinin yediği haltları- anlatan filmi yaşadığı kozan’da göstertmemeyi başardı ve bir fiske dahi yemediği gibi yüzüne hakaret dahi edilmeden hayatını sürdürüyor. bergen’in hayranları da konserlerde kendilerini jiletleyen insanlar; gözlerinin ne kadar kara olabileceği konusunda bir fikir vermesi için hatırlatıyorum.
parantezi kapatıp hatırlatayım: feministler, ilk göç dalgasından beri türkiyeli erkeklerin zor durumlarından istifade ederek istismar ettikleri ve ailelerinden erkeklerin baskısı altında olan göçmen kadınlara DESTEK SAĞLADI. örneğin suriyeli genç kadınları ikinci eş olarak alan türkiyeli erkekleri gözardı etmedi.
işin bu kısmı feministleri ilgilendirir. bir de muhalefeti ilgilendiren daha genel mesele var.
geçtiğimiz on yılda inşa edilen ırkçı söylemler bugün kemikleşti, yüksek ve tehditkâr bir sesle dillendiriliyor. sol da simgeler üzerinden siyaset yapmaya devam ettikçe, o simgelerin içi boşalıp birbirine karışıyor. böylelikle, sosyal medya profilinde orak-çekiç olan biri, ümit özdağ için “adamsın” yazabiliyor. işlediği suçlarla zengin olurken kadın-erkek nice insanın hayatını karartmış sedat peker’in yine kimisi muhalif olan insanlar tarafından nasıl kahramanlaştırıldığı da ortada.
tekrar edeyim, farklı anlarda farklı politik işlevler görse de ırkçılık ideolojik ve ahlaki bir mesele. fakat böyle bir ortamda neyin ırkçılık olduğunu saptamaya dayanan bir politikanın sonuç alması mümkün mü? ideolojik zeminler kayganlaşmışken, servet her türden ahlaksızlığı örtebilirken ırkçı olmaktan, ırkçı sayılmaktan, ırkçılarla benzer argümanlara sarılmaktan rahatsız olan bir topluluk var mı?
o yüzden şu sorunun üzerinden gitmek bana daha anlamlı geliyor: neden bugünlerde bunu konuşuyoruz? bence bunun sebebi derin devlet denilen şeyin taraflarından birini temsil eden ümit özdağ ve zafer partisi’nin yüzde 0,5 oyunun artırılıp altılı masa karşısındaki gücünün artması. ümit özdağ ve çevresi, en fazla ilgi çekecek mevzuyu buldu ve nokta atışı yaptı!
çünkü bu toplumun ideolojik dokusunda, bir kısmını yukarıda saydığım sebeplerle ırkçılık var, her toplumda olduğu gibi ikiyüzlülük var ve bunları değiştirmek için, toplumun zihniyetini değiştirecek farklı bir mücadele gerekiyor.
almanya 1960’lardan itibaren göçmen kabul ederken işgücüne ihtiyacı vardı, türkiye işsizliğin çok yüksek, emeğin çok ucuz olduğu bir ülke. göçmenler, emeğin daha da ucuzlamasına sebep oluyor. ama defolmalarını isteyenler onlarla aynı işleri yapanlar değil.
iktidar cihatçılara hareket alanı açmak için sınırları açtı. bu insanları avrupa’ya göndermemek karşılığında büyük fonlar aldı, o fonların nasıl kullanıldığı çok karanlık. bu insanları ab’ye karşı bir koz olarak kullanıyor, 2020’de avrupa’ya açılan sınır kapılarının açılması vakasını hatırlarsınız.
ne iktidar mültecileri insani sebeplerle kabul etti ne onların gitmesini isteyenlerin derdi kadınların güvenliği.
bu kadar karmaşık ve derin bir konuda çözüm önerecek kadar haddimi bilmez değilim ama erkek şiddetiyle mücadele konusundaki birikimimizi ve kararlılığımızı kimsenin kullanmasına izin vermemek gerektiğinden eminim.
Dipnot:
[1] Batının Cinsel Kıyısı, Schick, İrvin Cemil, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2002.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.