Batı emperyalist ittifakının Rusya üzerindeki baskısının sonuç alıcı olabilmesi için, Türkiye’nin de bu baskıya tam olarak katılması zorunludur. Türkiye’nin katılmadığı bir Rusya ambargosunun başarı şansı azdır. Çünkü bu durum Rusya’nın direnmesine neden olacak ve Rusya’nın bu zaman kazanması ve direnmesi de zamanla Batı içerisindeki çatlakların büyümesine neden olacaktır. O zaman Rusya’yı tam sıkıştırmak için ABD-İngiliz ittifakı Erdoğan meselesini en kısa zaman içinde çözmeye çalışacaktır
İçinden geçilen konjonktürde Ukrayna, emperyalist dünya siyasetinin bir tür “kara deliği” haline gelmiş ve bu kara delik, Rusya ile başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok batılı devleti dolaylı bir savaşta karşı karşıya getirmiş durumdadır. Ukrayna savaşı aracılığıyla ortaya çıkan bu siyasi ve askeri kara deliğin, Türkiye’yi de içine çekerek daha da genişlemesi olasılığının doğru cevaplanması, başka bir sorunun doğru cevaplanmasını zorunlu kılmaktadır: ABD ile İngiltere, Rusya üzerinde böyle bir tarihsel baskı oluşturmuşlarken, Rusya’da Putin rejimi devrilmeden geri adım atarlar mı? Bir yönüyle Ukrayna kara deliğinin Türkiye’yi içine çekip ya da çekmeyeceği, ABD ile İngiltere’nin ve onunla birlikte hareket eden Batılı devletlerin, Rusya üzerinde baskıyı sürekli kılıp ya da kılmayacakları politikasıyla da yakından bağlantılıdır. O zaman öncelikli olarak bu soruya yanıt aramak gerekmektedir.
ABD Başkanı Biden ve yine Avrupalı devlet adamları, Rusya ile normalleşmenin Putin rejiminin devrilmesiyle bağlantılı olduğunu açıkça belirttiler. Rusya gibi bir devlette rejim değişikliği istemenin hemen dünden bugüne verilmiş bir karar olduğunu sanmak için oldukça saf olmak gerekir. Batı ittifak sistemi içerisinde, bütün devletler olmasa da en azından siyasi olarak beraber hareket eden bazı devletler arasında (ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda vs.) böyle bir siyasi konsensüsün uzun zamandan beri oluştuğundan kuşku yoktur. (Almanya’da bu politikaya daha çok Alman “merkez sağı” angajedir.) Bu siyasi ittifak ise, uzun zamandan beri Ukrayna’da Rusya’yı provoke eden politikaları özellikle de 2014 darbesinden sonra bilinçli bir şekilde devreye sokmuş ve bu politikaları Putin rejiminin hatalarıyla da birleştirmeyi başarmıştır. Bundan çıkan sonuç da Batılı devletlerin Ukrayna’da devreye soktukları Rusya politikasının bilinçli ve uzun dönemli olduğu ve de Putin rejimi düşmeden de geri çekilmeyecekleridir.
Eğer Batı emperyalist ittifakının bu politikasıyla ilgili analizimiz doğruysa, Batı’nın Ukrayna’daki savaşı daha da tırmandıracağı ve hatta dünyanın başka bölgelerinde ama özellikle de Rusya’ya komşu bölgelerde başka provokasyonları devreye sokarak ilerleyecekleri de aynı şekilde doğrudur. Haritaya baktığımız zaman, Rusya’nın can damarlarına basan bütün bölgelerle komşu olan tek ülkenin de Türkiye olduğunu görürüz. Bu durum kaçınılmaz olarak Türkiye’yi Batı ittifakının hedefi haline getirmektedir. Batı emperyalist ittifakı, Rusya’nın üzerine önce “ileri karakol ülkeleri”ni salan ve onu bu ileri karakol ülkeleriyle yıpratan, sonra da kendi birleşik askeri güçleriyle Rusya üzerine baskı yapan bir strateji oluşturmuştur. Birçok ülke ile savaşa sürüklenmiş olan bir Rusya’nın, Batı ittifakının askeri gücü karşısında tamamen savunmasız kalacağı hesap edilmektedir. Batı emperyalist ittifakının, Rusya karşısında bundan sonraki taktik adımının, Rusya’yı Ukrayna benzeri başka bir savaş ile karşı karşıya getirmektir. Siz şu işe bakın ki, yine bu noktada tek bir ülke vardır o da Türkiye!
Son on yıldan beri, Rusya’nın Ukrayna dışında, dolaylı olarak askeri bir biçimde karşı karşıya geldiği ikinci ülke Türkiye’dir. Rus savaş uçağının düşürülmesi, Rus büyükelçisinin şaibeli biçimde öldürülmesi (herkes ne olduğunu biliyor da!) ve yine otuz dört Türk askerinin Suriye’de öldürülmesi olayları, potansiyel olarak Türk-Rus ilişkilerinin ne kadar gerilimli olduğunu ve bir denge kaybı durumunda nasıl bir “yeni Ukrayna”nın ortaya çıkacağını göstermek için yeterlidir. Kaldı ki, bir Türk-Rus savaşının belirli bir zamandan beri oluşturulmuş bir siyasi altyapısı da vardır. Geçmiş bazı makalelerimizde bu duruma kısaca değinmiştik:
Daha önce başka makalelerde de belirttiğimiz gibi, Erdoğan’ın genel olarak Batı (ABD-AB ittifakı karşısında) ama özel olarak da ABD karşında uyguladığı temel bir politikası bulunmaktadır. Bu politikayı, ABD’yi direk karşıya almadan ve onun genel politikasını kabul ediyormuş gibi görünerek ama dolaylı yollardan da bu politikayı boşa çıkarmak olarak özetlemek mümkündür. Bu politikaya dolaylı strateji denilmektedir ve kaldı ki Erdoğan bu politikasını özetleyen bir de söylem geliştirmiştir: dik dur diklenme!
(…)
Erdoğan Trump gelince de aynı politikayı sürdürmüştür. Trump’ın İran rejimini devirme stratejisi ve bu temeldeki taktik politikalarına görünüşte angaje olduğunu gösteren birçok adım atmış ve Türkiye’nin ABD ile stratejik işbirliğine gireceği görüntüsünü oluşturmaya çalışmıştır. Erdoğan bu işbirliğinin ürünü olarak Rojava’ya operasyon yapmıştır. Hatta Erdoğan Trump ile olan bu görünüşteki taktik işbirliğini, MHP’yi kendisine bağlamak için de manivela olarak kullanmıştır.
Devlet Bahçeli ve MHP’nin Erdoğan ile ilişkisi ya da Devlet Bahçeli’nin Erdoğan’a desteği, Erdoğan’ın Trump’ın ABD’siyle çok kapsamlı stratejik işbirliğine gidileceği anlaşmasına dayandığını varsaymak mümkündür. Trump Obama’dan farklı olarak, bölgede Erdoğan Türkiye’sinin arzularına ve hırslarına gem vurmak yerine, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Orta Asya ve Kuzey Afrika’da onun önünü açan bir politika uygulamaya sokmuştur. Elbette Türkiye’nin önünün açılması ABD stratejisine bağlanan bir yapıya sahiptir. Örneğin ABD diğer müttefikleriyle İran rejimini devirmek isterken, Türkiye’nin Suriye rejimini devirmesine yeşil ışık yakmakta ve geri planda bütün desteği vereceğini belirtmektedir. Bu politika yani Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi Türkiye’nin Rusya ile direk savaşa girişmesi demektir. Zaten ABD İran rejiminin devrilmesi sırasında Rusya’nın Türkiye ile oyalanmasını istemekte ve İran’a müdahalesinin önüne geçerek, Türkiye aracılığıyla onu Suriye’ye çivilemek istemektedir. Böylece Rusya ile savaşan bir Türkiye giderek daha fazla ABD’ye bağımlı hale gelecek ve ABD stratejisinin dışına çıkamayacaktır.” (Kemal Erdem, Erdoğan, Joe Biden ve Manevra, Sendika.Org)
Olayların okur tarafından daha iyi anlaşılması için kısa bir özet yapalım ve öyle ilerlemeye çalışalım: Bugünkü Biden stratejisi, Obama dönemi stratejisinin bir devamı ama güncellenmiş şeklidir. Obama’nın Başkan olduğu zamanki önceliği, Ukrayna üzerinden Rusya’yı sıkıştırmak değildi ama ani ve beklenmeyen olaylar, Obama stratejisi üzerinde dalgalanmalar yaratarak değişiklik yarattı. Göreve geldiğinde ilk olarak İran rejimini devirmek istiyordu ve bunun için ABD ile müttefiklerinin siyasi, ekonomik ve askeri baskısını İran üzerinden kurarak, dolaylı askeri güçlerle (IŞİD, El Kaide vs.) de onu yıpratıp ve içeride reformcuların bir tür zafer kazanmasını sağlamak istiyordu. Bu zaman zarfında beklenmedik iki olay yaşandı. Tunus’ta patlak veren Arap Baharı ve bunun Suriye’ye ulaşarak içsavaşa neden olması. Diğeri ise 2013-2014’te Ukrayna’da yaşanan kargaşalık ve Batı yanlılarının Rus yanlılarını darbe ile devirmeleri. İlginç bir şekilde Obama önceliğini 2014’ten itibaren değiştirerek, İran rejimini devirme siyasetini, Ukrayna üzerinden Putin rejimini devirme siyasetiyle değiştirdi. Zaten ABD Suriye’de rejimi devirme girişimini 2013’te dondurmuştu ve bu politikaya 2015 yılında İran ile yapılan nükleer anlaşmayı da ekleyerek ve bu ülkedeki rejim değişikliğini de askıya alarak, belirli bir süre Ortadoğu’yu “dondurdu”. Ama bu dondurmayı da doğru anlamak gerekir. Bu mutlak bir dondurma değil göreceli bir dondurmaydı yani görünürde bu rejimler yıkılmayacaktı ama kuşatmaları devam ederek, Rusya üzerindeki baskının oluşumuyla senkronize edilecekti. Rusya üzerinde oluşturulan baskıdan sonra ve bu baskıyı destekleyecek şekilde bu rejimlerin yıkılması da devreye sokularak aynı anda ter tarafa topyekûn baskı ya da hücum-pres yapılacaktı. Ama bunun için Rusya’ya karşı politikanın bir noktaya kadar ilerletilmesi gerekiyordu. O zamanlar biz buna bir anlam verememiştik ancak şimdi Ukrayna sorunuyla bunun bilincine tam olarak varabilmekteyiz.
Ukrayna’daki 2014 darbesinden sonra Batılı güçler, NATO üzerinden Ukrayna ile Doğu Avrupa’ya büyük bir askeri yığınak yapmaya başladılar. Ama olayların bir üst düzeye tırmanması için 2016 ABD Başkanlık seçimlerinin bir Demokrat aday tarafından yani Hilary Clinton tarafından kazanılması gerekiyordu. Hilary Clinton’un kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu ve bir yandan da ABD propaganda makinası ABD seçimlerini, Rusya’nın Trump lehine manipüle ettiği yalanını yayıyordu. Amaç 2016 seçimleri kazanıldıktan sonra, bugün Rusya’ya yapılan ambargonun aynısını yapmak için malzeme elde etmekti. Eğer Hilary Clinton seçimleri kazansaydı, Rusya’nın ABD seçimlerini manipüle etmeye çalıştığı yalanına yaslanarak, bugünkü ambargonun aynısını devreye sokacaktı. Ama Trump seçilince ve önceliği Çin ile İran rejimlerinin yıkılması politikasına verince, bu politika Biden seçilene kadar askıda kaldı. Ama bu zaman zarfında da elbette boş durulmadı ve Zelenski gibi bir lider, medya aracılığıyla (Fransa’da büyük tekellerin Emmanuel Macron’u yaratması gibi) İsrail üzerinden adeta sıfırdan yaratıldı ve de Ukrayna ulusu saçından tutularak sürüklene sürüklene felaketin içine Batı emperyalistlerinin emelleri için götürüldü. Bu felaket yaratıldığı zaman, felakete uğrayan halk bilmeden ve ateşli bir şekilde celladını alkışlıyordu. Yaklaşık olarak yüzde yetmiş bir oy ile Zelenski seçildi ve bir adım sonrası olan yani Trump’ın kaybetmesi ve de Demokrat bir başkanın kazanılması beklenildi. Zaten her şey bir zaman meselesiydi.
İşte Biden seçimleri kazanınca, Obama döneminde başlanılan ama yarım kalan, Ukrayna üzerinden Rusya’yı baskı altına alma politikasına tekrar geri dönüldü. ABD’nin dünya siyasetinde bu vites büyütmesi yani Suriye ve İran rejimlerini devirmeyi bırakıp, direk Rusya’daki rejimin devrilmesine geçmesi, dehşet bir olaydır ve sonuçları tarihsel ve dünya ölçeğinde olacaktır. Rusya’daki Putin rejimi yıkıldıktan ve Rusya baskı altına alındıktan sonra, İran ve Suriye rejimlerinin yıkılması hiç kuşkusuz daha kolay olacaktır. Ama Rusya’daki rejimi devirme işi uzun sürerse ve giderek Batı toplumlarına maliyeti yüksek olursa ne olacaktır? Suriye’de de Esad rejiminin on beş gün içinde devrileceği sanılıyordu ama aradan on yıldan fazla bir zaman geçti. Biden ile Johnson, Ukrayna üzerinden tarihin bir kapısını aralamaktadırlar ama bu kapının arkasında ne olduğunu onlar da bilmemektedirler.
Obama stratejisiyle Biden stratejisi arasındaki en önemli fark Türkiye’ye ilişkindir. Obama, Bill Clinton politikasının bir tür devamı olan bir politikayı uygulayarak, Türkiye’nin AB üyesi olması ve bu temelde AB üzerinden Türkiye’nin Batı emperyalistlerine sıkıca bağlanmasını öngören bir politika güdüyordu. Clinton Türkiye’nin gerekli AB reformlarını yapması için, Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye vererek bir çatışmasızlık ortamı oluşturdu ve Gülen Cemaati ile AKP ittifakını da iç politikada oluşturarak bu çabayı güçlendirmeye çalıştı. Ama “evdeki hesabın çarşıda uymaması” bütün bu politikaların boşa gitmesine neden oldu. Obama başkan seçilince bu sefer de Türkiye ile PKK’nin barış yapması için bastırdı. Amaç barış ortamında Türkiye’nin demokratikleşeceği ve AB için reform yapacağıydı. Ama Erdoğan ve partisinin karakterini yanlış analiz eden ABD boşa düştü. Çünkü bizzat Erdoğan’ın kendisi demokratikleşmeyi istemiyordu ve ülkenin demokratikleşmesi önünde engeldi. Obama dönemi sona erdiğinde ve ABD Ukrayna üzerinden Rusya’yı hedefe koyduğunda durum buydu.
Şimdi temel soru şudur: Biden, Türkiye karşısında Clinton ve Obama gibi mi davranacak yoksa Trump gibi mi davranacak? Biden AB’ye üye bir Türkiye mi istiyor yoksa Pantürkist-Panislamist heveslerle hareket eden bir Türkiye mi istiyor? Bu soruya vereceğimiz doğru cevap bize, Türk iç politikasında yakın zamanda yaşanacak politik kırılma hakkında bir fikir verecektir.
İlkesel yönden baktığımız zaman, Biden’ın bir Demokrat ABD Başkanı olarak Clinton ve Obama çizgisini izlemesi gerekir. Gerek Türk iç politikasında ve devlette milliyetçi-dinci faşist ağırlığın gerekse de ABD iç politikasındaki faşist ağırlığın devasa boyutlarda ortaya çıkması, Biden’ı kendinden önceki Demokrat başkanlardan ayıracak farklı bir politikaya itecek gibi görünmektedir. Bir yandan 2013’ten sonra, AKP’nin açıktan dinci-faşist bir yönelime girmesi ve 2016 yılından itibaren de MHP ile koalisyon kurarak Tek Adam rejimine yönelmesi ve de bu temelde devletin tamamen dönüşümünü gerçekleştirmesi (ki Trump yönetimi de buna katkıda bulunmuştur), öte yandan da Türkiye’deki bu totaliter dönüşümün Avrupa üzerinde olumsuz etki yaparak, AB ile Türkiye arasındaki politik ve kültürel ayrıştırmayı devasa boyutlara getirmesi, ABD’nin hemen aşabileceği bir sorun değildir. Bütün AB’yi Türkiye noktasında dönüştürmek ne kadar zor ve imkânsız ise aynı şekilde şu anki Türkiye’yi de AB noktasında dönüştürmek de zor ve imkânsızdır. Kaldı ki, Ukrayna-Rusya savaşının neden olduğu aciliyet de eklendiği zaman, şu anki Türkiye’yi temel alarak Türkiye’ye bir rol biçmek, Biden açısından en doğru yaklaşım olacaktır ki bu noktada pragmatizm Biden’ın Türkiye noktasında temel siyaseti olacaktır. Bu pragmatizm ise, Biden’ı Clinton ve Obama siyasetlerinden uzaklaştırarak Trump’ın Türkiye siyasetine yaklaştırabilir ve bu yaklaşımın Türk iç politikasındaki izdüşümünün analizi ise temel bir öneme sahiptir. Bu politik izdüşümün doğru değerlendirilmesi, bir yandan bize iktidar bloku içerisindeki hegemonyanın evrimi, öte yandan da iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerin ama özellikle de iktidar ile Millet İttifakı arasındaki ilişkilerin evrimi noktasında önemli ip uçları verecektir.
Biden Başkan seçildiği zaman hem Erdoğan hem de Bahçeli panik yaptılar. Başka bir şekilde belirtirsek aralarına “kara kedi Biden” girdi ve Trump döneminde oluşturulan koalisyon sallanmaya başladı. Trump AB’ye üye bir Türkiye’den ziyade, Pan-Türkist ve Pan-İslamist ama ABD’nin stratejik ortağı olan ve onunla birlikte Karadeniz’den Kafkaslara, Orta Asya’ya, Ortadoğu ve Akdeniz’e kadar olan bir alanda yayılma arayan bir Türkiye istiyordu. Çünkü böyle bir Türkiye Batı’ya yaslanarak saldırgan olacak, Rusya, İran ve Suriye ile savaşacak ve bu temelde de sürekli ABD’ye bağlı kalarak, ABD için de bir atlama tahtası olacaktı. Erdoğan dolaylı stratejik tutum gereği bu politikayı kabul ederken yani Trump yönetimine taktik yaklaşırken, bir yandan Trump yönetiminin beklentilerini yönetiyordu, öte yandan da zaman kazarak Trump döneminin bitmesini bekliyordu. MHP’yi yanına alması Trump yönetimine bir mesajdı ama Trump yönetimine yaklaşması da MHP’ye bir mesajdı. MHP AKP iktidarının Trump yönetimi ile tam stratejik ittifak yaparak, Orta Asya ve Ortadoğu’da Pantürkist ve Panislamist bir şekilde yayılmasını istiyordu. Bu yayılmanın ise Rusya, İran ve Suriye ile savaşa neden olacağını ama bu savaşın ise Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm noktasında kaçınılmaz olduğu anlayışına sahiptir. İlginç bir şekilde ABD yönetimlerinin Rusya ve Çin politikalarıyla, MHP politikaları arasında bir örtüşme söz konusudur.
İşte Biden seçildiği zaman, Erdoğan ile Bahçeli, ABD’nin Türkiye’yi AB üzerinden Batı’ya yanaşması noktasında sıkıştıracağını sandılar. Bu durum AKP’nin MHP ile koalisyonu çözmesi ve Trump döneminde MHP’ye verilen sözlerin çöpe atılması demekti. Erdoğan’ın Biden karşısındaki tutumu, MHP ile yapılan anlaşmanın samimiyeti noktasında da bir test haline geldi. Erdoğan göstermelik bir AB’ye yaklaşma politikası geliştirdi ve bunu tamamlayan adımlar attı: Ermenistan ile normalleşme, İsrail ile normalleşme, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile normalleşme vs. ama iç politikada oyların düşmesinden dolayı MHP ile kopuşmayı göze alamadı.
Şimdi bir soru soralım ve yanıtlamaya çalışalım: Biden Erdoğan noktasında tam olarak neden rahatsızdır? Erdoğan’ın anti-demokratik olmasından mı yoksa çok önemli bölgesel meselelerde Batı’dan ayrı hareket etmesinden mi? Biden için Erdoğan’ın MHP ve Devlet Bahçeli ile ittifakı pek bir sorun teşkil etmemektedir ama ABD politikalarıyla tam örtüşmeyen ve denge politikası Biden için bir sorundur. Bundan çıkan sonuç da, MHP’nin anti-demokratik olmasına rağmen (buradaki sorun ise ABD’nin AB ile ilişkilerini sorunlu hale getirmesinden dolayıdır) ABD’nin Rusya, İran ve Suriye politikalarıyla örtüşmesi, Ukrayna üzerinden Rusya’ya uygulanılan baskı politikası ve bunun sürdürülmesi ve de aciliyeti gözönüne alındığında, Biden yönetimi ile MHP’nin ve onunla hareket eden devlet içindeki kliklerin giderek politik olarak yaklaştıklarından ya da yaklaşmak zorunda olacaklarından (düz bir çizgi şeklinde olmasa da ve çalkantılı bir şekilde olsa da) kuşku yoktur. Çıkarların tarihsel kesişmesi bu iki politik yapıyı birbirine doğru çekmektedir.
Ukrayna-Rusya savaşı ve bu savaşta Rusya’nın sergilemiş olduğu zayıflık hem Batı emperyalist ittifakı içinde Rusya’ya karşı düşmanca tutumların sürdürülmesinde bir cesarete neden olmuş hem de Türkiye’deki Pan-Türkist ve Pan-İslamist çevrelerde Rusya’nın bu zayıflığından yararlanılması anlayışına neden olmuştur. Devlet Bahçeli’nin kendi partisinin boyuna bakmadan, bu kadar iddialı oluşu ve herkesi tehdit eden yapısı işte giderek ABD ile kendi stratejilerinin bu örtüşmesinden kaynaklanmaktadır. ABD ile İngiltere olayların tarihsel baskısı altında, giderek desteklerini Batı ile birlikte hareket etmek isteyen ve bu temelde tam olarak iktidara gelmek isteyen kliklere vermek zorunda kalacaklardır.
Batı emperyalist ittifakının Rusya üzerindeki baskısının sonuç alıcı olabilmesi için, Türkiye’nin de bu baskıya tam olarak katılması zorunludur. Türkiye’nin katılmadığı bir Rusya ambargosunun başarı şansı azdır. Çünkü bu durum Rusya’nın direnmesine neden olacak ve Rusya’nın bu zaman kazanması ve direnmesi, zamanla Batı içerisindeki çatlakların büyümesine neden olacaktır. O zaman Rusya’yı tam sıkıştırmak için ABD-İngiliz ittifakı Erdoğan meselesini en kısa zaman içinde çözmeye çalışacaktır. Bu noktada Erdoğan’ın önünde üç seçenek mevcuttur:
Şu andaki uluslararası ve iç politik konjonktür, Millet İttifakı’nın gelecekte ortaya çıkacak olan darbe mekaniğini önleme yetenek ve gücünün olmadığını ortaya koymaktadır. Millet İttifakı’nın “politik bir spekülasyon balonu” olup olmadığını, onun bu darbeye karşı vereceği tutum ve bu darbeyi durdurma yeteneği ve gücü belirleyecektir. Bizim açımızdan sorunun cevabı bellidir. Bu ittifakın Türkiye’nin üzerine doğru gelen büyük felaketi durdurma gücü ve olanağı yoktur. Ama bunun bir avuç aydın tarafından bilinmesi ayrı şeydir, milyonlarca insanın bilincine kazınması ayrı şeydir. Bundan dolayı “zorunlu bir bekleyiş” durumu söz konusudur. Millet İttifakı darbe mekaniğini durduramadığı zaman, kendisi büyük bir devlet terörünün hedefi haline gelerek, HDP’nin konumuna sürüklenecek ve hatta başta CHP olmak üzere birçok partinin kapısına kilit vurulacaktır. İşte o zaman emperyalistlere dayanılarak “ülkenin işgali içeriden tamamlanmış” ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki durum ortaya çıkmış olacaktır. Bu fiili durum CHP’nin halkı uzun bir zamandan beri seçimlerle oyaladığı politikanın da sonu olacaktır ve şu an uygulanılan politikanın temelleri de yok olacaktır.
Emperyalist dünya savaşına Batı emperyalistlerinin yanında “bir avuç darbeci”nin marifetiyle sürüklenecek olan Türkiye kaçınılmaz olarak “Kurtuluş Savaşı” stratejisine geçmek zorunda kalacaktır. Devrimci ve demokratik hareketin sıkı bir ittifakı temelinde ortaya çıkacak olan bu Kurtuluş Savaşı’nın kapsamı, programı, stratejisi ve taktik yapısı başka makalelerin konusudur ancak bu mücadelenin oturacağı iki ayak (yumuşak ve sert güçler) olacaktır ve bütün halk bu siyasetin etrafında kenetlenmek zorunda kalacaktır.
Türkiye AKP iktidarının politikaları sonucunda, ekonomik ve politik olarak emperyalistler karşısında savunmasız hale gelmiştir. Ukrayna’yı saçından ve başından tutarak Rusya ile kafa kafaya çarpıştıran ABD ile İngiltere aynısını Türkiye için yapmaya çalışacaklar ve Türkiye’de iktidarı kaybetmek istemeyen kliğin, iktidarda kalma zaafını kullanarak Türkiye’yi de Ukrayna gibi Rusya ile kafa kafaya çarpıştıracaklardır. Türkiye son yirmi yılda ortaya çıkarmış olduğu siyasi yapıdan dolayı bu kaderden kaçınamaz. İktidar ile muhalefet arasında oluşan kapanmaz açı, Türkiye’yi felaketin eşiğine getirmiştir. Ukrayna’ya zerre kadar acımayan ABD ile İngiltere Türkiye’ye de zerre kadar acımayarak bir tekme ile onu uçurumdan aşağı atacaklardır!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.