“Siyaset, sorunları sıralayıp, genel geçer çözümler ifade etmekle olmuyor. Partilerin programları kolaj resim gibi neredeyse bütün sorunları gösteriyor ama toplumu kavrayan, yaşamı değiştiren bir siyasete dönüşmüyor. Devrimci siyaset yaşanan hiçbir sorunu görmezden gelemez. Sorunların çözümünü de köklü olarak doğrudan taraf olanlarla birlikte ortaya çıkarmak durumundadır”
Mahmut Memduh Uyan’la üç bölümlük söyleşimizin ilkinde bugünün devrimci siyasetinin geçmişle ve gelenekle nasıl bir ilişki kurması gerektiği, ikincisinde de güncel Türkiye siyaseti içinde sosyalistlerin konumlanışı üzerine konuşmuştuk. Bu üçüncü ve son bölümde ise dünyanın genel gidişatı, Ukrayna savaşı ile başlayan tartışmalar ve çağımızın büyük altüst oluşunun ürettiği yeni toplumsal sorunların gösterdikleri üzerinde duruyoruz.
Emperyalist sistem içi çatışmaların iki kutuplu dünya döneminin kavramlarıyla açıklanmasını, Rusya’ya ya da NATO ittifakına ilericilik atfedilmesini doğru bulmadığını belirten Uyan, derinleşmemiş bir emperyalist paylaşım savaşı yaşandığını söylüyor.
Kapitalizmin hakim olduğu bu dünya karşısında başka bir dünya umudunu diri tutan gelişmelerin de yeni tipte işçi sınıfı direnişlerinde, kadın hareketinde, dünyayı kuşatan tüm sorunlar karşısında halkın siyasete doğrudan katılımına imkan sunan meclisleşme eğilimlerinde olduğunu belirten Uyan, sorunları sıralayıp genel çözümler ifade etmenin gerçek bir etkisinin olmadığını, devrimci siyasetin, çözümü doğrudan sorunların muhataplarıyla üretmesi gerektiğini vurguluyor.
Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte başlayan tartışmalarda kimisi zaten başlamış olan bir tür 3. Dünya Savaşının devamından, kimisi yeni bir soğuk savaştan, öyle ya da böyle pek çok kişi dünyanın yeni bir döneme girdiğinden söz ediyor. Bu savaş ve yeni dönem tartışmalarına ilişkin fikriniz nedir?
Ukrayna savaşı olmasaydı da Suriye, Irak, Libya üzerinde zaman zaman değişik alanlarda çatışmalar, savaşlar oluyordu. Bu sadece yerel dinamiklerin sorunlarından kaynaklanan bir şey değildi tabiî ki. Dünya genelinde gelişen ilişki ve çelişkilerden, hegemonya meselesinden çıkıyordu. Şu da doğrudur: yeni bir hegemonyanın nasıl oluşacağı, olup olamayacağı, Batı diye ifade edilen esas olarak ABD’nin uç noktada hakimiyetinin sürdürülüp sürdürülemeyeceği ya da boşluklar tesis edilip hakimiyetinin istediği anlamda kurulup kurulamayacağı meselesiydi. Görünüyor ki İngiltere ve ABD ile çok yakın görünüyor olsa bile Batı denilen kesimin de kendi içinde çok bütünlüğü yok. Diğer yandan Çin, çok militarist ya da politik alanda çok iddialı duruşlar sergilemese bile ağırlığını ortaya koyup geri çekilmediği gibi her gün daha iddialı ya da iddiasını gösterir bir pozisyona doğru gidiyor. Bu noktada ben adı konulmamış, derinleşmemiş bir 3. Dünya Savaşı sürüyor diye düşünüyorum. Bu bir tür, paylaşım, hegemonya savaşı. Yani hangi sermayenin hakimiyetinin olacağı savaşı olmuş oluyor. Ukrayna meselesini de o noktadan görüyorum.
Sovyetlerin dağılma sürecinde Rusya’ya karşı verilen sözler; çözülen, dağılan ve ölmekte olana onun rahat ve mutlu ölmesi için söylenebilecek sözler gibiydi. Bir kıymeti harbiyesi yok. ABD, NATO, Batı ne diyorsa karşısındakinin ölmesini, çözülmesini kolaylaştırmak için söylediği sözlerdir. Yoksa o sözlere uyacağız diye bir şey söylemiyor. Tabiî ki oraya hakim olma meselesi var. Tabiî ki kapitalizm her alanda hakimiyetini oluşturdu. Dünyada kapitalizm, neoliberalizm hüküm sürüyor. Şimdi çatışma Soğuk Savaş diye tanımlanan dönemdeki gibi farklı kampların, farklı ideolojik yapılanmaların ürünü olarak değil. O zaman ister reel ister başka tanımlar getirilsin, Varşova-Sovyet paktı ekseninde o günkü kapitalizmle problemleri olan, ayrışan bir kesimin varlığıyla diğer kesim arasındaydı. Ve bu emperyalist-kapitalist kesim NATO eksenliydi vs. Bunun ideolojik ayrımları güçlüydü. Ve soğuk savaşı o eksen üzerinden yapabiliyordu. Yani komünizm gelirse Amerika’daki herhangi bir sıradan insanın kafasında arabasının, evinin, bağının, bahçesinin elinden alınabileceği zannı vardı. Ya da başka kendince özgürlük diye tanımladığı şeylerin yok olacağını düşünüyordu. Orada bir tür Soğuk Savaş’ın tarafı haline getirebiliyordu. Şimdi kapitalist dünyadayız. Kapitalizm, neoliberal politikalar neyse hepsi her yerde hâkim olan buysa bunun birbirine karşı soğuk rüzgar yaratabilmesi ve taraflaştırabilmesi hangi eksende olacak? Ortaya koydukları, “otoriter yapılar, demokratik değiller; biz demokrasiyi savunuyoruz” gibi bir şey oluyor. Bizim bu Ukrayna meselesini tartışırken Hasan Cemal gibi, Cengiz Çandar gibi, Ergun Babahan gibi benzeri birtakım insanlar tartışmalarını öyle bir yürütüyorlar ki Amerika’yı demokrasi ve özgürlük havarisi gibi koyuyorlar. Bu nasıl ortaya koyuluyor anlamıyorum çünkü çok komik bir durum yaratıyor.
ABD kendi içinde daha dün siyahların boynuna basıp öldürüyordu. Sağlık sektöründeki çöküntü, evsiz yığınlar dahil iç durum… Onun dışında Latin Amerika’da daha yeni Maduro’ya, Venezüella’ya, Küba’ya yaptıkları… Geçelim Irak’a, Libya’ya, İran’a yönelik operasyonları… Böylesi bir yapının demokratik bir dünya inşa edeceğini önermeleri komik oluyor aslında. Bunun üzerine Soğuk Savaş inşa etmek zor diye düşünüyorum. Orası demokrasi de öbür taraf otoriter/faşizm denmesi bana çok açıklayıcı gelmiyor. Kime açıklayıcı gelir, onu bilmiyorum. Bu noktada bu dünyada yeni çelişkilere taraflaşmak eskisi kadar kolay olmaz. Bunun için daha çok fazla gerekçe üretmeleri gerekir diye düşünüyorum.
Ukrayna savaşı kamplaşma noktasında bir sıçratma yarattı ve kötülüklerin önünü açtı. Kötülükleri çoğaltacakları bir döneme girildi. Ama bu çatışma uzadığı noktada… Tabiî ki burada Rusya’nın başlattığı savaş ve işgali doğru bulmuyoruz. Ve tabiî ki karşıdakiler (Batı kampını söylüyorum, sadece Ukrayna’yı değil) işgale ve savaşa uğramış gibi bir mağdur durumda değil. Ama Ukrayna burada koçbaşı da olsa istedikleri gibi (faşist, şuydu buydu vb) tanımlasalar da, işgal edilmesi doğru değil. Öte yandan Batı kampının burada demokrasi havariliği falan da kimsenin kabul edebileceği bir şey değil. Açık ki kendi emperyalist çıkarlarının ve hegemonya çatışmasının bir parçası olarak yaklaşıyorlar. Bunu örtmeye ve propagandayla kendi taraflarını güçlendirmeye çalıştıklarını görüyoruz, katılmıyoruz. Böyle bir dünya zaten istemiyoruz. Amerika’nın hâkim olduğu bir dünyayı istemem. Rusya’nın, Putin’in hâkim olduğu bir dünyayı da istemeyiz. Ukrayna’daki Zelenski yapısını da doğru bulmuyoruz. Biz başka bir dünya istiyoruz.
Az önceden beri tartıştığımız toplumun daha eşit ve özgür temelde katılacağı, kendi kimliğini, inançlarını daha rahat ifade edip yaşayacağı, eşit olacağı, özgür bir dünya istiyoruz. Sermayenin hâkim olmadığı, toplumun hâkim olduğu… Ben doğrudan demokrasiyi istiyorum zaten. Ben iktidarsız iktidarları istiyorum. Bu anlamda biz bu savaşın tam karşısındayız. Savaşan güçler anlamında baktığımızda biz burada biri kazansın ve o dünyaya hâkim olsun peşinde değiliz. Biz barış istiyorsak özgür, eşit, demokratik ve doğrudan toplumun kendi demokrasisini ve iktidarını kuracağı bir dünya olsun diye istiyoruz. Bu kadar açık olunması gerekir.
Gelişen dünya ilişkilerindeyse, ABD, İngiltere ve Batı kendi içinde daha öne çıkmış gözüküyor olsa bile mesela uzayan çatışma, Ukrayna-Rusya arasındaki ve Batı arasındaki bu işgal, savaş benzeri şeyler uzarsa kimin lehine olacağını da tam bilmiyorum. Batının lehine olacağını söylüyorlar ama Batıyı da o kadar bir arada tutacağını zannetmiyorum. Bu kadar Ukraynalıyı misafir etmeleri, kendi toplumlarına içselleştirmeleri problemdir. Oraya savaşmaya gidecekler vs… Aslıda birkaç ay önce farklı bir yaşam içindeyken birkaç ay sonrasında böyle bir farklı yaşamı, işte petrol pahalı, ısınması pahalı, enflasyonu yüksek, işsizlik ve üstüne bir sürü göçmen, mülteci vb… Avrupalı da çok fazla huzurunun kaçmasını istemez. Bu nedenle uzayan sürecin kime ne getireceğini bilmiyorum ama bir kötülükler dönemi, kötülerin daha inisiyatif kazandığı bir dönem… Burada bizim esas olarak tümüne karşı çıkarak, ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların… “Hayır kardeşim, sizin sermaye hakimiyetinizin de karşısındayız. Biz savaşsız, sömürüsüz başka bir dünya istiyoruz. Daha eşit olsun, daha özgür olsun, kadınlar da eşit olsun, diğer ayrımcılığa uğrayan kesimler de” diyeceğimiz bir dünya olmasının peşindeyiz. Bunu da çok açık ifade etmemiz lazım. Biz başka bir dünya isteriz ve bunu daha yüksek sesle söyleyip bunun tarafını oluşturmamız gerekiyor. Sorun burada asıl.
Yüzyıl önce hem nesnel hem sübjektif koşullar gereği “çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır” denebiliyordu. Şu anda ise kimisinin “buzul çağı”, kimisinin “geçiş dönemi” dediği bir belirsizliklerle dolu bir ara dönem algısı var. Bugün de çağa özgü uçlar çıkarsak, hem bu dönemin iktidarına hem de muhalefetine ilişkin, saldırıyı da umut veren yeni dinamiği de gösteren uçlar nedir? Bir yanıt ortaya koyabilir miyiz? Yanıt değilse bile doğru sorular nelerdir?
Şöyle denebilir. Çok fazla ezberin olmamasına bile bir yönüyle pozitif açıdan bakılabilir. Ezberin çok olmaması yeni şeylerin üretilebilmesine de imkân hazırlayabilir. Ama kötü yanı, dinamiklerin oluşması ve dağılması hızlı oluyor. Daha kalıcı ve istikrarlı hareketlerin olması ve birbirini taşıması açısından, düşüncelerin ve kavramların daha gelişmiş olması da gerekiyor. Bunlar birbirini etkileyen şeyler.
Kadın hareketlerinin dönem itibariyle daha canlı olması göze çarpıyor. Onun ötesinde özellikle esnek üretimin yaygınlaşmasıyla, emek alanında olan dağınıklık ve fordist dönemdeki gibi güçlü sınıf hareketlerinin, sendikal, ekonomik-demokratik düzeyde de uzun süredir ortaya konamadığı koşullarda da yavaş yavaş emek alanında da değişik biçimlerde tepkilerin ön plana çıktığı bir sürece giriliyor. Bu da çok olumlu bir şey. Devamının kaçınılmaz olarak geleceğini sanıyorum. İnşaat sektörü gibi ya da yeni üretilen bu hizmet sektörlerindeki gibi en alt düzeydeki alanlarda çıkıyor bu tabiî. Geçmişte binlerce işçinin bir arada çalıştığı fabrikalar, onların ortak yaşadığı mahalleler, ilçeler, siteler vs. söz konusu olurdu. Bunlar büyük oranda organize sanayii gibi kent dışına ve başka yerlere taşındılar. Çok büyük üretimler parçalandı, esnek üretimin farklı modelleri üretildi. Bütün bunlara rağmen giderek sınıfsal tepkilerin de çoğaldığı bir döneme giriyoruz. Oraya da dikkat edilmesi gerekiyor tabiî ki. Buradaki çalışmaların gelişmesi de umut verici diye düşünüyorum.
Şu birlik beraberlik meselelerinde de açık söylemek istediğim bir konu; düzene karşı, sermayeye karşı olmak gerekir, siyasetin açıklıkları olması gerekir dediğim şeydi. Bir diğer konu da toplumun kendini ifade etme kanallarının çoğaltılması sorunudur. Burada toplum kendini ne kadar çok ifade ederse, hayata ne kadar çok karışırsa ve onları, örgütlülükleri, ilişkileri bir araya getirme ne kadar çok olursa o kadar demokratikleşmenin, devrimcileşmenin önü açılır. Yani bu ittifak, siyaset ve gelecek arayışlarında 21. yüzyıldaki deneyimleri, eylemleri, alan ve kitle eylemlerini, patlamalarını gözden geçirdiğimde, çoğunda meclisleşme önem kazanıyor. Eylemde, faaliyette ve özveride olanlar bir araya geliyorlar ve orada ortak düşünceler üretiyorlar. Herkesin bir hakkı var ve konuşuyorlar ve kendi organlarını belirliyorlar. Yani siyasete katılma, hayata katılma, eşit katılma yollarının genişletilmesi ve sistemleştirilmesi gerekir. İktidar araçları ve temsiliyetlerinin azaltılması, daha çok toplumun kendini belirleyerek ve azaltarak iktidarını oluşturması önemlidir. Yani bu birlik beraberlik konusunda toplumun siyasete katılma kanallarını önemsemek gerekir diye söylüyorum.
Siyaset, sorunları sıralayıp, genel geçer çözümler ifade etmekle olmuyor. Partilerin programları kolaj resim gibi neredeyse bütün sorunları gösteriyor ama toplumu kavrayan, yaşamı değiştiren bir siyasete dönüşmüyor.
Kapitalizm, dünyayı tam bir ekolojik yıkıma doğru sürüklüyor. İklim sorunu, doğanın tahrip edilmesi, sanayileşmenin geldiği seviye, kentleşme, tüketim kültürüne dayalı yaşamın yarattığı sorunları her kesim görüyor ama çok açık olan çözümlere çaba harcanmıyor. Kapitalizmin doğası sonsuz rekabet ve kâr hırsı bu gelişmeleri insanlık için engellemeyecektir. Sermaye kendi kendini sınırlamaya yönelmeyecektir. Toplumsal güçler, ezilen, sömürülen, ayrımcılığa uğrayan güçler yaşanabilir bir dünyayı, başka bir dünyayı oluşturacaktır. Doğrudan toplumun iktidarı, demokrasi, eşitlik, özgürlük işte o zaman gerçekleşecektir.
Ukrayna savaşı, işgali hızla AB ülkelerine göç, mülteci sorunu olarak da yansıdı. Daha da artacağı görülüyor. Afrika’dan Avrupa ülkelerine Akdeniz üzerinden geçmeye çalışan kesimleri, Türkiye’ye gelenleri, Ege denizinden AB ülkelerine geçmeye çalışanların yaşadıklarını, ölümlerini, öldürülmelerini görüyoruz. Cebeli Tarık’ta kıyıya çıkanların nasıl denize atıldığını görüyoruz. ABD’nin Meksika sınırında yaşananlar… Savaştan, açlıktan, baskı ve şiddetten kaçan, daha iyi bir yaşam arayışı içindeki çaresiz insanların nelerle karşılaştığını herkes biliyor. Özetle bu sorunları yaratan kapitalizm ve egemen sistemi. Kapitalizme, egemen düzenlerine karşı mücadele etmeden yaşanabilir bir dünya hayali de zor. Ülkemizde mültecilere karşı tutumlarda gördüğümüz gibi dünya genelinde de egemen sistemler, ırkçı-faşist hareketleri motive edebiliyor, köle, ucuz iş gücü olarak kullanıp işçi, emekçi kesime karşı kullanabiliyor. İnsan ticaretinden, mafyalaşmış işlerin nesnesi haline getiriliyor. Mültecilik, göç, nüfus kaymaları gönüllü, keyfilikle gelişmiyor. Kimse doğduğu yaşadığı yeri niçin terk edip gitsin?
Siyaset, devrimci siyaset yaşanan hiçbir sorunu görmezden gelemez. Sorunların çözümünü de köklü olarak doğrudan taraf olanlarla birlikte ortaya çıkarmak durumundadır. Başka bir yaşam ve dünya mümkündür.
Söyleşi: Ali Ergin Demirhan