3 tane domatese 5 yıl öncesinin pazar alışverişinin bedelini ödeyen ben, bürokrasi, mevzuat, partili başkanlığın dezavantajlarında boğuluyorum. Günde 10 saat, haftanın 6 günü çalışırken, yarınsız bir hayat bizi bekliyorken, ‘az kaldı gidiyorlar’ sözünün karşısında korkutucu bir yeni seçim hamlesi görüyorum. Sadece kazanmak için değil, bizi yok etmek için de her şeyi yapanların karşısında beyhude umut, anlamsız vaat kendimize yaptığımız kötülükten başka bir şey değil
Mehmed Uzun’un ‘Kader Kuyusu’ romanının, bir kuyunun yanında başlayıp yine orada sona eren olay örgüsü, son 40 yılımızın temsili gibi. Eskilerin felek dediği, ki bence kader sözcüğünden daha tesirlidir, yaşam çizgisi, son 20 yılın ömür çürüten aktörleri, bir önceki 20 yılın da öngörüsüz politik çevreleri tarafından kurgulandı. ‘Biz neyin içine düştük?’ haklı serzenişinin felç ettiği bir nefes aldırmayan hayat kurgusundayız. Utanmazlığın ve dipsiz cehaletin hükmünde, her gün gözümüzün içine baka baka ‘kandırıyoruz seni’ bağırışını duya duya ömür geçiriyoruz. ‘Karanlığın en koyu anı şafağa en yakın andır’ diye diye ne şafağı görecek ömrümüz, ne görsek de yaşayacak yaşama sevincimiz kaldı. Bizden sonrakiler görecek vaadine ise kendimizi de bir sonraki sayarak yanıt vermek istemiyorum. Mahzuni Şerif’in ‘daha gün görmeden ihtiyar olduk’ dizesinin köşesinden tutup iyi niyetlerimizi asma zamanı geldi sanırım. Gün görmeyenin kendi çocuğuna, sonrakilere bırakacağı mirasın ne ölçüde bir ederi olur onu bilmiyorum.
Son dönemde ‘gidiyorlar az kaldı’cılarla, ‘devr-i sabık olmamalı’ kesiminin arasında bir yerde anlamsız ifadelerle duruyorum. Karşı durmanın karşı duranı tepkisizleştirdiği, karşı durulanı ise daha da arsızlaştırdığı bir süreçte ‘helalleşme’nin hesaplaşma(ma) olarak yorumlanabileceği, şafak söktüğünde ‘oh be geride kaldı’ konformizmine dönüşeceğini düşünüyorum. ‘Ayrıca, etkinliğimi artırmadan ya da dolaysızca hareketlendirmeden bana yalnızca bir şeyler öğreten her şeyden de nefret ederim’[1] diyen Goethe’nin sözlerine bakacak olursak, iyice pasifize edilmiş olmanın, ‘geliyor gelmekte olan’ın üstümüze çöktüğü bir atalet yüzde 7’lik kurnazlığın altında ağır şekilde kalabilir. Kalması da muhtemeldir. Elimizdeki küçük ekranlara, cebimize, gözümüze kadar sokulmuş, perişan halimizle bile alay ederek ‘kuru fasulyeyle kendi gazımızı üretme’ önerisine, bir film izlemenin yaşam standardımızı belirleyebildiğine kadar, elimizde avucumuzda ne varsa, zekamızda da kalan kırıntıya kendi konaklarından seslenen ‘diğer’ yurttaşların sözleri içerimde bir yerde iyiliği kökünden sökmeye muktedir. Çaresiz, yoksul, yoksullaşan, söz söyleyecek hali kalmamış, söylese bile yarısına geldiğinde derin bir nefesle kelimeleri terk etmiş, terk edecek olan ekmek peşindeki bizlerin aslen vicdanına ve iyilik makamına kastetmekteler.
Nerede boynu bükük bir garip görse yanına oturacak, mazlumdur ne de olsa deyip hakkını savunacak bizleri de belki mağduriyet ayrıştırmasına götürecek. Bir samimiyet yazısı olarak değerlendirin lütfen bunu ve buna dayanarak şunu sormak istiyorum; içimizden kaçı bir başörtüsü mağduriyetine bir daha aynı sesi çıkaracak? Çok da uzaklaşmadan, Adana’daki başörtülü polisin çarşaflı kadını coplamasına kim 20 yıl önce verdiği tepkiyi verdi? Kaçımız ‘müstehak’ sözcüğünü kullandı? Kendi içimizde yanıtlayalım bu soruları. Beyazıt Meydanı’nda kendini okul kapısına zincirlemiş ‘hak savunucuları’, şimdi aynı yerde mi? Mutlaka buna muhalif yanıt verilebilir ama bunların dile getirilmemesi de başka bir ikiyüzlülük değil midir? Öylesine çaresiz, öylesine dövülmüş, hayat hakkı elinden alınmış, emeği değersizleştirilmiş, hiç ve iç edilmiş herkes için soruyorum! Bu derin çaresizlik hali kaçımızın içindeki iyi’yi öldürdü. Kaçımızı artık ‘o kadar da iyi biri değilim’ cümlesiyle yüzleştirdi. Sokakta, sendikasında, fabrikasında, partisinde mücadele veren, vermeye çalışan insanlara hâlâ utanarak bakanların sayısı mı fazla yoksa onların mı? Bu kesif kötülük, bu ‘Kader Kuyusu’nun başında suyu bekleyen bizlerin içinde bulunduğu çözümsüzlük hali yiğidi kötü eden çaresizlik değil midir? Umut etmenin verdiği acı, gölün başında bekleyen kurbağaya dönüştürüyor hepimizi. Göle su gelene dek gözlerimiz kuruyacak.
Bu satırlarda gazetelerin haberleri de incelenebilirdi, medya analizi de yapılabilirdi. Belki bir dönem yapıldı da. Artık bir savaşın, gücün tokmağını elinde tutanın davulu patlatmaya yemin ettiği bir kara düğünün ortasındayız. Ne sesimizi duyurabiliriz, ki buna ihtiyaç yok, ne de birbirimizi duyabiliriz. Tutunduğumuz her şey alaşağı edilmiş veya edilmek üzere. Günü kurtarmalık sözlerin yorumunu yapmaktan halimizi göremiyoruz. Biz alaşağı olmuşken bürokrasiyi dert etmenin, mevzuata kederlenmenin tam vakti ki herkes günlerce bunu konuştu. 3 tane domatese 5 yıl öncesinin pazar alışverişinin bedelini ödeyen ben, bürokrasi, mevzuat, partili başkanlığın dezavantajlarında boğuluyorum. Günde 10 saat, haftanın 6 günü çalışırken, yarınsız bir hayat bizi bekliyorken, ‘az kaldı gidiyorlar’ sözünün karşısında korkutucu bir yeni seçim hamlesi görüyorum. Sadece kazanmak için değil, bizi yok etmek için de her şeyi yapanların karşısında beyhude umut, anlamsız vaat kendimize yaptığımız kötülükten başka bir şey değil.
Umut aşılamanın değil kara sayfaların kötülük hakimiyetine karşı kin büyüteceğini düşünüyorum. Madem ki ‘feleğin devranı kin tutuyor bize’, biz de kin tutalım. Kinimizi diri tutalım ki; umut etmeyi hak edecek günler gelsin.
Dipnotlar:
*Uzun, Mehmed., 2012, Kader Kuyusu. İstanbul, İthaki.
[1] Nietzsche, Friedrich, 2015, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası-2. İstanbul, İş Bankası Yayınları.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.