Şili’de bellek ve siyaset

Baskı rejimlerinin paketlenemez, sterilize edilemez tarihleri vardır. Hiçbir anlatı, hiçbir kitap, hiçbir resim bizi Auschwitz-Birkenau’ya hazırlayamaz. Böylesi ham şiddet mekanlarında duygular peşimizi bırakmadığı sürece insanlığımızla soluk alıp verebiliriz. Şili’deki askeri rejimin yüzlerce işkence merkezinden biri olan Villa Grimaldi de işte böylesi mekanlardan biri

Şili’de bellek ve siyaset

Ülke nüfusunun %40’tan fazlasının hala daha askeri Pinochet diktatörlüğüne methiyeler düzen bir başkan adayına oy verebildiği bir coğrafyada bellek ve insan hakları müzesi açabilmek toplumsal tasavvura ayar verebilmek açısından gerçekten önemli bir siyasi duruş. Böylesi bir bellek tazeleme mekanının, ne olursa olsun, bir toplumsal ortalamayı tutturabilmesi de kaçınılmaz.

Santiago’nun orta yerinde geniş bir alana yayılmış özgün mimarisi ile dikkati çeken Bellek ve İnsan Hakları müzesi, 2010 yılında sosyalist devlet başkanı Michelle Bachelet tarafından bir devlet kurumu olarak açılıyor. Bachelet’in babası da askeri darbe öncesinde, Allende hükümetinde görev almış ve işkence sonrası hayatını kaybetmiş bir Hava Kuvvetleri subayı. Kendisi de ağır işkence şartları altında sorguya çekildikten sonra sürgünde büyümüş biriyken, önce 2006 yılında, daha sonrada 2014 yılında halk oylaması ile başkan seçiliyor. Şili’nin 17 yıllık karanlık geçmişi ile hesaplaşabilmesinde gerek bu kadın başkanın gerekse bu müzenin önemli bir yeri var. Ancak söz konusu olan bellek tazelemek ve toplumsal “hellaleşebilmek” ise böylesi bir müze sadece temel bir adım.

Bellek ve İnsan Hakları müzesi, ticari gösterişten, yüzeysel dramatürjüden kaçınılarak, zihin açıklığı ile düzenlenmiş bir alan. Hemen daha girmeden önce geniş duvarlarda 1973 yılında elleri ve parmakları ezilerek katledilen şair ve müzisyen Victor Jara’nın işkencehaneye dönüştürülmüş stadyum şiiri ile karşılanıyor ziyaretçiler. (Şimdi aynı stadyum Victor Jara’nın adını taşıyor.)

Giriş katında müzenin amacı hemen netleşiyor: gerçeklerle barışma mekânı burası, yani liberal bir insan hakları alanı. Giriş katın duvarlarında dünyanın dört bir yanındaki “hakikat ve uzlaşma” inisiyatiflerini kısaca örnekleyen tabelalar var. Toplam 38 ülkedeki benzer çabaların arasına Şili tabelası da yerleştirilmiş. Yani, kanlı şiddet dönemleri ve sonrasındaki “hellalleşme” çabalarının sadece Şili’ye özgü olmadığını idrak ediyoruz. Bir tür enternasyonel dayanışma ruhu içerinde sergileniyor Şili’nin kanlı tarihi.

Birinci katta sadece 11 Eylül 1973 gününe ait televizyon çekimleri var. Bir kısmına yakından aşina olduğumuz sokaklarda tanklar, sipere yatmış askerler, alevler içerisindeki başkanlık sarayı, Allende’nin sarayın kapısındaki son görüntüleri, son konuşmasının ses kaydı, saray bombalayan iki uçak. Bilgilendirmeler arasında, askeri harekatın Şili Deniz Kuvvetleri karargâhı Valpariso’dan başladığı, başkanlık sarayını bombalayan iki uçağın da pilotlarının kimler olduklarının artık bilindiği, ama en önemlisi, bu İngiliz yapımı uçaklar 1974 yılında bakıma alınmak üzere İskoçya’ya götürüldüklerinde, İskoç işçi ve mühendislerin tamiratları yapmayı reddettikleri ve bu nedenle uçakların hala daha enkaz halinde fabrikanın berisinde yatmakta oldukları da var. (Bu sessiz dayanışmanın belgesel filmi Nae Pasaran 2019 yılında yayımlandı.)

Direniş ve dayanışma

İkinci kata çıktığımızda, askeri diktatörlüğün kendini meşrulaştırma çabaları ve yaşanan baskılardan örneklerle karşılaşıyoruz. “Biz gelmeseydik Z planı uygulanacaktı ve Sovyet askerleri ülkeyi ele geçirecekti” tarzındaki komplo teorileri ile manşet atan gazetelerden insanların toplu halde tutuklanma fotoğraflarına kadar, askeri darbe yanlısı basında yer alan her türlü “haber” yarım asır sonra bir kez daha karşımızda. Daha sonra, bu toplu tutuklanmaların ne anlama geldiğinin bilgileri gerek sözlü görsel tarih gerek çeşitli belgelerle gözler önüne seriliyor. Sözlü tarih filmlerinde beni en çok etkileyen anlar, işkencezedelerin öykülerinde kendilerinden daha çok, son dakikalarına tanık oldukları ölen, kaybedilen arkadaşlarının, yoldaşlarının hallerini anlatıyor olmaları. Toplam 3000’den fazla katledilmiş veya kaybedilmiş insan bilançosu var askeri rejimin. Kendileri de işkence odalarındayken, canlı olarak son kez gördükleri arkadaşlarının son anlarını illaki anlatmak ve aktarmak isteyen bu yaşlı başlı insanların ne kadar onurlu bir hayat yaşayageldiklerini sezebiliyor insan. Çünkü tek tek işkence tanıklıklarını dinlemek gibi bir insanlık borcumuz var.

Ama daha önemli bir insanlık borcu ile 3. katta yüz yüze geliyoruz: dikta rejimine karşı uzun yıllar süren direniş ve zafer. 17 yıllık askeri diktatörlüğün ilk kanlı yıllarının hemen ardından başlayan bir halk, mahalle örgütlenmesi tarihi var: kaybolan çocuklarını arayan aileler, komünal mutfaklar, Şilili çiftlerin ulusal danslarından Cueca’yı tek başına veya boş bir sandalye ile yapan kadınlar… daha cunta günleri sürerken başlayan direniş ve dayanışma. Şili’den göçmek zorunda kalanlar, bunların dünyanın dört bir yanında yeşerttikleri ve ayakta tuttukları uluslararası dayanışma ağlarının belgeleri, posterleri, bildirileri, el ilanları. Bu yıllarda kanlı cunta rejimi de boş durmuyor; sadece sendikacıların, muhalif politikacıların, militanların katledilmesi yetmiyor rejime. Cuntaya muhalif generallere, radikal olmayan eski bakanlara dahi ta Roma’da, Washington’da suikastler düzenleniyor. Cunta yanlısı basında bu suikast haberlerinin nasıl alaycı, ciddiyetten uzak üsluplarla verildiği sergileniyor.

Bu dönemde, toplumsal örgütlenmeler giderek siyasi taleplere dönüşüyorlar. Artık ABD’nin dahi Pinochet yönetimine arka çıkamayacak durumda olduğunu belgeleyen gizli yazışmalarda karşımıza çıkıyor. Pinochet’nin görevde kalıp kalmayacağına dair bir referandum kaçınılmaz hal aldığında cuntaya evet ve hayır diyenlerin afişlerini ve bildirilerini görüyoruz. Ben kendi adıma “NO” harflerinin üstünden yükselen gökkuşağı afişini yarım yüzyıldır çalışma masamın yanında duvarıma asmışken, hayatımda ilk kez “Pinochet ile yola devam” afişlerini görünce şaşkın şaşkın bakındım inanamaz gözlerle. Oysa 1989 referandumunun sonuçları da sergilenmiş; oy dağılım oranları 2021 Aralık ayında seçilen genç başkan Boriç’in dağılımı ile neredeyse tıpatıp örtüşüyor: 1989’da generallerle yola devam diyenler %43, hayır oyları %54. (Boriç’in oy oranı %55 iken, Pinochet’den hala övgü ile söz edebilen rakibi Cast’ın oy oranı %44.) Bu ulusal tablonun bölgesel oy dağılımları da hemen hemen aynı; ülkenin en yoksul bölgesi Araucania 1989’da ağırlıklı olarak Pinochet’ye oy verirken 2021 yılında da Cast’ı aynı oranda destekliyor. Paradoksal olan bu bölgede Şili’nin yerli halklarından Mapuchelerin yaşıyor olmaları.

Hatırlama ve hissetme alanları

Şili’deki Bellek ve İnsan Hakları müzesinin, saygı ve zihin açıklığı ile bilgilendirme ve hatırlatma gücünü asla azımsamadan konuyu Villa Grimaldi işkence merkezine getirmek istiyorum. Boriç’in seçimi kazandığının duyurulduğu gece, gözyaşları içinde olduğumu duyan herkes “sen hele bir müzeye gitsen, ne çok ağlayacaksın” demişti. Oysa Şili’nin 50 yılına dair en katartik anları, saatleri Villa Grimaldi’de yaşadım.

Baskı rejimlerinin paketlenemez, sterilize edilemez tarihleri vardır. Hiçbir anlatı, hiçbir kitap, hiçbir resim bizi Auschwitz-Birkenau’ya hazırlayamaz. Böylesi ham şiddet mekanlarında duygular peşimizi bırakmadığı sürece insanlığımızla soluk alıp verebiliriz. Şili’deki askeri rejimin yüzlerce işkence merkezinden biri olan Villa Grimaldi de işte böylesi mekanlardan biri. Bir zamanlar başkentin oldukça dışında olan bu mekân, şimdi kent ile bütünleşmiş sayılabilecek bir orta sınıf mahallesinde. Villa Grimaldi bir müze değil, zaten sergilenecek pek bir şey bırakmamış generaller giderken. (Tıpkı Birkenau eksterminasyon kampında olduğu gibi.) Binlerce insanın ağır işkencelerden geçerek öldürüldükleri bu alan şimdi duvarlarla ve ağaçlarla çevrilmiş, orta yerinde sular akan geniş bir bahçe.

Villa Grimaldi bahçesinde hemen hemen hiç yapı yok diyebiliriz. Bir gardiyan odası örneği, bir erkekler koğuşu örneği, bir adet tutuklulardan arta kalan ufak tefek eşyaların sergilendiği baraka ile bir de kapkaranlık bir küp şeklinde sanatçı elinden çıkmış bir dehşet simgesi var yapı olarak. Bu son yapının içinde karanlıkta gizlenmiş gerçek Villa Grimaldi binalarından arta kalmış yanık ahşap ve metallerden çok daha sarsıcı olan, güzelim bahçenin dört bir yanındaki yerlere serpiştirilmiş mozaik plakaların üstünde yazılanlar: “erkekler koğuşu bir”… “kadınlar koğuşu”… “işkence odası iki”… “genel karargah binası”… tuvaletler… Bazen duvarlarda ufak tefek bilgilendirmeler: nasıl haberleşiyorlardı, birbirlerini nasıl görebiliyorlardı, gardiyanlar genellikle nerelerde oturuyorlardı. Karargâh denilen yerin hemen arkasında kocaman bir gül bahçesinde ayrıca seramikten yapılmış gül desenlerin içinde Villa Grimaldi işkence tezgahından geçmiş bilinebilen bütün kadınların isimleri yazılmış. Ayrıca duvarlarda, işkencede öldürülenlerin siyasi plakaları da var. Bahçenin birbirine yakın, ağaçlar altında gölgelenmiş iki ayrı köşesi ise Şili Komünist Partisi ve MIR’e (Devrimci Sol Hareketi) ayrılmış. Bu köşeler birer müze sergisi değil; oturup düşünme, hatırlama ve hissetme alanları. Ancak ortalama yurttaşlık, ulusal ortaklık alanları da değil, adeta siyasi tefekkür mekanları.

Buralarda katledilen insanlar zamanında benim abilerim, ablalarım yaşlarındaydılar, şimdi onlar benim evlatlarım diyerek başladım geçen yarım yüzyılı, MIR’in köşesinden izlerken. Bu gencecik bedenler işkencede kıyıldıklarında (veya bir kısmı henüz daha nefes alıp veriyorlarken) helikopterlerle yarım saat ötedeki Pasifik Okyanusu kıyılarından, sırtlarında tren rayları bağlanmış olarak denize atılırlardı. O kumsallara uzanmış Vino del Mar, şimdilerde şarapları ile meşhur pek popüler bir sahil kasabası. Az ilerde okyanusun dibinde sırtlarında tren rayları bağlanmış fidanlar hiç akıntıya kapılıp su yüzüne çıkmadan veya kıyıya vurmadan yatıyorlar. İşte Villa Grimaldi’nin ağaçlarının gölgesinde, gül bahçesinde bu fidanları hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız. Bunu belki iyi hazırlanmış bir bellek müzesinin zihin açıklığı ve imkanları ile yapamayabiliriz. Ama 1970’li yılların gençleri, o okyanus tabanında sırtlarında tren rayları ile yattıkları sürece insanlığımızla yüzleşmek zorundayız. Bu yüzleşmenin kapılarını bilgi kadar duygular da açabilir ve bu duyguların ulusu, aşireti, kabilesi, yeri ve zamanı yoktur. Yanımızda taşırız.

Ya bu gerçeklerle hesaplaşır insanlığımızı kazanırız, ya da unutarak insanlığımızdan oluruz.

* Fotoğraflar: Kumru Toktamış  


Kumru Toktamış: Öğretim Üyesi, Pratt Institute, Brooklyn NY


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur