Uyan, seçim sürecinde “AKP’yi gönderme” hedefine odaklanan toplumsal eğilime yanıt vermeye yönelik taktikler ve birlikler konusunda açık olunması gerektiğini, bunun ufku seçimi aşan mücadele arayışlarının önünde engel olmayacağını söylüyor
Mahmut Memduh Uyan’la söyleşimizin ikinci bölümünde güncel siyasal çatışma içinde sosyalist hareketin durumu, seçim sürecindeki mevzilenmeler, seçim ittifakı ve mücadele birliği tartışmaları, sosyalist hareket ve Kürt hareketi arasındaki ilişkiler üzerine konuştuk.
Uyan, seçim sürecinde “AKP’yi gönderme” hedefine odaklanan toplumsal eğilime yanıt vermeye yönelik taktikler ve birlikler konusunda açık olunması gerektiğini, bunun ufku seçimi aşan mücadele arayışlarının önünde engel olmayacağını vurguluyor.
Kürt halkının sorun ve taleplerini yok sayarak ne demokratikleşmeden ne de devrimci siyasetten söz edilebileceğini belirten Uyan, “Bir tarafta ezilen, hakları yok sayılan ya da sömürülenler var ve bir başka tarafta sen bir yerde devrimciyim diyorsun, tüm bunlar olurken sen devrimci kalıyorsun, bu mümkün değil” diyor.
Uyan, sosyalistlerin başarısızlıklar karşısında diğer muhalif aktörleri ya da halkı eleştirmek yerine yaşananların vebalini üstlenmeleri gerektiğini, gerçekçi ve açık olmanın mücadelenin daha somut ve güçlü olmasını getireceğini söylüyor.
Halkın geniş kesimleri AKP karşısında “devrimciler önüme düşsün” demiyor da Millet İttifakı’ndan bir beklenti ifade ediyorken, bunun da yetmediğini gören devrimciler, sosyalistler, demokrasi güçleri, halk güçlerinin bir başka alternatif yaratmalıyım dediği yerde bugün bu güçleri yan yana getirecek bir asgari program tartışması sizce nereye oturur?
Bugün özellikle Geniş Cephe örneklerinin iyi incelenmesi gerekir. En son Şili’de, daha önce Uruguay’da, Latin Amerika ülkelerinin bir kısmında oldu. Orada sol cephe çok geniş bir şekilde kuruluyor ve genelde ya yerel yönetimler ya da başkanlık gibi pozisyonları kazanıyorlardı. Bunun öyle çok ileri bir programa tekabül etmediğini de görüyoruz.
Biz kendi somutumuza dönersek tabiî ki kendi somutumuzda solun kendini bir siyaset anlamında pek de ifade edemediğini, bir tür düzen alternatifi olamadığını tartışıyoruz zaten. Bir yandan da bir hayat yaşıyoruz; bu sistemin ve neoliberal yaklaşımlarının ve bunun getirdiği siyaset, devlet, toplum ilişkilerinin çok da yaşanabilir bir konumda olmadığını görüyoruz. Uzun süredir bu düzen, iktidar yapısı değişik açılardan “faşist”, “AKP faşizmi”, “dinci-ırkçı faşizm” gibi kavramlarla tanımlanıyor. Buna karşı ciddi anlamda bir toplumsal mücadeleyi de çok örgütleyemiyoruz. Böyle bir süreçte, dünyada da çelişkilerin farklı düzeylerde belirdiği, neoliberal krizlerin de içinden çıkamadığı bir dönemde siyaset yapmak, yani var olduğumuz, yaşadığımız ve tartıştığımız konularda açıklık da yaratmak istiyoruz. Bir yandan da yaşamı değiştirmek istiyoruz.
Devrimci mücadele sermaye ile uzlaşmaz ve karşıt olur. O siyaset bağlamında bunu sürdürmesi kaçınılmazdır. Ama hayat günlük mücadele ve günlük sorunlarla birlikte süren bir mücadeledir ve çıplak bir şekilde biz-devlet, biz-sermaye diye de yürümez. O günün her tür çelişkileri ekseninde yürür. Örneğin Gezi eylemliliği kent yaşamındaki bir park meselesinden başlayıp ona giderek kentteki diğer muhalefet odaklarının, giderek başka çevrelerin de katılmasıyla farklı boyutlar kazanmıştı.
Birliktelik şimdi ise, seçim tartışmalarının öne çıkması ile, neoliberal düzenin oturduğu ve yürüdüğü 20 yıllık bir sürecin aktörü olarak öne çıkan bugünkü iktidar yapısının değiştirilmesi noktasında tartışılıyor. Muhalefet gücü diye bahsedilen güçler açısından, tek başına bir parti, örgüt vb. yapının süreci alıp götürdüğü değil de, değişik birlikteliklerin oluşması kaçınılmaz oluyor. Bu birliktelikler mevcut iktidarın değişmesi odağında oluyor.
Ama daha önce de bahsettiğimiz gibi egemen siyasetler birbirinin benzeri. Yani siyaset sağa savruldu. Bu anlamda egemen burjuva siyasetleri de daha sağ bir siyaset, sosyal demokrat da olsa; otoriter, sağ, faşist diye tanımlanan yapılara karşı da olsalar o da bir benzeri oluyor. Yani sağ bir siyaset alanında hareket ediyoruz. Bu noktada ittifaklar ve cepheler kurulurken bu süreçlerin karakterini göz ardı etmemek gerekiyor. Burada alternatif gibi duran Millet İttifakı Rusya-Ukrayna savaşı gibi uluslararası gelişmelerin de etkisiyle derinleşen ekonomik krizin açığa çıkardığı toplumsal çelişkilere sarılan ve çözüm sunan bir noktayı zorlamıyor. Sermayenin kendi işleyişi, uluslararası ilişkiler vb. noktalarda durumu kısmen revize, rasyonalize etmeyi önüne koyuyor. Bunu hepimiz görüyoruz.
Burada soldan, demokratik güçlerden ya da sistem karşısında kısmen de olsa eleştirisi olan çevreler “bir araya gelelim” dediğinde kendi tekil siyasi programı ve iddialarıyla ortaya çıktığında zaten kendinden başka kimseyi ikna edemiyor. Diyelim ki HDP kendi programıyla çıkmış olduğunda, kendi programı kapsamında sınırlı çevrelerle hareket etmek durumunda. Değişik parti ya da gruplar, kendine en yakın birkaç grupla asgari ilkeler belirlediğinde, laiklik, sınıf mücadelesi, emperyalizme karşı olma, onun akabinde de kamusalcılık vb. şeyler söylüyor. Bu noktalarda kendi içlerinde de çok büyük netlikler görmüyorum aslında. Yani bu ideolojik kriter olarak söylenen ilkelerde de kendi izledikleri siyaset, mücadeleler açısından ne anlaşıldığı çok da net değil.
Ortaya şimdi nasıl bir birliktelik çıkıyor? Herkes bugünkü iktidar yapısının değiştirilmesi gerektiğini görüyor. Bu nedir? Hedef alma babında bir şeydir. Nedir? Çok sınırlı ölçüde değişim ve siyaset yapma kanallarını çoğaltma çabalarıdır. Topluma sorduğunda, bugün öne çıkan talep nedir? Bu kadar baskıcı bir sistem istenmiyor. Bu kadar yağmacı bir sistem istenmiyor. Burjuva anlamda da hak hukuk adalet diye bahsettikleri şeylerin bu kadar da iktidar yanlısı şekliyle değerlendirilmesini, çifte standardı, hep iktidarın ölçütleriyle tanımlanmasını istemiyor. Bu noktada insanlar bir ölçüde daha adalet arayışında, biraz daha yaşamını, gününü ve geleceğini belirleme çabasında diyelim; bunları bekliyor. Bununla birlikte tabiî ki Kürt, Alevi ve değişik etnisite ve farklı yaşam biçimlerindeki kesimler de kendi yaşamlarını daha güvenli sürdürmek istiyor. Şimdi bu kadar açık olan noktalarda bir araya gelip, bu iktidarı değiştirme yöneliminde birlikte olmanın imkânı vardır.
Sermayeyle ve düzenle uzlaşmamak gibi bir tavrın varsa, bir devrim tahayyülün varsa, bu tür birliktelikler farklı mücadele arayışlarının önüne engel değildir. Bu açıdan bozucu şeyler de değildir. Çünkü çok daha ağır bir şeyle karşı karşıyayız. Bunu değiştirecek alternatif kendin de olmuyorsun; Millet İttifakı’nı ister cumhurbaşkanlığında ister başka bir şeyde desteklemiş oluyorsun. Sadece oy vermemek yetmiyor, sadece kendine oy vermen de yetmiyor, olur da ikinci tura kalırsa öbür mevcut iktidarın adayının karşısındaki adaya oy vermen gerekiyor. Zaten senin yapacağın faaliyet esas olarak sermayeye, düzene karşı. Faaliyetinin eksenini daha toplumsal mücadele zemininde, sınıfsal mücadele zemininde tanımlaman gerekiyor. Zaten sadece sen sınıfsal bakıyorsan, senin yürüteceğin sınıfsal zeminlerde ileri programların varsa, bunları senin kurman lazım. Birlikte olduğun başka kesimler varsa da devrim programı ya da sınıfsal ya da kapitalizme karşı programlarda onlarla birlikte ayrıca da mücadele zeminleri sürdürebilirsin. Bu ilişkiyi çözebiliyorsan zaten politika yapıyorsun. Bu ilişkiyi çözemediğin takdirde kendi başına her zaman her koşulda aynı bildiğin bir şey var, onu yürütüyorsun demektir.
Laiklik, sınıf mücadelesi, anti-emperyalizm, kamusalcılık vb. ilkeler HDP ile sosyalistler arası ilişkilerde yer yer HDP’ye rezerv koymak için dile getiriliyor. Ancak bunların bildiride, ekranda, masada ifade edildiği halleriyle sokağa çıkıp baktığımızda gördüğümüz şeyler farklı olabiliyor. Mesela enerji zamları karşısında toplumda ciddi bir hoşnutsuzluk var; bunu sosyalistler önce ayrı ayrı, sonra birlikte eylemlerle, sonra da yer yer CHP ve HDP’nin de katıldığı eylemlerle batıda protesto etti. Ancak en güçlü ve kitlesel eylemler Fırat’ın doğusunda yaşandı. 20 yıl önce ‘kamu’ sözü telaffuz edildiğinde buna mesafe koyabilen Kürt hareketinin şimdi ‘kamu’yu ileri bir içerikle telaffuz edebildiğini de gördük. Ulusal hareketin tabanındaki sınıf gerçekliği sokak harekete geçtiğinde bize başka bir şeyi de gösteriyor. Ya da Ukrayna savaşı karşısında, Kandil’den yapılan açıklamada ya da HDP’nin bir dizi sosyalist örgütle yaptığı ortak açıklamada, sadece Rusya’yı eleştiren liberal yaklaşımların ötesinde, açıktan NATO’nun da eleştirildiği bir tutumu görebildik. Bir araya geliş, yan yana duruşların toplumsal mücadeleler zemininde karşılığını ürettiğimizde aslında bazı tartışmaları çok da gereksiz kılan bir başka gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Sosyalistlerin işin bu yönüne daha fazla odaklanması gerekmez mi?
Gezi eylemliliği ortaya çıktığında insanlar, sol yapılar, değişik güçler onu etkilemeye çalışmıştır ya da içine girmeye çalışmıştır. Ama birebir şu sol grup, bu sol grup bunu ortaya çıkarttı gibi bir şey söylemek mümkün mü? Daha çok, kendiliğinden, biriken enerjinin, tepkilerin orada patlaması şeklinde açığa çıktı ve herkes gitti oraya. Toplumun biriken enerjisinin bir yerde harekete geçtiği noktada, yanardağ patladığında ya da toplum dinamiği yükseldiğinde “sol”, “devrim”, “düzeni değiştireyim” diyen kesimler de birlikte hareket etme noktasına o dinamiği görerek orada olmaya çalışırlar. Onun yarattığı bir birlik vardır. Yani o toplumsal eylemin seni bir araya getirmesi söz konusudur. Orada ayrı dursan bile eylem içerisindesindir. Değişik iddialarla olursun ama o dalga seni götürür. Ya da ideolojik düzeyde de çok parlak tartışmalar oluşmuştur. Onlarla birlikte o toplumsallık birbirine değiyordur, o zaman daha bütünlüklü bir gelişme söz konusu olur.
Yer yer, zaman zaman büyük enerjiler oluşup ortaya çıkıyor ve burada çok farklı birliktelikler gündeme gelebiliyor. Mesela Syriza; ne kadar çok unsuru içinde barındıran bir ittifaklar zinciriydi. Hepsini taşıdı. Orada biriken krizler, dinamikler, çalışmalar vs. hepsi birbirini o toplumsal dinamizm içinde taşıyabildi. Ama bir yerden sonra krizi çözemedikleri için, krizle karşı karşıya kaldıklarında ürettikleri politikalar, birbiriyle aynı bütünlüğü taşıyamadı ve çözüldü. Burada da esas olan, toplumdaki gelişmedir. O gelişmeyi görme, ona uygun siyaseti -tabii ki tarihsel düzeyde geçmiş gelecek illiyeti ile ürettiği siyaset bağlamında- kurabilme meselesidir. Yani bu söylediğin toplumsal devrimci dalga, bu dönem için, bütünlüklü ve devam edecek tarzda yukarıya doğru bizi içine çekip götüremiyor. Daha alt seviyede gitmiş oluyor ve lokal olarak zaman zaman patlıyor. Patladığı noktada bir araya geliyoruz. Örneğin Tekel işçilerinin Kızılay’da toplandığında aşağı yukarı tüm sol yapılar bir arada Tekel işçileri için çaba gösterdi. Tabiî her biri farklı bir şey de düşünmüş olabilir. Ama buna rağmen solu oraya götüren o işçilerin oradaki varlığıydı ve sol orada o işçilerle birlikte kendi anlayışı çerçevesinde bir şeyler yapmaya çalışmıştı.
Burada toplumdaki dinamizm, taleplerinin yakıcılığı, bunu ısrarla arayışları, bu alanda kendince faaliyet yürüttüğünü düşünen siyaset, grup, kişi ve yapıları zaten yakınlaştırır, örtüştürür, birlikler vb. daha da yükselir. Buradaki teorik düzeyde ifade edilen düşünceler çok net ve çok açık, geçmişteki kadar ifade edemediğimiz için masa başında ya da dergide gazetede yazdığımız yazılar, bizi bir arada tuttuğunu sandığımız ortaklaştığımız insanlarla pratiğe yöneldiğimizde ayrıştırabilir. Aynı cümleler aynı hareketler ve anlamlar üretmeyebilir. Ama ortak cümleler kurmadığımız insanlarla da aynı pratikte olabiliriz ve o pratik bize birliktelikler getirebilir. Bunların sürekliliği ve tartışması tabiî ki daha netlikler kazandırabilir siyasete. Bu dönem bunlarla karakterize olan bir dönem. O nedenle çok yadırgamamak gerekiyor bunu. Bu akışı daha pozitif ele almamız, daha pozitif değerlendirmemiz gerekir diye düşünüyorum.
Sosyalist çevrelerin çoğunun önümüzdeki döneme ilişkin yayımladığı temel siyasi metinlerine baktığımızda, seçimleri de kapsayan ama seçimle sınırlı olmayan mücadele birliklerine, ortaklıklarına çağrılar öne çıkıyor. Seçime yönelik bir ittifakla tatmin olmuyor, seçim sürecine kayıtsız kalamayacağını ama bunun yeterli olmayacağını söylüyor. Hatta HDP de bu şekilde söylüyor. Sosyalist örgütlerle yan yana gelişlerini de bugüne kadar bir seçim ittifakı diye tanımlamaktan kaçındılar. Çünkü olağan bir seçim sürecinde de değiliz. Nihai şeklini almamış olmakla birlikte bir yan yana geliş ve çeşitli tartışmalar var. Bir taraftan da işçi direnişlerinde uzun yıllardır görmediğimiz bir kabarma gördük, 8 Mart eylemlerinde yalnızca nicelik olarak değil nitelik olarak da bir ilerleme görülüyor. Bir isyan halinden ya da bir program etrafında seferber olan bir halk hareketinden bahsedemiyoruz ama kıpırdanmalar var. Muhalefetin bu ikili eğilimine dair ne denebilir?
Herkes benzer laf ediyor ama ne dediğini bilmiyor. Çünkü “sadece seçim için değil” deniyor ama süreç seçim ağırlıklı gidiyor.
Ama nesnel olarak sürecin nasıl ilerleyeceğine dair manzarada bir fluluk da var. Bu fluluğun içinde imkân ve sorun olarak hangi sahici eğilimi görebiliriz?
Buradaki tartışmalarda birtakım sol yapıların ya da kişilerin birlik, ittifak ya da benzeri bir şey söylemek zorunda kalmış olması esas olarak seçim meselesi nedeniyledir. AKP iktidarının 20 yıllık bir süreç olduğu, bu tarzda artık gitmeyeceği ve artık bir çözülme noktasına da geldiği, bir kriz yaşandığı, hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğu tespit ediliyor. Burada, hangi koşulda gelişirse gelişsin seçim sürecinin bugünkü siyaset, iktidar, mücadele yapısında farklı bir aşamayı getireceğini değerlendiriliyor. Sürece böyle bir çatışma ve çözülme atfediliyor. Bu değerlendirmeleri önemsemeyen yok gibi. Özetle “seçim iptal edilmiştir, darbe yaptık ya da biz zaten iktidarız, devam ediyoruz” diyen bir açıklama olmadığı noktada, bunu delalet eden somut bir ifade ve açıklık sağlanmadığı sürece bu çatışma da seçimle ifade edilmiş oluyor şu anda.
“Tersi bir durum olursa ne yaparız?” noktası ise, bence bugün tartışılması gereken konu, esas olarak bugünkü zeminde bugünkü iktidarı değiştirmek istiyorsak nasıl değiştireceğimizdir. Bu şu anki verili koşullarda “seçim” diye ifade ediliyor. Henüz bunu aşmış bir şey yok. Geçmişe göre “bunlar gitmez ve şöyle olur” lafı daha azaldı örneğin, bundan birkaç yıl önce bu daha çok söylenirdi. Yani bir iktidar krize giriyorsa bu tabiî ki sadece bazılarının bahsettiği gibi hükümet anlamında bir yönetememe krizi midir ya da aynı zamanda bu sistemin, bu yapının toplumla ilişkilerini yürütememe ya da bu sermaye yapısının kendini yenileyememesi midir gibi tartışmaların boyutunu derinleştirir zaten. Böylesi bir süreçte siyasetler hangi anlamda olursa olsun tartışırken bu noktayı gözardı etmiyor bence. Etmediği için de bir şey söylemek zorunda.
Öne çıkan eğilimler nedir? Mevcut iktidar Cumhur İttifakı. Buraya alternatif olduğunu söyleyen Millet İttifakı. Şimdi diğer kesimlerin arasında göze batan açık olarak HDP var. Oy oranıyla, oy oranının ötesinde sahiciliğiyle, toplumsal temeliyle, uluslararası bağlamlarıyla, değişik yaklaşımlarıyla göz ardı edilemeyecek Kürt gücü aslında. Somut siyasette de HDP olarak gündeme geliyor bu. Gözardı edilemiyor. Dengeler içinden baktığında başka güçler de bunu gözardı edemiyor. Aynı zamanda bu sorunun (Kürt sorununun) varlığı da önümüzdeki süreçte mevcut durumun aynen korunamayacağını gösteriyor. Yani bir başka şey de bu. Bu konularda da bir görüş ya da yaklaşım ifade etmek gerekiyor. Bu noktada, birlik beraberlik benzeri konularda ister istemez bu öne çıkmış oluyor.
Şimdi bunları yok sayarak, “biz sermaye düzenine karşı, neoliberalizme karşı, dünyadaki emperyalizme karşıyız” diyerek bir siyaset belirleyip, ittifak belirleyip, mücadele yürüteceğini söylediğinde ise bunların dışına doğru gitmiş oluyorsun. “Hayır öyle değil” desen bile seni bir araya getirecek şeyler esas olarak sermaye yapısı karşısında nedir, neyi savunuyorsun? Doğrudan doğruya insanların, emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin birlikteliğini, eşitliğini, özgürlüğünü, daha toplumsalcı yapılarını savunuyorsundur. Bu yok. 20 yıldır biriken bu sistem krizleri artık bir çözülme noktasına geldi, bu nedenle önemlidir ve burada alınacak tavır önemlidir diyorsan, buradaki çözüm araçları gereçleri noktasında senin sınıfsal ve kendi programsal yaklaşımların, işte orada anti-emperyalistlik iddiaları ve alternatif düzen ifaden, bu da yeterli ise zaten onu yapacaksın. Yani seçime falan gerek yok. 2023’ü bekleme zaten, bunu yap. Bunu yapabiliyor musun?
HDP’nin, Kürt hareketinin bugüne kadar izlenilen politikalar nedeniyle Cumhur İttifakı tarafından angaje edilmesi, ortaklaşmaları pek de mümkün görünmüyor. Ulusal karakteri ön planda olan bir hareketin nerede ne kadar uzlaşmalar yaratacağını dışarıdan belirlemek zordur ama kolay bir olasılık olarak görmüyorum. Çünkü AKP ve Cumhur İttifakı birçok başka ilişkilerden, gördüğümüz, göremediğimiz ittifaklardan oluşuyor. Kürt meselesine esnek bir yaklaşım o ittifakların sürdürülmesi imkânını ortadan kaldırır. Millet İttifakı da zaten AKP’den, MHP’den kopan partilerle oluşturulmuş bir blok. Ayrıca CHP’nin bugüne kadar izlediği ülke, devlet, ulus çizgileri belli. Artık böyle gitmeyecekse, yani hukuki çerçeve olacaksa, parlamenter sistem ya da anayasal sistemle olacaksa, yeni bir uzlaşı zemini, revizyon, isterse başka bir şey ifade edilsin, nasıl olacaksa, orada bu soruna nasıl yanıt vereceği de önem arz ediyor. Bunlar da çok net belirgin değil. Kılıçdaroğlu gitti Diyarbakır’ı turladı geldi mesela. Birçok tören, program yapıldı ama genel lafların ötesinde bir şey söyleyemedi. Şimdi Erdoğan “Kürt sorunu yoktur” diyor, Kılıçdaroğlu “vardır” diyor. Söylediği, buna benzer şeyler.
Şimdi “AKP gitsin” diyen yapılar açısından, tek başına “gitsin” demek yetmiyor. Karşısındaki ve kazanabileceğini varsaydığı bir şeye oy vermesi gerekecek. İstiyor olsa da benimsese de “yetmez ama evet” dese de kerhen dese de bir şekilde oy vermesi gerekecek. Bu noktada bunu çok açık ifade ediyor birçok yapı aslında. Diyor ki, “Bu AKP gitsin, birinci hedef budur.” “Gitsin” diyorsan o zaman cumhurbaşkanlığı seçiminde şuna oy vereceksin. Bunu ister söyle ister söyleme. Bunun dışında ise, Kürtlerin dışında oy potansiyeli olan, mevzisi olan, toplumsallığı olan başka güçler yok. Oy tabanı olarak bir yere kanalize edebilirler mi bilmiyorum ama bir ölçüde de Aleviler var.
“AKP gitsin” deyip, karşıdaki adaya yani Millet İttifakı’nın adayına oy verip, daha sonra milletvekilliği yani meclis seçimi ya da ya da toplumsal mevzi meselesinde çok ciddi bir varlığı olmayan yapılar çok ciddi tartışmalar yürütüyor. Mesela deniyor ki, “Hedef seçim değildir, hedef toplumsal mücadeledir.” Tamam ama bu konuda biraz da herkes birbirini bildiği için sözle somut hayatta yaptığı şey arasındaki açı görülüyor. Bu nedenle de böyle konuşuyor olsa bile şöyle yapacak gibi bir ön bakışı, yargısı, değerlendirmeleri var grupların. Tartışma böyle sürüyor.
Şu anki zeminde baktığında birtakım açılardan Kürt hareketi ile yakın olmak problemli, yani mevcut düzenin getirdiği birçok baskıyı şu ya da bu kadar hissetmeni, yaşamanı getiriyor. Ama Millet İttifakı’nın ya da CHP’nin belediye dolayımlarında yer alıyorsan, biraz daha düzenin sularına girmiş oluyorsun. Bu da açık bir şey. Bu noktada o baskının aynı düzeyde hissedilmesi de ortadan kalkıyor. Bunun ötesinde de bazı şeyler de gerçek devrimci mücadele, hakikaten nasılsa söylediğin laf da o olmuş oluyor. “Biz toplumsal mücadeleyi temel alıyoruz ve bu noktada çaba gösteriyoruz, bunun için varsa onlarla birlikteyiz” diyorsan tabiî ki o alanlarda çıkıyorsa onlarla birlikte oluyorsun zaten. Çünkü o bir hayat kolaylığı sağlıyor, bir mücadele kolaylığı sağlıyor. Ayrıca güven sağlıyor. Bu nedenle de o konuda söz söyleyenler de o konuda belki birlikte olma olanaklarını, moralleri daha da yükselecektir. Birlikteliklerin içinde bunlar olur zaten.
“Biz bu iktidardan kurtulmak istiyoruz ve bunun için böyle bir birlik yapıyoruz” diyenler varsa bunu açıkça ifade etmelerinde yarar vardır. Ama “Bu birliktelik, bu iktidar gitse de bir toplumsal zeminde sürecektir, bu söylediklerimizin arkasını dolduracak mevziler, ilişkiler, çabalar oluşturacağız” diyorlarsa ki programları, yaklaşımları öyleyse, bunun da birlikteliğini kurabilirler. Yani şu sıkışmışlık, faşizm, kriz, 20 yıllık süreç, “bu düzen böyle gitmez”, “bu ne kadar yağma” tepkileri… Daha geçen birisi iki çocuğunu ve eşini öldürdü, sonra kendini öldürdü örneğin. Otobüslerin Ankara’da grev yapması mesela; esnaf, en tutucu kesim çıkmadı trafiğe. İşsizliğin, yoksulluğun, pahalılığın hayatı olağanüstü zorlaştırdığı bir yerde “Bu iktidar gitsin, biraz daha farklı bir ortam olsun” gibi bir noktada, hedefi sadece öyle belirliyorsan da onu çok açık ifade etmeli. Ama “Ben devrimciyim ve ben bu düzene de sermayeye de kapitalizme de karşıyım” diyorsan, bunu söylemene, bu mücadeleye de engel değildir demek istediğim. Onu da yaparsın, bunu da sürdürürsün. Bunu iddia edenler varsa da yan yana gelirsin. Bu noktalarda açık olmak, her zaman mücadelenin daha somut ve daha güçlü olmasını da getirir diye düşünüyorum.
Sosyalist hareketin Kürt hareketi ile ilişkisine güncel tartışmanın ötesinde tarihsel ya da ilkesel bir mesele olarak baksak… Devrimci Yol bir dönem Türkiye’nin en büyük en etkili sosyalist hareketiydi ve o dönem Kürt hareketi çok etkili değildi. Sonra solun zaafa girdiği bir yerde de Kürt hareketi muazzam bir güç kazandı. Türkiye’de egemen ulus karşısında azınlık, ezilen ulus olmasına rağmen bunun içerisinden çıkan, sosyalist değilse de, sistem karşıtı hareket bir ağırlık kazandı. Bu sefer bu sosyalist harekette Kürt hareketiyle ilişki kurma konusunda birtakım çekinceler yarattı. Yer yer solun gelişiminin önünde bir engel olarak tanımlandı, az önce bahsettiğin devlet şiddetini üstüne çekmenin yanında yer yer bir eşitsiz ilişki içerisinde, Ortadoğu ölçeğinde siyaset yapan bir hareketle Türkiye sınırları içerisinde mücadele eden hareketler arasındaki açıdan kaynaklanan sorunlar öne çıktı. Bu sadece Kürt hareketine mesafelerini özellikle ifade eden yapıları değil herkesi etkileyen nesnel bir sorun. Sübjektivitelerden soyutlayarak genel olarak sol hareket ile Kürt hareketi arasındaki ilişkiye dair ne diyebiliriz?
Kürt hareketinin, uluslararası düzeyde Suriye, Irak, İran ilişkisini ve dünyadaki birtakım egemen güçlerle kurdukları ilişkileri de göz önüne alarak baktığımızda burada mantığı uca götürerek yapılan tartışmalarda, örneğin işte Rojava’da, Kobanê’de Amerika’yla işbirliği yaptılar ve bunlar emperyalisttir, biz de karşı olmalıyız gibi bir çizgi bence çok yerini bulan çizgi değil. Yanlış bir mantığa oturuyor. Onlar da emperyalisttir, biz de onlara karşı savaşırız gibi bir düşünce çok da yerini bulmuyor. Bunu söylerken bugünün gerçekliği zemininden hareket ederek söylüyorum. Kürt hareketini, adındaki ‘işçi partisi’ (PKK’nin Türkçe açılımı Kürdistan İşçi Partisi’dir), onun sınıfsal karakteri vs. üzerinden sosyalist bir hareket gibi değerlendirmek de doğru değil; ulusal karakterde bir harekettir. Demokratiktir; kendi kimliğini ve varlığını ifade etme anlamında talepleri demokratiktir. Aynı zamanda modernist bir harekettir. O coğrafyadaki hareketler anlamında en modernist olanı Kürt hareketidir. Böyle baktığımızda, kuracağımız ilişkilerin, yer yer kendileri de sosyalistlik, devrim ya da başka şeyleri ifade ediyor olsalar bile o kavramlar üzerinden olması gerekmediğini düşünüyorum. O harekete ana karakterini veren yönler belirleyicidir.
PKK’nin kendi içindeki demokratikliği ya da otoriterliği ya da siyaseti nasıl ürettiği noktasını gözardı etmiyorum. Geçmişte diğer Kürt grupları ve sol örgütler ile ilişkilerini de gözardı etmiyorum. Ama bugüne kadar yürüyen bir Kürt mücadelesini örgütleyen, ortaya çıkan mücadelenin Kürt halkını seferber eden bu boyutunu üreten bu harekettir. Yani bunu da gözardı etmemek gerekiyor. Ortada bir Kürt gerçekliği var ve bu hareket Kürt halkının talepleri ile örtüşüyor. Bunlar birbirinden soyutlanabilecek şeyler değil şu aşamada. Değişik katmanlar taşıyorlar; örgüt yapısı, siyaset üretişi falan diyerek tek başına bir yargılama ve hukuk kurmak yetmez diye düşünüyorum.
Benim kurduğum hukuk esas olarak Kürt halkının tarihsel düzeyde de güncel düzeyde de yaşadığı sorunlardır ve bizim bu sorunlarda neye taraf olup olmayacağımız meselesidir. Bu noktada ezildiklerini, haklarının kazanılması gerektiğini, yanlarında olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda birlikte oluş ve bu hareketin talepleri bu ülkede gericileşmeye mi yol açar, daha mı geriye götürür gibi tartışmalar yapılırsa ben gericileşmeye götürmeyeceğini daha ileriye götüreceğini söylüyorum. Türkiye nüfusunda büyük bir orana denk düşen büyük bir Kürt nüfusunun, büyük kentler dahil iç içe geçmiş yaşayan bir nüfusun, bir toplumun, bir ulusun yok sayıldığı bir demokratikleşmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum zaten. Yani bu kadar büyük bir kesim, küçük de olsa fark etmez ama, nicelik anlamında bu kadar büyük bir kesimi sen yok sayıyorsun; istedikleri dili, kültürü ya da başka hukukları engelliyorsun ve bu noktada da demokratikleşeceğiz diyorsun. Bu demokratikleşmeyi getirmez, devrimci siyaseti hiç getirmez zaten. Burayı çözmesi gereken de devrimcilik iddiasında olanlardır. En azından hak, hukuk ve talepleri görmek ve bunu isteyenlerle yan yana olma sorunudur. Yani içinde bir parçası olma ve o politikaya tabi olma anlamında değil söylediğim. Burada çok açık reddedilemeyecek ve çok açık birlikte olunması gereken talepleri vardır. O talepleri olmadan demokratikleşme de devrimcileşme de olmaz zaten. Onları taşıyarak devrimcilik yapabilirsin. Bunun ilişkisini de bulmamız gerekir. Yan yana olmak, acısından, gölgesinden ya da birtakım yükümlülüklerinden kaçınmamak gerekir. Mücadelenin ilişkileri her zaman çok da parıltı üretmeyebilir, çok da refah üretmeyebilir. Üzücü şeyler de olabilir ama genel düzeyde bu yapılması gerekendir. Yani bir tarafta ezilen, hakları yok sayılan ya da sömürülenler var ve bir başka tarafta sen bir yerde devrimciyim diyorsun, tüm bunlar olurken sen devrimci kalıyorsun, bu mümkün değil. Devrimcilik baştan bunlara karşı çıkmayı gerektirir.
70’lerin, 80’lerin kritik kavramlarından faşizme karşı mücadelenin lügatten çıktığını ve kimi zaman ilkeler sıralandığında pek de anılmadığını görüyoruz. Devrimci siyasetin bir gereği olan anti-faşizmin lügatten çıkmasının bahsettiğiniz “görevden kaçma” durumuyla ilişkisi nedir sizce?
Geçmiş kavramlarla bugünü tartıştığımızda boşluklar ve bugünü tam da karşılayamama sorunu yaşanıyor. Çok uzunca zamandır “AKP faşizmi” sözü vardır ya da “kontrgerilla iktidarı” vardır ya da ne bileyim “faşizm kurumsallaştı ama içi doldurulamadı” veya başka tanımlamalar yapılıyor. Ama bugünün dünyasındaki ve ülkedeki ilişkiler sisteminin yeterince açıklıkta tanımlanamaması, sınıf ilişkileri, iktidar ilişkileri ve buna karşı mücadele tarzların kristalize edilememesi gibi bir sorun var. Mesela burada “Baştan beri hep ‘AKP faşizmi’, ‘AKP faşizmi’ diyorum ve doğru dedim” diyorsan, faşizme karşı mücadele hatları nedir? Ezberlerimize bakarsak faşizme karşı mücadele faşizme karşı olan herkesle yapılır. Ama bakıyoruz bazen birçok örgüt bir araya gelse bile hayatta öyle çok büyük karşılıklar yok. Yani bu anlamda siyasette ortaya koyamadığımız, üretemediğimiz boşluklar çok fazla. Türkiye 70-80’lerin Türkiye’si değil, dünya zaten değil. O dönemlerde işte ülkenin yüzde 60-70’i kırlarda yaşardı, bugün daha fazlası kentlerde yaşıyor. Geçmişteki fordist üretim sistemleri vardı, Keynesçi ekonomiye ve montaj sanayine dayalı, kısmen korumalı ekonomiler söz konusuydu ama şimdi başka bir dönem yaşıyoruz. Daha düne kadar “sınırlar kalktı, ulus-devletler çözülüyor” falan deniyordu, şimdi mesela başka bir şey başladı. Farklı bir dönemdeyiz. Burada evet bu faşizmdir ve faşizme karşı şöyle mücadele edilir dendiğinde cevabı vermiş olmuyoruz. Burada birincisi, hayat içindeki, toplumsal mücadelelerdeki mevzilenmelerin, ikincisi, siyaset ve teorideki gelişmelerin yakınlaşması gerekir.
“Biz doğru siyaset ürettik ama herkesi ikna edemedik”, “Biz söyledik ama başkaları olmadığı için olmuyor” ya da “Biz söyledik ama toplum anlamıyor…” Bunlar aslında siyasetin söyleyeceği şeyler değil. “Biz şu referandumda şunu söylemiştik ama başkaları uymadı, böyle oldu, vebali onlardadır” falan… Vebal konusunda her zaman, yani yaşıyorsak, kendi üzerimize düşeni almamız gerekir. Mücadeleyi eğer çözüyorsan, ikna ediyorsan, bildiklerini yapıyorsan, zaten karşılamışsın demektir. Bunu yapamadığınızda gerekli açıklığı ya da gerekli toplumsal bağları denk getirememişizdir. Siyaseti sorumluluktan kaçmadan ifade etmek lazım. Ben bu nedenle bugünün siyasetini çözdüğümüz kanaatinde değilim zaten. Ben kendi adıma sol ve iddiada bulunan kesimlerin bu dönem canlı, dinamik, hayatı çözen konumda olduğunu düşünmüyorum. Ben kendi adıma kendimi çürümüş olarak ve çürümüşlükten çıkmaya çabalayan, bunun için çaba gösteren biri olarak görüyorum.
Ne zaman ki siyaseti, hayatı toplumla birlikte belirlemeye çalışıyoruz, devrimcilik bu noktada ifade edilmiş olur.
Devam edecek…
Söyleşi: Ali Ergin Demirhan