Putin rejiminin NATO’nun saldırganlığını gerekçe göstererek “ulusal güvenlik” bahanesiyle Ukrayna’yı ortadan kaldırmaya kalkmasını haklı görmek, İkinci Enternasyonal oportünizminin “anayurdu savunma” siyasetini günümüzde hortlatmaktır
Time dergisi Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı için Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” kitabına işaret ederek, kapağına şu manşeti attı: Tarihin Geri Dönüşü (The Return of History).
Fukuyama’nın görüşü ne kadar burjuva aptallığı ise, Time’ın kapağı da o kadar burjuva aptallığı. Ne var ki, Time dergisinin kapağındaki açık şaşkınlık biz komünistlerin tarih anlayışı için zerre önem taşımıyor. Tarihin bittiğini hiç düşünmedik. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı karşısında sol-sosyalist cenahta karşılaştığımız kimi yaklaşımları görünce tarihin dinamizmini yitirip yitirmediği kuşkusuna kapıldık. Tarihsel süreç ve olguları algılamada 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran saplantılı yaklaşımlarla 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken “bu kadarı da olmaz” dedirtecek biçimde yeniden karşılaşınca kendimizi bir karabasan içinde bulduk.
Sovyet blokunun 1989’da çöküşüyle dünya sosyalist hareketi ciddi bir çalkalanma ve savrulmalar dönemine girdi. Marksizm’in ölümünü ilândan tutalım “yenilenme” adına onlarca yıl öncesinde iflâs etmiş oportünist tezlerin cilalanarak hortlatılmasına kadar çok değişik biçimlere büründü bu savruluş. Bazılarında da “devrimcilikte ısrar” görünümü altında zaman tünelinde donup kalma biçimini aldı.
Son 10 yıldır kayda değer toparlanma emareleri olsa bile, en başta devrim için elverişli koşulların olgunlaşmasına rağmen kitlelerin yüzünü hâlâ bizlere dönmemesinin ardında yatan en temel nedenin sosyalizmin kaybolan prestijini hâlâ onaramamış olduğunu söylemeliyiz. Bu tamamen bizden kaynaklanıyor. Dahası hâlâ kendi ellerimizle katkıda bulunuyoruz bu prestij kaybına. En basitinden ya teorimiz pratiğimiz ile örtüşmüyor ya da tersi. Bu görüntümüzle istediğimiz kadar devrim ve sosyalizm adına en cafcaflı cümleleri kuralım, en keskin devrimci sloganları atalım Marksizm’in tarihin yapıcısı olarak tanımladığı yegâne varlık olan kitleler dönüp bize bakmıyor hâlâ. Peki neden?
Genel ve öznel olarak onlarca, hatta yüzlerce neden bulabiliriz. Ancak arayacağımız nedenlerin en başında, maddi toplumsal koşullara ve gelişmelere diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle bakılamaması gelir. Bir tahlil yapılır, bir politika ortaya konulurken tumturaklı Marksist alıntılar yapılsa da, en Leninist slogan atılsa da bunların maddi toplumsal varlık ve gerçeklikle ilişkisi yoksa daha işin başında Marksizm dışına düşülmüş demektir. Tam da buna işaret etmek için Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde şöyle derler:
Ve eğer, eksiksiz bir devrimin bu maddi unsurları; yani, bir tarafta mevcut üretici güçler, diğer tarafta da yalnızca mevcut toplumun şu ya da bu koşullarına değil mevcut “yaşam üretimi”nin kendisine, onun dayandığı “toplam faaliyet’”e başkaldıran devrimci bir yığın yoksa eğer, -komünizm tarihinin kanıtladığı gibi- bu devrim fikrinin binlerce kez dile getirilmiş olmasının pratik gelişim açısından hiçbir önemi yoktur. (sf. 45, bold bana ait)
İşin acı tarafı Marx ve Engels’in tarif ettiği “devrimci yığın” günümüzde tarihin hiç evresinde olmadığı kadar karşımızda dururken, ‘devrimin öncüleri bu devrimci kitlenin görüş açısına neden giremiyor,’ sorusu bir Marksist’in veya hareketin dürüstçe cevaplaması gereken can alıcı bir sorudur.
Bu soruya yanıt ararken Marksizm’in “A” harfinden başlamak yararlı olur kanımca: Toplumsal bilinci toplumsal varlık belirler. Günümüzde öncülük iddiasında bulunan güçlerin en Marksist görünen bilinçlerine rağmen toplumsal varlıklarına (Marx ve Engels’in ifadesi ile maddi yaşamlarını üretmelerine) baktığımız zaman karşımıza tarihin en tutarsız sınıfı çıkar: Küçük burjuvazi.
Eğri oturalım doğru konuşalım, TDH dahil dünya devrimci hareketinin bugünkü öncülerinin ezici çoğunluğu (Zapatistalar ya da köylülükle doğrudan bağı olan bazı Maoist partiler dışında) küçük burjuvadır.
Zaten sözünü ettiğimiz karabasanın hortlamasının kökeninde de bu küçük burjuva toplumsal varlık koşulları vardır. En yüksek perdeden Marksist-Leninist geçinenlerin Rusya-Ukrayna krizinde “Rusya emperyalist değildir, dolayısıyla bu savaş emperyalistler arasında bir savaş olarak görülemez” diyebilmelerinin toplumsal varlık anlamında sınıfsal kökeni küçük burjuvalık ve onun tutarsız radikalizminden başka bir şey değildir.
Emperyalizm 20. yüzyıl içinde muazzam bir gelişme kaydetti. Emperyalizm teorileri de bu bağlamda gelişti. Ortaya çıkan yeni durumlar analiz edildi, kayda değer yeni yaklaşımlar ortaya çıktı.
Ancak sınıf savaşımı bağlamında, kapitalizme karşı sosyalizm savaşımında hiçbir teori Lenin’in emperyalizm teorisini olumlu anlamda aşamadı. Bu noktada kendisine Marksist-Leninist diyen birisi bir ülkenin emperyalist olup olmadığını Lenin’in emperyalizm teorisi ile sınamak durumundadır.
Bu sınamada eğer bir uyumsuzluk ortaya çıkarsa bunun iki nedeni olabilir: Birincisi Lenin’in emperyalizm teorisi mevcut durumu/gelişmeyi açıklamaya artık yeterli gelmiyordur ve geliştirilmesi gerekir, ki hiç yapılmayandır bu. İkincisi ise Lenin’in teorisi ya gözardı ediliyordur ya da çarpıtılıyordur, ki en çok yapılan da budur.
Detayları olmakla birlikte Lenin, emperyalizmin varlığı veya yokluğuna dair 5 temel kriter koymuştur:
1- Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;
2- Banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu “mali-sermaye” temeli üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır;
3- Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;
4- Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;
5- En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. (Lenin, 1979, sf. sf 100-101)
Bu son maddenin devamı olarak Lenin, nüfuz alanlarının yeni bir paylaşımının bundan böyle ancak zor yani askeri güç kullanımı ve savaş yoluyla mümkün olabileceğinin altını çizer.
Lenin’in emperyalizmin karakteristik özellikleri olarak tarif ettiği bu beş kriteri esas alarak Rusya’nın emperyalist olup olmadığına dair onlarca kanıtı internette kısa bir taramayla bile bulmak mümkündür. Kaldı ki Ukrayna somutunda karşılıklı hamlelerle tırmandırılan ve sonunda açık silahlı işgal girişimine dönüşen kriz, sadece Rusya ile NATO’yu mızrak başı olarak kullanan ABD-İngiltere ikilisi arasındaki emperyalist rekabetle sınırlı değildir. Bu çatışma daha geniş ölçekteki bir emperyalist kapışma ve bilek bükme yarışının Avrupa’nın göbeğinde, Rusya’nın periferisinde dışa vurmasıdır. Asıl kapışma gerileyen bir emperyalist olarak ABD ile yükselen bir emperyalist olarak Çin arasındadır. Eski hegemon konumunu kaybeden ABD’nin NATO’ya yeni bir “ruh” kazandırarak Batılı müttefiklerini etrafında mevzilendirirken Çin’le yakınlaşmasını önlemek istediği Rusya’yı “çevreleyerek” baskı altına alma stratejisi bu büyük oyunun bir parçasıdır. Kaldı ki Rusya burada sadece bir “kurban” değil, korkunç servetlerin sahibi milliyetçi Rus oligarklarının çıkarları doğrultusunda Çarlık döneminin “Büyük Rusya” idealini gerçekleştirme amacıyla fırsatını buldukça askeri gücünü kullanarak eski nüfuz alanlarını -Suriye gibi yenilerini de ekleyerek- ele geçirme peşinde koşan bölgesel emperyalist bir güçtür.
Ancak esas sorun “Rusya emperyalist değildir” diyenlerin, Lenin’in emperyalizm teorisinden kaçmaya çalışırken, aslında bir başka küçük burjuva oportünist teori olan Maocu Üç Dünya Teorisinin (ÜDT) çukuruna düşmeleridir.
Bu utangaç ÜDT’ciler, “Rusya emperyalist değildir’ diyenlere karşı, kapitalizmin (ve de emperyalizmin) bir diğer temel yasası olan “eşitsiz gelişim yasası”nı ters yüz ederek “Rusya emperyalist ama bildiğimiz emperyalistlerden değil” argümanına sarılıyorlar. Bu argümana sarılanlar özetle “ABD-AB emperyalizmine karşı Rusya, Çin, Hindistan’ın ikincil türden emperyalistler olduğunu; bu ikincil kampın kapitalist pazarının ve nüfuz alanlarının dar olduğunu; bu nedenle emperyalist çelişkilerinin de saldırganlıklarının da temelde ABD-AB emperyalizmine karşı savunma temelinde şekillendiğini” iddia etmektedirler. Buyurun size “yeni” Üç Dünya Teorisi!
Bu yeni tip Üç Dünyacılık, tıpkı eskisi gibi özsel olanı yani niteliği geri plana itip niceliği yani güçler arasındaki dengesizliği esas alarak bizi “zayıf emperyalist” (ikinci dünya)-güçlü emperyalist (birinci dünya), iyi emperyalist-kötü emperyalist gibi bir ayrım yapmaya götürür. Ancak bu kelime ve mantık cambazlıklarını Marksizm-Leninizm’le, özellikle de Leninist emperyalizm tahliliyle de (bu bağlamda ulusal sorunda Leninist kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ve 2. Enternasyonal oportünizmiyle taban tabana zıt proletarya enternasyonalizmi anlayışıyla) bağdaştırmak olanaksızdır. Marksizm-Leninizm bağlamında iyi-kötü emperyalist yoktur, olmamıştır, olamaz da. Emperyalistler arasında eşitsiz gelişim yasasına bağlı olarak birbirlerine karşı göreli olarak büyük-küçük, güçlü-zayıf emperyalist vardır denebilir en fazla.
Dolayısıyla eşitsiz gelişim yasasından kaynaklı farklara dayanarak emperyalistler arasındaki bir savaşta taraflılık ilan etmek en hafif deyimle Leninizmle açık karşıtlık içerir. Eski Sovyetler Birliği’nin hem kurucusu hem de en büyük cumhuriyeti olması nostaljisi ile Rusya’nın Ukrayna saldırısına destek sunulması, dahası Moskova’nın hâlâ “sosyalizmin başkenti” olarak görülmesi ise tarih tünelinde donup kalmış akıl almaz bir bilinç kaybı olarak görülebilir ancak.
Tartışma konusu bir diğer önemli nokta ise emperyalistler arası savaşa karşı çıkmanın kendiliğinden “saf barış talebi ve tarafsızlık” içerdiği iddiasıdır. Hele ki Marksistler’in Marksistler’e karşı bunu iddia etmesi, en azından iki taraftan birisinin Marksistlik iddiasını ciddi boyutlarda şüpheli hale getirir.
Hiçbir Marksist-Leninist, “saf bir savaş” iddiasında bulunmadığı gibi “saf bir barış” iddiasında da bulunamaz. Her şey bir yana Marksizm’in ABC’si olan Komünist Manifesto’nun daha başlangıcında şu cümle vardır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” (Age, 22)
Marksizm’le en ufak bir ilişkisi olan bir kişi bile, bu bağlamda bir savaşa bakarken öncelikle o savaşın amaç ve hedeflerine, bu anlamda sınıfsal karakterine bakmak zorunda olduğunu bilir. Lenin, I. Emperyalist Paylaşım savaşı sırasında Marksizm’in savaşlara nasıl bakması gerektiğini hem teorik açıdan geliştirmiş hem de bunu Ekim Devrimi ve 3. Enternasyonal pratiği ile somutlamıştır.
Bu basit ve temel Marksist bilgiler ışığında Marksizm, burjuvazinin proletaryayı da peşine takarak dahil olduğu her türden kapitalist-emperyalist saldırganlık eylemini, yayılma amacını güden haksız savaşları mahkûm eder. Böyle bir savaşta proletaryaya, burjuvazi adına başka ulusa doğrulttuğu silahlarını acil bir biçimde ve de öncelikle kendi burjuvazisine doğru çevirmesi hedefini gösterir.
Bu net bir şekilde açıkken “emperyalist savaşa hayır” sloganının “saf bir barış” ve “tarafsızlık” olduğunu iddia etmek, küçük burjuva körlük veya bu körlüğe eşlik eden küçük burjuva kibirle açıklanabilir ancak.
Tekrar pahasına olsa da bir kez daha altını çizelim: Hiçbir Marksist-Leninist, yayılma ve nüfuz alanı peşinde koşan emperyalistler arasında bir savaşa taraf olamaz! Onların taraf olacağı tek yer, kapitalist-emperyalist burjuvaziye karşı olan işçi sınıfı ve emekçilerin olduğu taraftır. Tam da bu nedenle bir Marksist-Leninist, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların elindeki silahlarını egemen sınıf olan kapitalistlere doğrultmasını savunur, önerir, uygular.
Savaşa karşı tutum konusunda Marksist-Leninist tutumun özünü oluşturan bu ilkesel yaklaşım aynı zamanda Leninizmle İkinci Enternasyonal oportünizmi arasındaki özsel ayrım noktalarından biridir. Bu ayrım, tutarlı devrimci enternasyonalizmle proletaryayı kendi burjuvazisinin kuyruğuna takarak başka uluslardan kardeşlerini boğazlamaya çağırmayı, bunu desteklemeyi “normal” gören İkinci Enternasyonal anlayışı arasındaki ayrım olarak da tanımlanabilir.
Tıpkı 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında olduğu gibi bugün “ulusal güvenlik” gerekçesini bahane ederek Ukrayna’yı işgale yönelen Putin rejiminin bu gerekçesine hak vererek onun Ekim Devrimi’nin ulusal sorunları çözümüne, Lenin ve Stalin’e saldırmakla kalmayıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKTTH) gibi temel bir hakkı “herhangi normal bir ülke için kesinlikle yıkıcı olan iğrenç, ütopik bir fantezi” olarak nitelemesini görmezden gelmek İkinci Enternasyonal oportünizmini utanç verici bir iflasa sürükleyen “anayurdu savunma” politikasını günümüzde hortlatmaktan başka bir anlama gelmez.
Kaynakça:
Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Everest Yayınları, 2. Baskı, 2013.
Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1976
Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En yüksek Aşaması, Sol Yayınları, 7. Baskı 1979)
Kaynak: alinteri6.org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.