Ataerki, varlığını özel mülkiyete borçlu ve onunla birlikte adım adım gelişen, devletle birlikte tamamlanan, özel mülkiyetin tarihsel (köleci, feodal, kapitalist) biçimlerine göre tarih boyunca biçim değiştiren, gerçek sınıfsal temele dayanan bir erkek egemenlik biçimidir. Erkek egemenliğinin varlık nedenini oluşturan bu tarihsel unsurların hiçbiri kadının komünal aşamadaki statüsünde söz konusu bile değildir
İnsan doğayı “emeğin nesnel koşulu” olarak ve dirimsel etkinliğinin nesnesi ve aleti kılarak, kendi türünü de bu etkinliğin doğal bileşeni olan “insandan insana doğal zorunlu ilişkiyle” (Marks) yeniden üreterek, her bireyin diğerinin varlık nedeni olduğu özdeşlik ilişkisi içinde ve topluluk halinde doğal biçimde sahiplenir:
“1- Emeğin doğal koşullarının, yeryüzünün, ilk iş aracı olarak, hem laboratuvar ve hem de onun hammadde deposu olarak mülk edinilmesi; ama emek aracılığıyla değil, emeğin ilk koşulu olarak mülk edinilmesi. Birey, emeğinin nesnel koşullarını, basitçe kendi malı, bunlar sayesinde gerçekleşen öznelliğinin inorganik doğası olarak görür. Emeğin başlıca nesnel koşulu, bizzat emek ürünü olarak ortaya çıkmaz, doğa olarak zaten vardır. Bir yanda canlı birey, öte yanda ise kendisinin yeniden üretilmesinin nesnel koşulu olarak yeryüzü.” (K. Marks, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Yay. sf. 74, bba)
Doğanın sunduğu yaşam gereksinimlerini tüketerek ve yeniden üreterek bilinçli varlığa dönüşen insanın, doğayı doğal olarak sahiplenme duygusu emek aracıyla gerçekleşir. Yeryüzünün ilk sahiplenilmesinin bireysel değil toplumsal olduğunun bir başka kanıtı da dilin gelişmesinde ortaya çıkar: “…açıktır ki, birey kendi diline, ancak bir insan topluluğunun doğal üyesi olarak kendisine ait bir şey olarak bakar. Dilin tek bir bireyin ürünü olması saçmalıktır. Ama aynı şey mülkiyet için de geçerlidir.” (age, sf. 80, bba). Konuşma yetisi toplumsal ilişkiler sayesinde gelişen ve bu nedenle kendini topluluğun doğal üyesi hisseden her bireyin; geçim araçlarını bireysel ve kendi mülkü olarak ürettiği, dolayısıyla her bireyin diğer bireylerle çıkar savaşı halinde olduğu, erkeğin de bireysel çıkarı için biyolojik üstünlüğünü egemenlik olarak kadına dayattığı kurgusu da idealist spekülasyondan başka bir anlam taşımaz.
Topluluk halinde varoluş için, “… eylemin (hayvancılıkla uğraşanların, avcıların, tarım yapanların vb. eyleminin)” der Marks “nesnel koşullarının elde edilmesinin ilk koşuludur”. İnsan bir ön koşul olarak topluluk halinde olmasaydı ne dil gelişirdi ne geçim araçlarının üretimi ne de bilinç. Sürüden evrimleşerek gelen ve ön koşulu oluşturan topluluk, “eylemi”, yani kendi yaşamı için gerekli araçların elde edilmesi faaliyetini ancak birlikte hareket ederek el birliğiyle ve ortak dil aracıyla gerçekleştirirken bilinci de bireysel-toplumsal olarak gelişmektedir.
Her birey (kadın veya erkek) diğer bireylerle birlikte hem topluluğun bireysel organik temelini oluşturur ve hem de kendi varlık koşullarını toplulukta bulurken mülkiyet, başlangıçta toplanabilir doğa ürünleri, bu ürünleri elde etmek için kullanılan araçlar ve giderek toprak üzerinde topluluk halinde doğal sahiplenme duygusu olarak gelişir:
“… Toprak, hem iş araçlarını ve malzemesini, ve hem de yerleşim yerini, topluluğun temelini sağlayan büyük bir laboratuvardır, cephaneliktir. İnsanların toprakla olan ilişkisi pek safçadır (naiv): onu topluluğun mülkü sayarlar. Birey ancak böyle bir topluluğun -sözcük ya da mecazi anlamında- member’ı olduğu sürece kendisini bir mülk sahibi (eigentümer) ya da zilyedi (Besitzer) sayar. Emek süreci yoluyla gerçek mülk edinme, bu ön koşullar altında yer alır, ki bunlar emeğin ürünü olmayıp, onun doğal ya da tanrısal ön koşulları olarak görünürler.” (age. sf. 63)
“…2- Toprağa, yeryüzüne çalışan bireyin mülkü olarak davranılması, insanın daha baştan ‘çalışan birey’ soyutlamasının ötesinde bir şey olması demektir, eylemine ön gelen ve onun salt bir sonucu olarak ortaya çıkmayan, ve eyleminin deri, duyu organları kadar bir ön koşulu olan -çünkü deri ve duyu organları da yaşam süreci içinde gelişirler, yeniden üretilirler vb., onun ön koşuludurlar- yeryüzü üzerindeki mülkiyetinde nesnel bir varlık biçimine sahip bulunması demektir. Bu davranışı, o anda ortaya çıkaran şey, bireyin, topluluğun bir üyesi olarak az çok doğal olarak gelişmiş, az çok tarihsel olarak gelişmiş ve değişmiş olan varlığıdır – bir kabilenin vb. parçası olarak ilkel varlığıdır.” (age, sf. 74)
Her bireyin diğer bireylerle ilişki içinde topluluğun organik temelini oluşturması, her bireyin (kadınlı erkekli) emeğini zorunlu kılarken, her birey kendi emeğinin nesnel-doğal koşullarını içinde geliştiği topluluk sayesinde elde eder. Bu nedenle birey, üzerinde çalıştığı toprak parçasının zilyedi olurken toplum tüm bireylerin birlikte çalıştıkları toprağın doğal ortak sahibidir. Bu doğal mülkiyet -ve aynı zamanda kadın-erkek ilişkilerinin çok eşli aile biçimleri olarak kurallara bağlandığı- toplumsal düzen biçimi anlaşılmadan, ileride ele alacağımız özel-hukuksal mülkiyet biçimlerinin ve bu biçimlerin kadın-erkek ilişkisine doğrudan yansıyarak dönüştürmesinin, erkek egemenliğinin ruhunun kavranması olanaksızdır. Hukukçu idealizmi ile feminist idealizmin önde gelen yanılgısı da burada, bu iki mülk edinme biçimi arasındaki özsel farklılığın göz ardı edilmesiyle başlar.
Emek ile emeğin nesnel koşulları arasındaki ilişki, evrimin ilk aşamasında, doğanın organik bedeni olan insan ile insanın inorganik bedeni olan doğa arasındaki ilişkidir. İnsan kendi geçim araçlarını üretirken doğa ile bireysel ve toplumsal ilişki içine girer. Hayvan da doğanın organik bir parçasıdır, toplu halde yaşayan türleri de vardır ama doğa ile böyle bir ilişki içinde değildir:
“Hayvan kendi dirimsel etkinliği ile doğrudan doğruya özdeşleşir. Kendini ondan ayırmaz. O, bu etkinliktir. İnsan kendi dirimsel etkinliğinin kendisini, kendi irade ve bilincinin nesnesi (konusu) durumuna getirir. Onun bilinçli bir dirimsel etkinliği vardır. Kendisi ile doğrudan doğruya kaynaştığı bir belirlenim değildir bu. Bilinçli dirimsel etkinlik insanı hayvanın dirimsel etkinliğinden doğrudan doğruya ayırır. İşte o tastamam bundan, ve sadece bundan ötürü türsel[1] bir varlıktır.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, sf. 160)
İnsanın türsel varlığı ile birlikte aynı zamanda insanal özü biçimlenir. İnsan, sadece geçim araçlarını üretmesi ve bilinç kazanmasıyla değil; bu kazanımların doğal bir sonucu olarak insanal nitelik kazanmasıyla da hayvandan ayrılır. Evrimin yabanıllık aşamasında ortaya çıkar ve uygarlığın (özel mülkiyet biçimleri çağının) eşiğine kadar onun doğa ile ilişkisi, her biri farklı bir insanal özellik taşıyan çok çeşitli ilişki biçimlerine dönüşerek belli bir gelişme kaydeder. Öyle ki, insanın beş duyusu -ki hayvanda da vardır- sadece organik duyular olarak kalmaz; her duyu, insanın bilinci ve maddi yaşam pratiği ile ilişkilenerek, onun doğa ile duyusal ilişkilerine yeni örgensel ilişki biçimleri kazandırır.
Örneğin en ilkel aşamadaki insanın mağara duvarına çizdiği resim, taşa verdiği biçim beş duyusunun insanın doğa ile insanal ilişkiye girmeye başladığına, örgensel ilişki biçimlerinden biri olan sanata tanıklık eder. Sanat, insanı hayvandan ayıran özelliklerinden biridir. Marks’ın deyimiyle “yaşamın insanileştirilmesidir”. Mağara duvarlarındaki resimler ve taşlara verilen biçimler, evrimin o aşamasındaki sınırlı gelişme koşullarında insanlığın ürettiği ilk büyük sanat eserleridir. İnsan duvara çizdiği resimde veya doğa malzemesine verdiği biçimde, doğa ile ilişkisinin bilincine nasıl yansıdığını anlatmaya çalışırken, göz de görsel biçim güzelliğini örgenleştirmeye, bedeni olduğu doğaya yani kendi doğasına kendi bilinçli varlığının ürünü olarak yeni bir zenginlik kazandırmaya başlar. Kulak sadece belli sesleri salt belli biçimde duymakla kalmaz, onu farklı seslere dönüştürerek insanın doğa ile yeni bir örgensel ilişki biçimi (müzik) geliştirmesine aracılık ederken, müziğin sesteki ahengi insanın bedeninde başka bir örgensel ilişkiye (dans) aracılık eder. Doğa-insan (doğa-insan ilişkisi aynı zamanda insan-insan ve kadın-erkek ilişkisidir) ilişkisinde beş duyu, organik beş duyu olarak kalmaz; insanal özün nesnelleşmesine, insan-nesne (insan aynı zamanda doğanın nesnesidir) bütünlüğünde insan olarak doğanın, doğa olarak insanın duyusal zenginleşmesine aracılık eder:
“…ancak insanal özün nesnel olarak açılmış zenginliği sayesindedir ki, insanın öznel duyma yetisinin zenginliği ilkin ya geliştirilmiş ya da üretilmiştir, [bu sayededir ki -ç] bir kulak müzikçi olur, bir göz biçim güzelliğini görür, kısacası duyular insanal zevke elverişli bir duruma gelir, kendilerini insanın özsel güçleri olarak olurlayan duyuları olurlar. Çünkü sadece beş duyu değil, ama tinsel duyular, pratik duyular (istek, sevgi vb.) denilen duyular da, kısacası insanal duyu, duyuların insanlığı, ancak kendi nesnelerinin varoluşu, insanlaştırılmış doğa sayesinde oluşurlar… Demek ki, insanal özün nesnelleşmesi, kuramsal bakımdan olduğu kadar pratik bakımdan da insan duyusunu insanal kılmak için olduğu kadar, insan ve doğa özünün tüm zenginliğine karşılık düşen insanal duyuyu yaratmak için de zorunludur.” (age, sf. 198)
Bireyin insanal özü tek başına, kendinde bir varlık olarak değil, insanal özü nesnelleşmekte olan diğer bireylerle ilişki (ve özel olarak kadın-erkek ilişkisi) içinde, tüm bireysel örgenselliklerin toplumsal-organik bir üst biçim oluşturduğu farklı bir örgensellik biçimi (sürüden topluma geçiş) içinde nesnelleşir. Diğer bireylerle toplumsal ilişki içinde ve tüm toplumsal alanlara yansıyan bir ilişki olarak gelişen kadın-erkek ilişkisi de insandan insana en dolayımsız, toplumsal gelişimin diğer tüm örgensel biçimlerini şu veya bu biçimde, dolaylı veya doğrudan etkileyen, bu nedenle cinsiyeti toplumsallaştıran bir ilişki olarak, kadının ve erkeğin salt biyolojik-fiziksel farklılıklarına indirgenmiş kendinde bir ikili ilişki biçiminde değil, kendi özgüllüğünde toplumsal biçimde örgenselleşir.
Kadın-erkek ilişkisindeki örgenselleşme, insanın varlığını türselleşmiş olarak yeniden üreten bir özellik kazanmaktadır. Bu nedenle insanın organik beş duyusu, bu ilişkide de salt beş duyu olarak kalmaz. Kadının doğurganlığı beş duyu aracıyla insanal öze yeni bir örgensel ilişki olarak dahil olur.
Kadın-erkek ilişkisinde gelişen bu örgensellik, erkeğin biyolojik-fiziksel farklılığını kullanarak kadına üstünlük dayatmasına izin vermediği gibi, doğurganlığı nedeniyle kadına manevi üstünlük sağlayan farklı bir anlam yükler. İnsan nasıl ki hayvanın doğaya baktığı gibi bakmazsa, kadının doğurganlığına da hayvanın dişisinin doğurma eylemine baktığı gibi bakmaz. Gözü, kulağı, burnu, dili, teni doğayı olduğu gibi, doğanın organik bir eylemi olan bu olayı da hayvandan farklı algılamaya başladığında bu doğurganlık, evrimin henüz özel mülkiyetle lekelenmediği bu doğal aşamasında insan bilincinde ve düşüncesinde yeni bir örgensel özellik ve kültür olarak biçimlenir.
Bu örgensellik insanın, bu kez “örgensel bedeni olan doğayla”, yani kendisi ile ilişkisidir; doğuran da doğan da -hem kadın hem erkek olarak- kendisidir. İnsan evrimin bu aşamasındaki koşullarda varlığının yeniden üretiminin sürekliliğini kadının doğurganlığında apaçık görür, hisseder ve ona bu aşamadaki sınırlı bilinciyle tanrısal anlamlar yükler. Doğum eyleminde özne kadın, nesne yeni doğan insandır. Öte yandan insan hem kendini yeniden üreten kadın-erkek ilişkisinin nesnesi hem de bu ilişkiyi araçsallaştıran bir amaç olarak onun öznesidir. Kadının bu biyolojik eylemi (sürüden uzaklaştıkça) salt biyolojik olarak kalmaz, aynı zamanda kadına manevi bir üstünlük sağlayan, toplumsal-örgensel bir özellik de kazanmaya başlar.[2]
Evrimin özel mülkiyet öncesi çok eşlilik dönemlerinde her birey hangi kadından doğduğunu bilir ve onu doğuran ana ile kendisi arasında oluşan doğal duyu ve duygu biçimlerini ömür boyu diğer bireylerle birlikte (toplumsallaşmış biçimde) taşır. İnsanal öz -doğal öz- toplumsal öz ilişkisinin, insanın kendi neslini yeniden üretiminde yansıması ve biçimlenmesiyle birlikte doğal ve kendiliğinden gelişen kadın-soy zinciri, aynı zamanda tarihte ilk toplumsal düzen ve örgütlenme biçimi olarak kendi kültürünü de üretir. Bu durum, evrimin bu aşamasında, kadının doğal-toplumsal eşitliği bozmayan manevi üstünlüğünün, gerçek saygınlığının ilk doğal temelini oluşturur.
İnsanın bilinçli varlığa doğru evrimi sürecinde onu hayvandan ayıran bu türsel gelişimi, bilinçli dirimsel etkinliği, kadın-erkek ilişkisini de türselleştirirken, tüm toplumsal ilişki biçimlerini (içinde bulunduğu koşullara göre) tarih boyunca kadın-erkek ilişkisine yansıtır:
“…İnsandan insana dolayımsız, doğal, zorunlu ilişki kadın erkek ilişkisidir. Bu doğal, türsel ilişki içinde, insanın doğayla ilişkisi dolayımsız olarak insanla ilişkisidir, tıpkı insanla ilişkisinin dolayımsız olarak doğayla ilişkisi, kendine özgü doğal belirlenimi olması gibi. İnsan için, insanal özün ne ölçüde doğa durumuna ya da doğanın ne ölçüde insanın insanal özü durumuna gelmiş bulunduğu, duyulur, somut bir olguya indirgenmiş bir biçimde, demek ki bu ilişki içinde görünür. Bu ilişkiden yola çıkarak, demek ki, insanın tüm kültür düzeyi yargılanabilir. İnsanın kendisi için ne ölçüde türsel varlık, insan durumuna gelmiş ve kendini böylece kavramış bulunduğu bu ilişkinin özlüğünden çıkar; erkek kadın ilişkisi insandan insana en doğal ilişkidir. Öyleyse insanın doğal davranışının ne ölçüde insanal duruma gelmiş ya da insanal özün onun için ne ölçüde doğal öz durumuna gelmiş bulunduğu bu ilişkide görünür. İnsan gereksinmesinin ne ölçüde insanal bir gereksinme durumuna, öyleyse insan olarak öteki insanın onun için ne derecede bir gereksinme durumuna gelmiş bulunduğu, insanın, en bireysel varlığı içinde, aynı zamanda ne ölçüde toplumsal bir varlık olduğu da bu ilişki içinde görünür.” (1844 El Yazmaları sf.189, bba)
Marks’ın bu tarihsel-materyalist soyutlamasında tarih boyunca kadın-erkek ilişkisinin tüm toplumsal dinamiklerdeki yansımalarının, feminist tartışmalarda çokça konu edilen cinsiyet-toplumsal cinsiyet ilişkisinin çözümlenmesine dönük bir bakış açısı ve yöntem buluruz. Marks, feminizmin yaklaşık 40-50 yıl önce “toplumsal cinsiyet” olarak kavramlaştırdığı ancak içeriğini tanımlamakta görüş birliği sağlayamadığı şeyi, yani kadın-erkek ilişkisinin “ne ölçüde” toplumsal, doğal ve insanal olduğunu ve bu ölçünün test edileceği toplumsal biçimleri (“kültür düzeyi”, “türsel varlık”, “insanal durum”, “doğal öz”, “toplumsal varlık”) tüm tarihsel süreçleri kapsayıcı bir biçimde tarihsel-materyalist bir soyutlama yaparak bundan tam 165 yıl önce açıklar.
Öte yandan Engels, insan bilimin tespitlerinden yola çıkarak “Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni”nde, sürüden topluma geçerken oluşmaya başlayan ilk toplumsal düzenin cinsel ilişkilerin düzenlenmesiyle başladığını ve tek eşliliğe kadar nasıl ve hangi maddi koşulları takip ederek evrildiğini ortaya koyar.
Her ikisi de kadın-erkek ilişkilerini, cinsiyetin ilk toplumsallaşmasından itibaren tarih boyunca gelişimini takip ederek toplumsal yaşam ve ilişkiler bütünlüğü içinde mercek altına alırlar. Toplumsal cinsiyet kavramını kullanmazlar ama açıkladıkları şey toplumsal cinsiyetin ve cinsiyetin toplumsallığının ta kendisidir. Marks ve Engels’in geliştirdikleri yöntem; feminist akımlarda çokça karşılaştığımız, kadın-erkek ilişkisini salt biyolojik-cinsiyet farklılığı üzerine inşa eden, ilişkide öncesiz bir erkek üstünlüğü ve hiyerarşi arayan, onu tarihsel-toplumsal koşullardan kopuk, soyut bir cinsiyet ikiliğine hapseden, geçim araçlarının üretimi ile kendi neslinin üretimini birbirinden bağımsız ele alan tek yanlı kurgusal idealist-felsefi soyutlamalara karşı tarihsel-materyalist çözüm yolunu gösteren bir yöntemdir.
Tarihte cinsiyetin kadın-erkek ilişkilerinin kurallara bağlandığı belli düzen biçimlerinden geçerek toplumsallaşması, aynı zamanda kadın-erkek ilişkisinde gelişen doğal insanal özün ilk yansımalarından biridir.
Kadın soy zincirine göre oluşan toplumsal düzenin kurallarını Bachofen “analık hukuku” olarak adlandırır. Engels de bu terimi kullanır ancak, “… ama bu, uygun bir terim değildir, çünkü toplumun bu aşamasında, sözcüğün hukuksal anlamında ‘hukuk’ henüz söz konusu edilemez” diye şerh düşer. Öyleyse “kanunların ruhu”ndan, dolayısıyla erkek egemenliğinin ruhundan da söz edilemez.
Kadının doğurganlığında toplumsal-insanal bir öz olarak gelişen manevi saygınlığı ve otoritesi bir egemenlik biçimi değildir. Kolektif mülkiyet ve doğal eşitlik temelinde gelişen toplumsal ilişkiler içinde doğal ve insanal bir duygu olarak ortaya çıkar; bu manevi üstünlükte baskı, şiddet ve sömürüye yer yoktur. Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin ortaya çıkışından bugüne dek gelişen somut ve birbirinden farklı egemenlik biçimlerinden soyutlama yoluyla elde edilen “Egemenlik” kavramına uyarlamak için “anaerkil/matriarkal” kavramlarını kullanmak idealist düşünüş tarzından kaynaklanır. Gerçek bir egemenlik biçimi olan (varlığı özel mülkiyete ve emek sömürüsüne dayanan, baskı ve şiddet araçları kullanan) ataerkil/patriarkal egemenlik, kadının komünal çağdaki manevi otoritesinin (içerikten bağımsız) zıttı ve egemenliğin el değiştirerek devamı değildir. Ataerki, varlığını özel mülkiyete borçlu ve onunla birlikte adım adım gelişen, devletle birlikte tamamlanan, özel mülkiyetin tarihsel (köleci, feodal, kapitalist) biçimlerine göre tarih boyunca biçim değiştiren, gerçek sınıfsal temele dayanan bir erkek egemenlik biçimidir. Erkek egemenliğinin varlık nedenini oluşturan bu tarihsel unsurların hiçbiri kadının komünal aşamadaki statüsünde söz konusu bile değildir.
Sürecek…
Dipnotlar:
[1] Sol yayınlarının “Yabancılaşma” adlı derlemesinde bu kavram “cinsil varlık” olarak çevrilmiştir. “Türsel” ya da “cinsil varlık”, insanı diğer canlılardan tek başına, tek tür olarak ayıran kavramlardır. Hayvanlar da kendi içinde farklı organik biçimlerine bakılarak türlere ayrılabilir. Ancak insan başlangıçta hayvanlar alemi içinde sıradan bir tür iken, geçim araçlarını üreterek ve bu üretme faaliyeti içinde, bu faaliyet sayesinde bilinç de kazanarak bu alemden ayrılır. Üretimi ve bilinci geliştikçe ortaya çıkan tüm insanal özellikler ona özgül bir farklılık, gittikçe zenginleşen, derinleşen ilişki biçimleri kazandırır. Bu nedenle insan türsel ya da cinsil varlık olarak kavramlaştırılmıştır.
[2] “Paleolitik çağdan başlayarak, kadına, bulunduğu zamana ve ait olduğu topluma göre değer bakımından neyin önemli olduğunu gösteren farklı pek çok biçim ve anlam yüklenir. Paleolitik doğurganlık heykelciği ya da ‘Venüs adı verilen heykelcikler, doğurganlık, üreme ile ifade edilmiş olan hayatta kalma ihtiyacını temsil etmektedir’(Gimbutas,1989: 2). Bu dönemde kadın tasvirinin, sonraki nesilleri besleyen ve yetiştiren varlık olarak sunulduğu düşünülebilir. Aynı zamanda, dünyada insanlığın var olmasının temel nedenini oluşturan, doğurganlığı içeren bir hayatta kalışı ifade ettiği de söylenebilir. Bu olguyu Gimbutas şu sözlerle tanımlar: Eski Avrupa’da inancın odak noktası, tarım ve hayvan yetiştiriciliğinin yanı sıra doğum, bakım, büyüme, ölüm ve üremeyi kapsıyordu. Bu dönemin insanları vahşi doğa güçlerine, yabani bitkilere ve mevsim döngülerine danışıyor ve tanrıçalara tapıyordu. Tanrıça imajları için genel bir sınıflandırma, hayat verme ve sürdürme, ölüm ve yenilenme özelliklerine göre yapılabilir … Varoluşun yayılmasını sağlayan ‘dişil güç’ olmuştur (Gimbutas, 1989: 3). Bu içeriğe bağlı olarak figürinler, üreme ve besleme organları bakımından abartılmış bir görsellik sergiler. Resim 1’de gösterilen Venüs heykelciğinde gözlenebileceği gibi kalça ve göğüsleri, hiyerarşik olarak diğer tüm organlarından daha büyüktür, detaylı işlenmiştir ve çıplaktır” (Kadın İmgesi ve Tarih Boyu Değişimi, Öğr. Gör. Naciye Derin Işıkören)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.