Bir yandan görev paylaşımı çerçevesinde geçim araçlarının komünal üretimi öte yandan komünal-sosyal aile biçiminde neslin üretimi arasında on binlerce yıl süregiden tarihsel ilişkide ne değişti de eşitlik bozuldu, eşitliği bozan şey hangisinde ortaya çıktı?
Kadın-erkek ilişkilerinde en çok tartışılan konulardan biridir doğal işbölümü ile toplumsal ve ekonomik yaşamda gelişen işbölümü arasındaki ilişkidir. Marksizm’in de en çok çarpıtıldığı konuların başında bu gelir. İki işbölümü arasındaki ilişkinin açıklanması feminist akımlarda genellikle sorunludur. Sorunun temelinde, cinsler arasındaki biyolojik farklılığa, kadının biyolojik olarak erkek karşısındaki “zayıflık”larına, neslin yeniden üretimindeki doğal işbölümünün kadına getirdiği yüke şu veya bu biçimde, insanlık tarihi boyunca kadın-erkek eşitsizliğini belirleyen bir rol biçilmesi yatar. Bu rol, onu fırsata çeviren karşı rolü de gerektirir, erkeğin ezeli bir “egemenlik içgüdüsü”nden doğan kendi içinde de hiyerarşik (güçlü erkekler zayıf erkekler) patriyarka.
Öyle ki, çözümü doğal işbölümünü ortadan kaldırmak için insanın biyolojik doğasına müdahalede arayan düşüncelerin dahi gelişmesine yol açabilmiştir. Bu nedenle kadın-erkek ilişkisinin tarihsel-toplumsal seyrinde öncelikle açıklanması gereken şey, bugün yaşanan eşitsizlik ve erkek egemenlik biçimleri değil, doğal işbölümünde gelişen kadın-erkek ilişkisindeki doğal özün ayrılması ve iki cinsin birbirine yabancılaşmasıdır.
Firestone’un, doğa ve insanı bir bütün olarak konu edinen tarihsel materyalizmi dışlayıp tarihi cinsel-biyolojik farklılıktan başlatan yeni bir “tarihsel maddecilik” kurguladığı “Cinselliğin Diyalektiği”nde ve diğer feminist yazarların biyolojik farklılıklara saplanıp kalan düşüncelerinde hayvandan insana, sürüden topluma evrim sürecinin insana kazandırdığı, neslin yeniden üretimine yani cinsel ilişkilere de yansıyan toplumsal dinamikler göz ardı edilir.
İnsana dönüşümü gerçekleştiren şey “cinselliğin diyalektiği” midir? Şöyle de sorabiliriz: Başlangıçta belli bir hayvan türü olarak varlık sürdürürken insana dönüşüm, neslini yeniden üreten biyolojik-cinsel ilişkilerde gelişen bir evrim sonucunda mı gerçekleşmiştir?
Bu sorular saçma görünebilir ama, tarihsel maddecilik ya da Marksizm iddiası da taşıyan feminist yazarların biyolojik-cinsel farklılıklara odaklı düşüncelerindeki temel sorunu anlamak için başlangıç oluşturuyor.
Firestone, yazının girişinde de aktardığımız o paragrafında, “…cinsel sınıf doğrudan doğruya biyolojik bir gereklilikten doğmuştur… Biyolojik aile kendi içinde eşit olmayan bir güç dağılımı taşır. Sonunda sınıfların doğmasına yol açan egemenlik gereksinmesi, her bireyin ruhsal-cinsel bakımdan bir temel dengesizliğe göre biçimlenmesinden doğar;…” der ve bu düşüncesini şu açıklamalarla pekiştirir: “Tarihsel maddecilik, tarihin akışına, tüm tarihsel olayların büyük itici gücünü, bu olayların en son nedenini, cinselliğin diyalektiğine bağlayarak bakmaktır: Toplumun üreme aracılığıyla iki ayrı sınıfa bölünmesi, bu sınıfların birbiriyle kavgası, bu kavgaların sonucunda evlilik biçimlerinde, üreme ve çocuk bakımında meydana gelen değişiklikler, buna bağlı olarak fiziksel-bakımdan-farklılaşmış-sınıfların meydanda gelmesi (kastlar): cinslere dayanan ve sonra gelişerek sınıf sistemine dönüşen ilk (ekonomik-kültürel) işbölümü…” (Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, sf. 20- 23, bba).
Kadın-erkek ilişkilerini varoluşçu idealist dünyasında yeniden tasarlayan Simone De Beauvoir, özel mülkiyetteki evrensel özel çıkarı kadının zayıf biyolojik yapısı karşısında güçlü olan erkeğin doğasında ezeli olarak var olduğunu iddia ettiği egemenlik içgüdüsüyle ilişkilendirmemizi bekleyen şu soruyu sorar:
“Tarihsel maddecilik, açıklanması gereken olguları, üzerinde anlaşmaya varılmış doğrular saymaktadır. Erkeği özel mülkiyete bağlayan çıkar bağını hiç tartışmadan ortaya koyar. Peki toplumsal kurumların kaynağını oluşturan bu çıkarın kendi kaynağı nerededir?” (İkinci Cinsiyet, I. cilt sf. 84)
Beauvoir, feminizme varoluşçu-idealist bir biçim vererek sorduğu bu soruda, erkeğe özgü, özel mülkiyetten önce gelen, (tarihsel materyalizmin açıklayamadığını iddia ettiği) bir “çıkar kaynağı” olduğunu tasarlar ve bu çıkarın kaynağını “doğaya atılmış” ve birbirleriyle çıkar kavgası içinde “doğaya tutunma”ya çalışan bireyler tasarımındaki erkeğin kadın karşısındaki fiziksel-biyolojik üstünlüğünde, “doğaya atılmış birey” olarak onun “doğaya tutunma” içgüdüsünde keşfeder. Erkek doğaya atıldığında kadının zayıflığını fırsata çevirip onu egemenliği altına alarak tutunur.
Doğal işbölümünün erkek egemenliğine yol açtığını varsayan Sheila Rowbotham baskı ve eşitsizliğin tarihsel kökenini araştırmayı dahi gereksiz ve yararsız bulur:
“Kadınların uzak geçmişte nasıl baskı altında tutulduklarını doğru olarak saptamak olanaksızdır; zaten böyle bir arayış, yararsız bir köken arayışından öteye gidemez. Bu nedenle, kadınlar bedensel bakımdan güçsüz oldukları ve gebelik dönemlerinde korunmaya gereksinim duydukları için erkeklerin üstün konuma geçebildiklerini varsayabiliriz ancak.” (Sheila Rowbotham, sf. 183)
Hayvanların ve bitkilerin üremeleri de biyolojik bir olaydır. Üreme biçimlerine ve biyolojik özelliklerine göre türlere, sınıflara, kategorilere ayrılabilir -ki doğa bilimsel çalışmalarda yapılmaktadır. Doğa bilimin bu sınıflandırmaları sosyal değil biyolojiktir. Kendi neslini yeniden üretim biçimleri çok çeşitlidir. Bunların içinde iki farklı cinsin ilişkisiyle kendini yeniden üreten hayvanların -sürü halinde yaşayanlar dahil- iki farklı biyolojik cins üzerinden sosyal sınıflara ayrılamayacaklarını söylemek abesle iştigaldir ama ifade etmek zorundayız.
Doğadan aldığını tüketerek kendi neslini üretmek her canlı için doğal–biyolojik zorunluluktur ve her canlı bu iki farklı etkinliğin diyalektik özdeşliği içinde evrim geçirir. İkisini birbirinden ayırıp her birine kendi başına kendi içinde diyalektik yöntem düşünmek diyalektiğin özüne aykırıdır. İnsana evrimleşen hayvan türü için de geçerlidir. Onu insana dönüştüren evrim, doğal işbölümünde ya da cinsel biyolojik ilişkideki farklıların “çatışması”nda değil, özdeşliğin diğer yanında, yani doğadan aldığını tüketerek yaşam sürdüren etkinlikte gelişen evrimdir. Doğanın verdiğini tüketme etkinliği ile kendi neslini üretme etkinliği farklıların özdeşliği olarak gelişirken insan cinsel ilişkideki evrimle değil, bedenin doğa ile ilişkisi içinde gelişen evriminde ortaya çıkan bazı bedensel özellikleri kullanarak kendi geçim araçlarını üretmeye başlayıp hayvandan ayrılırken aynı zamanda sürüden de ayrılarak hem türselleşir hem de sosyalleşir.
İşte bu noktada geçim araçlarının nasıl üretildiği sorusu belirleyici bir önem kazanır ki bu yazının “Emeğin Nesnel Koşulu Olan Doğa İle İlişkisinde Gelişen İnsanal Öz; İnsanal Özde Gelişen Kadın-Erkek İlişkisi” başlıklı bölümde ele aldığımız gibi, kadın-erkek aynı zamanda hem iki cins olarak birlikte hem de toplumsal elbirliği halinde/sayesinde kendi geçim araçlarını üretirler ve sürü de bu üretimle birlikte topluma dönüşür; ancak üretimdeki bu kolektiflik nedeniyle bu aşamada da sosyal sınıflar oluşmaz; her iki cins arasında doğal eşitlik ve çağın ilkel koşullarının sınırları dahilinde doğal özgürlük egemendir.
İnsan geçim araçları üretimiyle hayvandan ayrılıp uzaklaştıkça kazandığı bilinciyle ve doğal seleksiyon yoluyla rastgele cinsel ilişkilerden de uzaklaşır ve birinci derecede kan bağı olanlar (alt soy, üst soy ve giderek kardeşler) arasındaki cinsel ilişkileri aşamalı biçimde yasaklayarak toplumsal düzen kurar:
“Burada birdenbire tarihsel gelişmeye karışan bir üçüncü ilişki de şudur ki, her gün kendi öz yaşamlarını yenileyen insanlar, başka insanlar yaratmaya, kendi kendilerini yeniden üretmeye koyulurlar; bu, kadınla erkek arasındaki, ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkidir; bu ailedir…” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, sf. 58)
Düzenin altyapısı çok eşli aile ilişkilerinden, üstyapısı bu ilişkilerden doğanlar arasındaki akrabalık ilişkilerinden oluşur. Aile, Firestone’nın kurgusunun aksine, biyolojik aile olarak değil ilk toplumsal düzen halinde sosyal-aile olarak tarihe girer. Bu düzenlemeyle birlikte, geçim araçlarının üretimiyle neslin yeniden üretimi (doğal işbölümü) arasında da tarihsel bir ilişki başlar:
“Yaşamı üretmek, işle kendi öz yaşamını olduğu kadar, döl vererek başkasının yaşamını üretmek, demek ki artık bize çifte bir ilişki olarak görünür, bir yandan bir doğal ilişki olarak, öte yandan da bir toplumsal ilişki olarak – şu anlamda toplumsal ki, bununla birçok bireylerin, hangi koşullarda, ne tarzda ve ne amaçla olduğu önemli olmayan birleştirilmiş işleri anlaşılır…” (age, sf.59)
Kendi geçim araçlarının üretimi sürecinde kendi neslinin üretimine insanal yönde müdahale ederek toplumsal düzen kurmasıyla ve bu iki üretim arasında gelişen ilişkiyle birlikte insan hayvandan özsel olarak bir kez daha ayrılır. Altyapı olarak düzenlenen ailelerin kadın-erkek ilişkilerindeki eşitlik, üretimin kolektif tüketimin eşitlikçi olmasının doğal sonucudur.
İnsanın neslini yeniden üretmesi ile geçim araçlarını yeniden üretmesi, hayvandan uzaklaştıkça örgensel ve toplumsal bir bütünlük oluşturur. Bu, yaşamın bütünsel üretilmesidir. Kadın-erkek ilişkisi Marks’ın dediği gibi “…İnsandan insana dolayımsız, doğal, zorunlu ilişki” olarak evrimleşirken, bu iki yeniden üretim arasındaki ilişki de doğal, doğrudan ve zorunlu bir ilişki; yaşamın dolayımsız, doğal ve bütünsel üretiminde her biri diğerinin varlık nedeni ve tamamlayanı olarak gelişir. İnsan geçim araçlarını üreterek hayvandan ayrılırken, kadın-erkek ilişkilerini (ve neslin yeniden üretimini) düzenleyerek, dolayısıyla cinsiyeti toplumsallaştırarak ve aile biçiminde toplumsal altyapı düzeni kurarak sürüden ayrılmaktadır. İki yeniden üretim arasındaki ilişkinin yaşamın bütünsel üretimine biçim veren içsel ilişkileri oluşturduğu dikkate alınmadan, biyolojik ilişkiyi bütünden çekip kopararak “Cinselliğin Diyalektiği” çözümlenemez. Toplumların sınıflar öncesi tarihi, kadın-erkek cinsel ilişkisiyle (veya çatışmasıyla) değil yaşamın bu bütünsel yeniden üretimiyle başlar.
Beauvoir’ın, doğru bir tespit içeren ünlü “Kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesine küçük bir parantez açalım. Beauvoir, kadının cinsel kimliğini ve ona yüklenen cinsel rolleri belirleyen toplumsal koşullara işaret eder. Bu betimleme, görünenden elde edilmiş olsa da doğru ancak eksik, dolayısıyla hatalı çıkarsamalara da zemin hazırlayan bir tespittir. Çünkü özdeş ilişkinin bir yanı (kadın) diğer yanından (erkek) ayrılıp diğerinden bağımsız olarak soyutlanmıştır. Beauvoir’a, bütün içinden bir parçayı hem diğerlerinden hem de bütünden ayırıp bu soyutlamayı yaptıran şey “… Birey ancak başkalarının dolayımıyla Başka olarak oluşur” biçiminde formüle ettiği varoluşçu idealist kurgudur. Oysa kadını kadın yapan aynı (“Başka” değil) toplumsal koşullar erkeği de erkek yapmaktadır; “kadın doğulmaz kadın olunur” özdeştir “erkek doğulmaz erkek olunur”.
Kadın ve erkek doğal işbölümünde birbirlerinin hem öznesi hem nesnesidir; bölünen işe hangi konumdan bakıldığına göre değişir. İlişkideki farklıların doğal özdeşliği, hayvandan ayrılmayla birlikte hem aralarında hem de toplumsal ilişkilerde doğal eşitlik, kendi geçim araçlarını üretme faaliyeti içinde gelişen bilincin ve ortak dilin evriminde de kendini gösterir. İnsanın bilinci, konuşma yeteneği yani kadın-erkek ortak dili, geçim araçlarını birlikte üretme faaliyeti içinde gelişir. Bu yetenekler kadın ve erkekte eşit geliştiğine göre, doğal işbölümünün kadına getirdiği doğal yükün, evrimin bu aşamasında geçim araçlarını üretme faaliyetinde cinsiyete dayalı bir işbölümüne ve dolayısıyla eşitsizliğe yol açtığından söz edilemez.
Evrimin bu evresi yüzbinyıllara yayılan çok zorlu bir süreçtir. Bu aşamada kadın çocuk doğurma ve belli bir süre emzirerek besleme dışında tam olarak geçim araçları üretim faaliyetinin içindedir. Beauvoir’ın varoluşçu felsefi tasarımının aksine, kadın da çocuk da, uygarlık çağının teknik olanaklarından yoksun olunan bu süreçte hayvanlıktan evrimleşerek geldikleri doğal koşullar içinde tüm doğal zorluklara karşı dayanıklıdır. Bu nedenle kadın baştan itibaren üretimin (ve savaşın) dışında olmadığı gibi üretim faaliyetinde erkekle arasındaki biyolojik farktan kaynaklanan katılım payı farkı hem kadın aleyhine eşitsiz toplumsal sonuçlar doğuracak ölçüde değildir hem de kolektif üretim biçimi buna izin vermez; doğal işbölümü (ve kadının doğurganlığı) hiçbir baskı altında kalmadan kendiliğinden ve özgür biçimde gelişir.
Üretim araçları gelişip insan emeği artı-ürün üretir hale geldikçe, barınma ve beslenme olanakları geliştikçe, komünal yaşam içinde dayanışma ve doğal eşitlikçi insani öz de bir kültür biçimi olarak gelişir ve bunun önde gelen sonuçlarından biri de gelişen üretim araçlarının sağladığı olanakların ve artı-ürünün kadının doğal yükünü hafifletmek, çocukların daha sağlıklı yetişmelerini sağlamak için kullanılmaya başlanmasıdır. Komünal üretim-tüketim biçimi buna elverişli ortamı sağlar. Kadın, komünal toplumun kamusal alanı ve merkezi olan komünal evi yönetmeye (kadının komünal evi yönetme özelliği, doğurganlığının toplumsal-insanal manevi etkisi yanında, sadece anneleri belli olarak doğan her yeni nesli çocukluğundan başlayarak yönetmesinin de doğal sonucu olarak ortaya çıkan bir özelliktir) daha fazla ağırlık verirken, dışardaki üretim faaliyetine, erkeğe görece daha az, ancak toplumsal yaşamın merkezi olan komünal evdeki üretime daha fazla katılır:
“…Çocuklarıyla birlikte birçok evli çifti kapsayan eski komünist ev ekonomisinde, kadınlara bırakılan ev yönetimi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, toplumsal zorunluluk taşıyan bir kamu işiydi…” (Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni, sf. 87)
Binyıllara yayılan bir evrim sürecinde ortaya çıkan bu farklılaşma yeni bir doğal işbölümünü (doğaldır, çünkü emek ile nesnel koşulları arasındaki doğal özsel ilişki devam etmektedir) geliştirmekte ve işin bu şekilde kısmi olarak bölünmesi, geçim araçları üretimindeki ilerlemenin sağladığı olanakların kadın, çocuk ve genel olarak toplum lehine kullanılmasının doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Bu yeni doğal işbölümü insanı bölmez, kadın-erkek ilişkisindeki doğal özü ve özdeşliği ortadan kaldırmaz, neslin üretimindeki doğal işbölümü nedeniyle kadının ev dışındaki üretim süreçlerine katılımının erkeğe görece azalmakta olması komünal mülkiyet koşullarında kadın aleyhine sonuç doğurmaz.
Bir yandan görev paylaşımı çerçevesinde geçim araçlarının komünal üretimi öte yandan komünal-sosyal aile biçiminde neslin üretimi arasında on binlerce yıl süregiden tarihsel ilişkide ne değişti de eşitlik bozuldu, eşitliği bozan şey hangisinde ortaya çıktı?
Kendi neslini yeniden üreten kadın-erkek ilişkisinin cinsel-biyolojik özelliklerinde özsel bir değişim olmadığına göre mercek altına alınması gereken şey geçim araçlarının üretimi ve bu üretimi sağlayan üretici güçlerdir. Üretici güçlerin (emek, emeğin nesnel koşulları olan doğal kaynaklar ve üretim araçları) sürekli gelişim ve değişim içinde olduğu açıklama gerektirmez. Ancak bu gelişmenin üretim ilişkilerini nitelik olarak değiştiren bir gelişme olması gerekir – ki bu değişimi trampa, meta-para, özel mülkiyet ve işbölümü başlıkları altında ele aldık.
Bu değişim, emeğin nesnel koşullarından ayrılmasıyla başlayan tarihsel bir dönüşümdür. Kendi neslinin üretimi dışında ve ondan bağımsız olarak geçim araçlarının üretim faaliyeti içinde gelişen ve giderek kadın-erkek ilişkilerine, aile biçimlerine ve doğal işbölümüne de bulaşıp müdahale edecek, kadın ile erkeği de ayırıp yabancılaştıracak olan bu ayrılma trampa ile başlar.
Üretici güçlerin, komünal ev dışındaki üretim alanlarında gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkan trampa sadece trampa olarak kalmaz. Ürün ile emekçi arasındaki eski doğal sahiplenme ilişkisi özel mülkiyet ilişkisine dönüşürken, trampanın başlattığı yeni işbölümü kendine özgü bir düzlemde, insanı ve toplumu bölerek, doğal işbölümünün dışında ama yanı başında gelişir. Meta ilişkisinden doğan bu yeni işbölümü, ağırlıklı olarak erkeğin inisiyatifinde (komünal evin, yani tarihteki ilk kamusal alanın dışında) gelişen üretimi gittikçe daha önemli kılan, dolayısıyla erkeğin işlevini ve görevini de kadına görece gittikçe daha fazla öne çıkaran bir işbölümüdür. Kadının ve erkeğin iş ve işlevleri arasında ortaya çıkan ve başlangıçta küçük olan bu farklılık, üretici güçler özel mülkiyetle birlikte ve binyıllara yayılan bir süreç boyunca geliştikçe kadın aleyhine ve erkek lehine artmaya devam eder.
Ticaretin, dolayısıyla özel mülkiyetin komünal evden çok erkeğin iş alanında gelişmeye başlaması ne anlama gelir, nereye doğru, nasıl evrilir, geçim araçları üretimindeki bu değişim özdeşi olduğu neslin yeniden üretimine ve kadın-erkek ilişkisine nasıl yansır? Engels bu soruları “Ailenin Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni”nde tarihin akışı içinde, insanbilimin bilimsel tespitlerine dayanarak çok özlü bir biçimde yanıtlar:
“Bütün çalışma kollarındaki -hayvancılık, tarım, ev sanayisi- üretim artışı, insan emek-gücüne kendisine gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneğini kazandırdı. Bu aynı zamanda her gens, ev topluluğu ya da karı-koca ailesi üyesine düşen günlük iş tutarını artırdı. Yeni emek güçlerine başvurmak gerekli duruma geldi. Savaş bunları sağladı, savaş tutsakları köle haline getirildiler. Birinci büyük toplumsal işbölümü emek üretkenliğini, dolayısıyla servetleri artırıp üretim alanını genişleterek, o günkü tarihsel koşullar içinde zorunlu olarak köleliği getirdi. Birinci büyük toplumsal işbölümünden, toplumun iki sınıf, efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler biçimindeki ilk büyük bölünüşü doğdu.
…O zaman sürüler ve öbür yeni servetlerle aile, köklü bir değişikliğe uğradı. … Yeni geçinme araçlarını sürüler meydana getiriyordu: onları önce evcilleştirmek, sonra da korumak erkeğin eseri olmuştu. Bundan dolayı davar erkeğe aitti; tıpkı davara karşılık trampa edilen meta ve kölelerin de ona ait olması gibi. Şimdi üretimin sağladığı bütün kazanç (benefice) erkeğe gidiyordu, bundan kadın da yararlanıyordu, ama mülkiyette hiçbir payı yoktu. ‘Yabanıl’ savaşçı ve avcı evde ikinci planda kalmakla yetinmişti; ‘daha yumuşak huylu çoban’ servetiyle övünerek birinci plana çıktı ve kadını ikinci plana itti. Ve kadın bundan yakınamazdı. Aile içindeki işbölümü, mülkiyetin kadınla erkek arasındaki paylaşımını düzenliyordu; bu aynı kalmıştı; ama gene de, yalnızca aile dışındaki işbölümünün değişmiş olması yüzünden evlik işler şimdi altüst oluyordu. Eskiden kadının evdeki üstünlüğünü sağlayan neden: kadının kendini tamamen ev işlerine vermesi olgusu, şimdi, evde erkeğin üstünlüğünü sağlıyordu: kadının ev işleri, artık erkeğin üretken emeği yanında hesaba katılmıyordu; önemli olan erkeğin çalışmasıydı; kadının çalışması yalnızca önemsiz bir destekti. Daha burada, üretken toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça kadının kurtuluşunun, kadın-erkek eşitsizliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı ortaya çıkar…
Erkeğin evdeki gerçek üstünlüğüyle mutlak gücünün son engeli de yıkılıyordu. Bu mutlak güç, analık hukukunun yok oluşu, babalık hukukunun kuruluşu, iki-başlı evlilikten kerte kerte tek-eşli evliliğe geçişle doğrulanmış ve süreklileştirilmiş oldu. Ama bununla, eski gentilice örgütlenmede bir çatlak meydana geliyordu: karı-koca ailesi bir güç durumuna geldi ve korkutucu bir biçimde gensin karşısına dikildi.” (sf. 189-190)
Engels’in özetlediği geçiş sürecinde özel mülkiyetin özdeşi olarak gelişen işbölümü, adım adım toplumu sınıflara ayrıştırırken, doğal işbölümünü de özel mülkiyetin çıkarlarına göre yeniden biçimlendirerek cinsiyetçi iş bölümüne dönüştürür. Ağırlıklı olarak erkeğin elinde gelişen üretim ve geçim araçları üzerindeki özel mülkiyet, özel mülkiyetten doğan yeni işbölümü ve ortaya çıkan iktisadi güç aile içinde erkeğin egemenliği olarak biçimlenmeye başlar. Kadın-erkek ilişkisindeki doğal-komünal eşitlik bozulur, yerini yeni üretim ilişkilerinden doğmakta olan ekonomik, hukuksal ve siyasal eşitsizlik alır.
Bu geçiş aşamasında özel mülkiyetin insanları ayrıştıran, yabancılaştıran, düşmanlaştıran, özel bencil çıkarların peşinde sürüklenmeye mahkûm eden, doğal öz ile insanal öz arasındaki (dolayısıyla kadın ile erkek arasındaki) doğal özsel ilişkiyi yok eden tüm olumsuz özellikleri, aynı zamanda erkeği kadın üzerinde egemen kılan toplumsal özellikler olarak hem erkeği hem kadını hem de toplumu adım adım sarıp sarmalar. Özel mülkiyetin tarih boyunca büründüğü her biçim (köleci, feodal, kapitalist), sınıf egemenliği ile birlikte erkek egemenliğini de bir sonrakine taşıyarak yeniden biçimlendirir. Bu süreçleri, özel mülkiyet kavramının yerine işbölümü kavramını koyarak okuduğumuzda bugünkü cinsiyetçi iş bölümü ile toplumsal cinsiyet rollerindeki erkek egemenliğinin maddi temeli ve tarihsel kökeni daha berrak görünür.
Özel mülkiyetin, geçim araçlarının üretimine kendi biçimini verip üretim ilişkilerini değiştirirken, insanın kendi neslini yeniden üretim etkinliğine de müdahalesini zorunlu kılan ve önde gelen şey, özel mülkün aile içinde nesilden nesile miras yoluyla aktarılarak korunması ve varlığının sürdürülmesidir. Özel mülkiyetin ağırlıklı olarak erkeğin elinde gelişmesi, onda içkin olan iktisadi ve siyasi gücün adım adım erkeğin elinde büyümesi, mirasın erkek-soy zincirine göre düzenlenmesine yol açar. Bu durum babası belli olan çocuklar üretilmesini, dolayısıyla öncelikle kadının tek-eşli olmasını zorunlu kılar.
Kuşkusuz bu tek eşlilik sözde iki taraf için de geçerlidir. Ancak özel mülkiyetin ahlakı sahibinin çıkarlarına göre biçimlendiği için eş aldatma erkek için hoş görülmesi gereken, kanıksanan bir “kaçamak”, kadın için ağır cezai yaptırımları olan bir ahlaksızlık olarak tek-eşliliğe yapışır ve yakasını uygarlık tarihi boyunca bırakmaz; kadın erkeğin (özünde özel mülkiyetinin) namus nesnesine dönüşür.
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.