Feminizm, toplumsal cinsiyet rollerinin arka planında sadece erkek egemenliğini görür. Marksizm, erkek egemenliğini ve dolayısıyla toplumsal cinsiyet rollerini de belirleyen özel mülkiyet-işbölümü sistemine odaklanır
Tarihin tek-eşliliğe doğru ilerleyişiyle özel mülkiyete geçişi arasında nasıl bir ilişki vardır ve doğal işbölümüne nasıl yansır? Doğal miras biçiminden özel mülkiyetçi miras biçimine geçişi de açıklamayı gerektiren bu sorunun tartışılmasına Hartmann’ın Engels’e yönelttiği şu eleştiriyle başlayalım:
“Engels’in ailenin kökenlerine dair araştırması da döneme özgü, hiç de maddeci olmayan kimi yanlış verileri kullanıyordu: Kadınların tek eşliliğe olan arzusu ve erkeklerin mülkiyetlerini kendi kanlarından gelen erkeklere geçirmeye olan içgüdüsel isteği, ataerkil aile yapısının doğuşunu açıklamak için kullanılan yanlış ve idealist görüşlerdi.” (Heidi Hartman, “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği: Daha İyiye Giden Bir Birleşmeye Doğru”, Teori ve Politika)
Marksizm, ataerkil aile yapısını hiçbir zaman ve hiçbir yapıtında kadınların “tek eşlilik arzusu”na ya da erkeklerin mirasa dair “içgüdüsel isteği”ne bağlayarak açıklamaz. İlk ataerkil biçimden bugüne değişerek gelen aile yapılarını özel mülkiyet-işbölümü ile ilişkisini takip ederek açıklar. Örneğin “toplumsal cinsiyet rolleri” kavramı, işbölümünün kapitalist toplumda ulaştığı boyutların sadece kadın-erkek ilişkisine yansıyan sonuçlarını ifade eden bir kavramdır. Feminizm, toplumsal cinsiyet rollerinin arka planında sadece erkek egemenliğini görür. Marksizm, erkek egemenliğini ve dolayısıyla toplumsal cinsiyet rollerini de belirleyen özel mülkiyet-işbölümü sistemine odaklanır ve tarih boyunca ortaya çıkan her yeni sistemin eski aile yapılarını ve kadın-erkek ilişkilerini nasıl dönüştürdüğünü, dönüşümün hareket yasalarını tespit ederek açıklar ve tüm toplumsal alanlardaki kadın-erkek ilişkilerine yansıma biçimlerinin (ve toplumsal cinsiyet rollerinin) bulunup açığa çıkarılması için bir yöntem sunar. Bu dönüşümlerin (örneğin kapitalist sistemdeki) toplumsal pratik sonuçlarını, eşitsizliğin ve kadının ezilmesinin pratikteki tüm görünümlerini en ince ayrıntılarına kadar tahlil edip önümüze koymaz.
Engels, ataerkil ailenin oluşumunu ne “kadının arzusu”na ne de “erkeğin içgüdüsü”ne bağlar, başta Morgan olmak üzere çağının diğer insanbilimcilerinin elde ettikleri bilimsel verilere dayanarak açıklar:
“Servetlerin artışı, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir yer kazandırıyor, bir yandan da bu durumu, geleneksel miras düzenini çocuklar yararına değiştirmek için kullanma eğilimini oraya çıkarıyordu. Ama soy zincirinin analık hukukuna göre hesaplanması yürürlükte kaldıkça bu olanaklı değildi. Öyleyse, önce değiştirilmesi gereken şey buydu; ve öyle de oldu. Bu iş, bugün sanılabileceği kadar güç olmadı. Çünkü bu devrim -insanlığın tanımış olduğu en köklü devrimlerden biri- bir gensin yaşamakta olan üyelerinden bir tekinin bile durumunda herhangi bir değişiklik yapma gereği duymadı. Gensin bütün üyeleri, önceleri ne durumda iseler gene öyle kalabildiler. Yalnızca gelecekte erkek üyelerin çocuklarının gens içinde kalacaklarını, kadın üyelerin çocuklarının ise buradan çıkarılarak babalarının gensine geçeceklerini kararlaştırmak bu iş için yeterliydi. Böylece kadın tarafından hesaplanan soy-zinciri ve analık miras hukuku kaldırılmış, erkek tarafından hesaplanan soy-zinciri ve babalık miras hukuku kurulmuştu…
…
Analık hukukunun yıkılışı kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile yönetimi elinde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazen yumuşak biçimler altında saklandı ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı.
Erkeklerin tekelci egemenliği kurulduktan sonra bunun ilk etkisi, o zamanlar ortaya çıkan ataerkil ailenin aracı biçimi içinde kendini gösterdi. Bu aile biçimini en başta belirleyen şey, az sonra üzerinde duracağımız çok karılılık değil, ama ‘özgür ya da değil, belirli sayıdaki kimselerin, aile başkanının kabaca otoritesi altında bir aile kurarak örgütlenmesidir.
…
Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur; ve modern toplum, salt karı-koca ailelerinden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütledir.” (Engels, Ailenin Devletin Özel Mülkiyetin Kökeni, sf. 68-87)
Ailenin tek-eşli evliliğe evrilmesinin devindirici gücü olan, kadının da başlangıçta eşit ölçüde yararlandığı çok eşli evlilik biçimleri tek-eşli aileye doğru daralırken gelişmesine rıza gösterdiği özel mülkiyet, türün yeniden üretimindeki eski doğal-insanal özü ortadan kaldırır; yerini, miras hesap ve çıkar ilişkilerine göre ayarlanmış (dolayısıyla ilişkiyi bu yönde de araçsallaştırıp yabancılaştıran) kadın-erkek ilişkileri alır.
Miras hesapları, her toplumsal sınıf ve katmanda özel mülkiyetin konusuna, miktarına ve gücüne göre farklı biçimler alsa da özü değişmez. Özel mülkiyetin komünal aileleri parçalayıp gensleri birbirinden ayırırken aynı zamanda onlara sağladığı iktisadi güç ile buna bağlı olarak elde edilen toplumsal-siyasal gücün, erkek-soy zincirini takip ederek devamı için özel çıkara dayanan evlilik ilişkileri kurulur ve tıpkı meta ilişkilerinde olduğu gibi hukuksal sözleşmelere bağlanır. Kadın (ve çocuklar) bu sözleşmelerde, yine binyıllara yayılan bir süreç içinde giderek alım-satım nesnesine dönüşürlerken kadının doğurganlığına müdahale de bu dönüşümü takip ederek gelişir. Her özel mülkiyet çağının (köleci, feodal, kapitalist) koşullarında farklı biçimler alarak gelişen doğurganlığa müdahale, kapitalizm çağında bir de kürtaj sorunu üretir.
Eski gensler ve kabileler çözülüp soylu-aristokrat (Roma kent devletinde patricius, Atina’da eupatrides) ailelere dönüşürken, bunların içinde en büyük toprak sahipleri en büyük iktisadi ve siyasi güç haline geldikçe evlilik hesapları bu gücün bölünmeden ve gittikçe büyüyerek varlığını sürdürmesi üzerinden yapılır. Öyle ki, antik-çağ devletlerinden başlayarak orta çağ sonuna kadar devletleri yöneten ve giderek onunla bütünleşen soylu aileler arasında siyasal taktik ve stratejik çıkar hesaplarıyla, kimi zaman çeyiz ya da berdel olarak taşınır kıymetli mallar yanında devlet topraklarının alınıp verildiği hatta kimi küçük devletlerin zamanla yutulmasının hedeflendiği evlilikler yapılır. Öte yandan bazı devletler aile içinde paylaşım konusu olarak bölünebildiği gibi, bölünmeyi engellemek için aile içi cinayetler de işlenir. Tarihte örnekleri çoktur.
Miras ve evlilik sözleşmeleri, özel hukukun bir alt dalı olarak insan türünün yeniden üretimine ve kadının doğurganlığına müdahalenin hukuksal biçimleri olarak da işlev kazanırlar.
Her iki yeniden üretim arasındaki ilişkinin tarihsel seyri de göstermektedir ki, erkek iktidarının asıl maddi temeli, kendinden menkul tarihten soyut cinsiyetçi işbölümü değil, özel mülkiyetten doğarak toplumsal cinsiyete yansıyan, onu dönüştüre dönüştüre yaşadığımız kapitalizm çağındaki biçime getiren işbölümüdür. Erkek egemenliği cinsiyetçi işbölümünden değil, cinsiyeti olmayan meta ilişkilerinin ürettiği işbölümü/özel mülkiyet ilişkilerinden doğarak gelişir. Varlığı özel mülkiyetin özdeşi olan işbölümüne bağlıdır; bu nedenle, tarihsel sonu da özel mülkiyetin tüm toplumsal sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıyla gelecektir.
Meta ilişkisinde somutlaşan özel çıkar hesapları ekseninde gelişen düşünce, davranış ve eylem biçimi olarak hukukla birlikte embriyo halinde ortaya çıkan siyaset, özel mülkiyet gelişip sistematik bir biçim almaya başladıkça ortaya çıkan sınıflarla birlikte sınıfsal-toplumsal eylem biçimlerine dönüşerek sınıfsal bir nitelik kazanır. Üretici güçlerin gelişimini hızlandırarak sistemleşmekte olan özel mülkiyet, eski komünal yönetim yapısını da kendi ekseninde dönüştürmeye başlar. Engels, önce üretici güçlerdeki gelişmelere değindikten sonra, henüz devlet kurulmadan önce komünal toplumu sınıflı topluma dönüştüren iktisadi-siyasi-askeri ilişkileri ve ailenin rolünü çok berrak bir biçimde şu paragraflarda özetler:
“…Üretimde, ve onunla birlikte emek üretkenliğindeki sürekli artış, insan emek-gücünün değerini artırdı; önceki aşamada başlangıç durumunda ve yer yer görülen kölelik, şimdi toplumsal sistemin esas bir bileştireni durumuna gelir; köleler basit yardımcılar olmaktan çıkarlar; tarlalarda ve atölyelerde düzinelerle köle işe sürülür. Üretimin başlıca iki kola tarım ve küçük sanayiye ayrılmasıyla doğrudan doğruya değişim için üretim doğar; bu meta üretimidir. Meta üretimiyle yalnızca aşiret içinde ve aşiret sınırlarında yapılan ticaret değil, ayrıca denizaşırı ticaret de şimdiden doğar. Bununla birlikte bütün bunlar, henüz gelişmelerinin ilk basamağındadırlar; değerli madenler, evrensel ve egemen meta-para haline gelmeye başlarlar, ama henüz para olarak basılmazlar, yalnızca ağırlıklarına göre değiştirilirler.
Özgür insanlarla köleler arasındaki ayrımın yanı sıra zenginlerle yoksullar arasındaki ayrım da kendini gösterir: Toplumda yeni işbölümüne eşlik eden, sınıflar biçiminde yeni bir bölünme. Bireysel aile başkanları arasındaki mülkiyet ayrımları, her yerde, o zamana kadar varlığını sürdürmüş bulunan eski komünist ev topluluğunu ve onunla birlikte toprağın bu topluluk hesabına ortaklaşa sürülmesi [töresini-ç] yok eder. Ekilebilir topraklar, işlemeleri için önce geçici sonra sürekli olarak karı-koca ailelerine verilirler; iki-başlı evlilikten tek-eşliliğe geçişe koşut olarak, tam özel mülkiyete geçiş, yavaş yavaş tamamlanır. Karı-koca ailesi, toplumda ekonomik birim haline gelmeye başlar.
Morgan’a göre yaklaşık kırkbin yıl süren komünal çağ boyunca toplumun altyapısını aileler oluşturuyordu. Bu nedenle, uygarlığa geçiş sürecinde yeni ve iktisadi bir altyapı ancak ailelerin dönüşümüyle olabilirdi. Ailenin darala darala iki-başlı biçime dönüştüğü aşamada üretici güçlerde ve üretim ilişkilerinde ortaya çıkan ve yeni bir toplumsal altyapı inşa eden gelişmeler dolayımsız olarak aileleri dönüştürür. “Karı-koca ailesi, toplumda ekonomik birim haline” gelirken, aile ve dolayısıyla kadın-erkek ilişkileri de siyasallaşmaya başlar.
Özel mülkiyetten doğarak gelişen hukuk-siyaset-egemenlik ilişkisi, devletin henüz tamamlanmadığı bu geçiş aşamasında ileride kavramlaşacak olan demokrasi ve diktatörlüğün de döl yatağı olarak biçimlenir. Bir yandan kabile ve kabile federasyonlarının eski yönetim biçimleri bozularak dönüşür, yeni kurumlar oluşur, yetkiler ve haklar özel mülk sahiplerinin elinde toplanırken; öte yandan başta köleler olmak üzere mülksüzleştirilenler üzerinde baskı, şiddet, denetim biçimleri gelişmeye başlar. Özel mülk sahiplerinin kendi aralarındaki ilişkiler, güç birliği, ortak tutumlar, yetki paylaşımları (ancak dağınık, gel-gitli, tüm toplumu bağlayıp bir arada tutacak araçları henüz oluşturamamış, merkezileşememiş olarak) belli bir siyasal biçim alırken, baskı ve şiddet de bu dönüşüme bağımlı ve zorunlu farklı bir siyasal biçim olarak ortaya çıkar. Her biri diğerinin varlık nedeni olarak ve farklıların özdeşliği ilişkisi içinde sınıfsallaşarak gelişirler. Devlet tamamlandığında birincisi demokrasi, ikincisi diktatörlük (ve özel mülkiyet sisteminde varlık bulan özdeş ikili) sınıfsal egemenliğin iki farklı biçimi olarak aynı altyapı üzerinde kurumsallaşırlar; tarih boyunca özel mülkiyet ve sınıf-iktidar biçimlerine göre biçim değiştirerek bugüne kadar gelirler.
Özel mülkiyetle başlayan ekonomik düzenin ve özel hukukun güvencesi olarak ortaya çıkan devlet, kendi yapısını özel hukukun ve mülkiyetin ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyen kurallarla -kamu hukukuyla- birlikte köle sahipleri sınıfının ayrıcalıklarını, hak ve yetkilerini, kölelerin mülkiyet nesnesi olarak tanımlarını başa yazan, erkek egemen aile yapısını özel hukuk kapsamında düzenleyen bir “hukuk devleti” olarak tarih sahnesine girer. Bu nedenle kamu hukuku özel hukukun bir alt dalıdır.
Toplumda sınıf egemenliği, ailede erkek egemenliği, kent devletlerinin ayrıcalıkları keskin biçimde belirlenmiş saf sınıfsal özüyle “hukuk devleti”nin kanatları altında sistematize olarak (orta çağda din görünümüne bürünerek) bugünlere gelir. Eskinin köleci hukuk devleti ile bugünkü burjuva hukuk devleti arasında hukuksal açıdan önde gelen farklılık, tıpkı kadın-erkek ilişkilerine de yansıdığı gibi, birincisinde çıplak olanın ikincisinde “yasalar önünde eşitlik” arkasına gizlenmiş olmasıdır; özsel benzerlik ise, ilkinin antik çağ dünyasının en sistematik biçime ulaşmış olan Roma hukukunun ikincisine ilham kaynağı olmasında kendini gösterir. Ancak antik çağın Roma hukukuyla burjuva hukukunu benzer kılan şey, her ikisinde de özel mülkiyetin meta ilişkileri biçimidir. Roma toplumunda zayıf olan ve sınırlı ticari düzeyde kalan meta ilişkileri burjuva toplumda sermayeye dönüşerek doruğa ulaşır.
Geçmişle bugün arasındaki bu ilham ilişkisi bile, bugünkü kadın-erkek eşitsizliği ve erkek egemenliğinin tarihsel kökeninin nerede aranması gerektiğine işaret eder. Öyle ki, sadece hukukta değil kavramların kökenlerinde bile bu gerçeklik gizlidir. Örneğin:
“… Asıl önemli olan, kölelerin [aileye-ç] katışması ve babaca otoritedir; bu yüzden de bu aile biçiminin en yetkin örneği Roma ailesidir. Başlangıçta familia sözcüğü, günümüzdeki dar kafalı burjuvaları duygusallık ve karı-koca cilvelerinden yapılma aile anlayışını dile getirmez; Romalılarda her şeyden önce, hatta karı-koca ile bunların çocukları için değil yalnızca köleleri için kullanılır. Famulus ‘evcil köle’ anlamına gelir ve familia bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü demektir. Daha Gaius zamanında familia, ‘id est patrimonium’ (yani miras payı) vasiyetle bırakılıyordu. Deyim, Romalılar tarafından içinde başkanın, kadın, çocuklar ve belirli sayıda köleyi babalık otoritesi altında tuttuğu ve hepsi üzerinde yaşatmak ya da öldürmek hakkına sahip bulunduğu yeni toplumsal örgütü belirtmek için türetildi.” (age, sf. 68-69)
O “yeni toplumsal örgüt”ler (uygarlığın ilk aile biçimleri), aynı zamanda genç kent devletinin (köleci toplum biçiminin) küçük alt birimleridir; bugün de olduğu gibi. İkisi de varlık koşullarını ve egemenlik gücünü özel mülkiyetten alır. “Familia” ile devlet birlikte somutlaşıp kavramlaşarak tarihe girerler. Evdeki komünal aile familiaya dönüşürken, eş zamanlı olarak dışarda (toplumda) devlet biçimlenmektedir. Evdeki “familia”nın başkanları yani babaları, dışarda özel mülkiyetle özdeşleşerek kurulmakta olan devletin organlarında yer almakta ve her ikisi de Hegel’in kavramlaştırdığı “sivil toplum”un içinden ve onun maddi üretim ilişkilerinden doğarak iç içe gelişmektedirler; ancak Hegel’in ve diğer idealist filozofların kurgularının aksine ne bir “Akıl”, “İdea”, “Sözleşme” gibi idealist felsefi kavramların bir uğrağı ne de bazı feminist yazarların iddia ettikleri gibi erkeğin biyolojik-fiziksel gücü olarak; düpedüz üretici güçlerin belli bir gelişme aşamasında ortaya çıkan ve özel mülkiyetle başlayan tarihsel koşulların bir sonucu olarak.
Devlet ve familia, devlet ve bugünkü ailenin kökeni, devlet ve ataerki birbirlerinin özdeşi olarak tarih sahnesine girerler. Yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı zamanlarda ortaya çıkan ilk devletlerin tamamının ilk kanunları, aileyi ve devleti hemen hemen eş zamanlı olarak düzenlerler ve bu gerçekliğin önde gelen tarihsel, maddi kanıtlarını oluştururlar.
Kent devletlerinin hukuk sistemleri içinde en gelişkini olan Roma hukukunda kadın-erkek ilişkileri, ayrı bir hukuk dalı olarak değil de özel mülkiyeti düzenleyen özel hukuk içinde bir alt başlık olarak yer alır. Bu düzenleme biçimi dahi bir tesadüf değil, sınıf ve erkek egemenliğinin özel mülkiyetin hareket yasalarıyla koşullanmış zihniyet ortaklığının yanında, kadın ve çocukların erkeğin özel mülkiyet nesneleri olmalarından kaynaklanır.
Roma devletinde hak ehliyetine sahip olmanın, yani özel hukuk açısından şahıs sayılmanın üç koşulu vardır: 1- Özgür olmak (özgürlüğün anlamı hukuken köle statüsünde olmamaktan ibarettir), 2- Roma yurttaşı olmak, 3- Baba egemenliğinde bulunmamak. Hak ehliyetini ve onun dağılımını, özel mülkiyete bağlı olarak düzenleyen tarihin bu ilk sistematik hukuku -aynı zamanda adalet denilen şeyin özü ve varlık nedeni olarak- kadın-erkek eşitsizliğini hiç sakınmadan açık bir biçimde kurallara ve yaptırıma bağlar. Kadın-erkek ilişkisindeki tarihsel ayrılma (ilişkideki doğal özün, özdeşliğin yitirilmesi) yasalarla tescillenerek hukuksal (özel hukuk) ilişkiye dönüşür.
Ataerkil yapının bu ilk tarihsel biçimi doruğuna (en katı haline) ulaştığında, Roma’da, kadın evli değilse babasının egemenliği, evli ise evli olduğu erkekle birlikte erkeğin babasının egemenliği, erkeğin babası ölmüşse doğrudan evli olduğu erkeğin egemenliği altındadır. Bu nedenle hiçbir mamelek hakkına sahip değildir; çünkü hukuken şahıs değildir. Baba egemenliği altında olanlar “aile evladı” (filia familia) statüsündedirler. Egemen baba, aile evladı statüsünde olanlar üzerinde tam bir egemenliğe sahiptir. Bu egemenlik, aile evlatlarını yargılama, cezalandırma, öldürme, ihtiyaç duyduğu takdirde satma ve kiralama yetkilerini de kapsar.
Komünal çağda özgür doğan insan uygarlık çağında sözleşmelerle zincire vurulur.
Erkek egemenliği “kanunların ruhunda” gelişir.
* Av. Kazım Bayraktar’ın özetini 5 bölüm halinde yayınladığımız Erkek Egemenliğinin Ruhu Özel Mülkiyettir çalışmasının geniş halini http://alinteri6.org/wp-
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.