Sosyopolitik hareketler yalnız katılımcılarına bakılarak değerlendirilmezler. Asli olan onun hangi sınıfa hizmet ettiği, kimin çıkarlarını savunduğudur. Faşist hareketin, tekelci sermayenin, militarist subayların, aristokrasi artıklarının güdümündeki siyasetlerine, kime karşı kimi savunduklarına bakılmalıdır. Önemli olan iktidara geldiğinde kimin palazlanıp semirdiği, kimin baskı altına alınıp sömürüye maruz kaldığıdır
Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm kitabının ilk baskısı 2020 yılında yapıldı.[1] İki dünya savaşı arası yıllardaki ve zamanımızdaki faşizmi yeniden yorumlayan, “Marksistler”in ve Komintern’in eleştirisinden hareketle, birçok noktada yeni açılımlar ve tanımlar getirdiği iddiasındaki yazarın bazı görüşlerini eleştirmiştim. Bu defa kitabıyla sınırlı kalacak, öne çıkan bazı yönler üzerinde duracağım.
Aradan iki yıla yakın zaman geçtikten sonra eleştirmemin asıl nedeni, Marksist-Leninist olma iddiasındaki kıdemli birçok yazar tarafından övülmesi ve tavsiye edilmesidir. Banyo suyuyla birlikte bebek de atılmak istenmiyorsa, geleneksel analizin abartılmaması gereken yanlışları ve eksikleri giderilip güncelleştirilmesi, burjuva reformist tezlere itibar edilmemesi taraftarıyım.
Kitabın ikinci ve üçüncü bölümünde, faşizmin iki klasik örneği İtalya ve Almanya inceleniyor. Batı Avrupa faşizminin üçüncü ana çeşidi İspanya’da Franko ve Portekiz’de Salazar örneklerini faşizmden saymadığını belli eden yazar, Faşizmin İberya versiyonunu “faşizm adıyla anılan” (s. 53) sözleriyle geçiştiriyor. Dördüncü bölümdeki “Faşizmler ve Faşizm” başlığının anlamına uyarak faşizmin evrensel bir dökümünü yapmasını beklerken, iki dünya savaşı arasındaki Almanya ve İtalya dışında faşizmin iktidara geldiği Japonya, Fransa gibi ülkelerin adının bile anılmadığını görüyoruz. “İngiltere’de, Estonya’da, Latviya, Estonya, Polonya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan gibi ülkelerde İtalyan faşizminden esinlenen, ancak son tahlilde başarısız hareketler de…” (s. 53) demesinden, iktidara gelememiş faşist hareketlerin bazılarını kastettiği anlaşılıyor.
Marksist literatürde “Faşizmler” kavramı, hem iktidar olabilmiş faşist tahakküm biçimlerini hem de iktidara gelemeyip siyasi hareket olarak kalmış olanları içerir. Yazar, iktidara şu veya bu şekilde gelmiş 10’dan fazla ülkeyi ve onlarca faşist hareketi saf dışı bırakıyor. Böylelikle iki küçük paragrafa sıkıştırılıp muğlak ifadelerle geçiştirilmiş Tarihsel Faşizm, Almanya, İtalya ve iktidara gelememiş Avrupa faşistleriyle sınırlanmış oluyor.
Daha çok sağ liberal tarih yazımında veya N. Poulantzas gibilerde gördüğümüz bu tutum, faşizm türlerini ve onların ortak özelliklerini kavrama imkanını ortadan kaldırıyor. Marksistlerin daha 1920’lerin başında öngördükleri faşizmin evrensel bir olgu olduğu tespitinin gerisine düşülmektedir. Sadece İberya, Doğu Avrupa, Japonya gibi iktidar olabilmiş faşizm kümeleri değil, Kuzey ve Güney Amerika’da, Asya’da ortaya çıkmış çok sayıda faşist parti ve grup dışta bırakılıyor. Bu, faşizmi neredeyse Batı Avrupa’yla sınırlayan Avrupamerkezci bir tarih anlayışıdır. Yazarın, faşizm dün evrensel değil idiyse bugün nasıl o hale geldiğini açıklamak gibi bir borcu vardır.
İdeolojik ve siyasi boyutları olan her olgunun bir bağlamı, tarih içinde başı ve sonu olan bir yeri vardır. Hiçbir şey sonsuz değildir. Mutlak veya anayasal monarşi, parlamenter demokrasi gibi faşizm de tarihsel bir olgudur.
İyi bir iktisat eğitimi görmüş Ergin Yıldızoğlu; kapitalizm, ekonomik ve mali krizler, sömürgecilik, emperyalistler arası çelişkiler, yeniden paylaşım, “küreselleşme” süreci, neoliberalizm, bilgi işlem ve iletişim teknolojileri üzerine pek çok şey söylüyor. Vurgulaması gereken asıl şeyleri vurgulamadığı için bunlar eksik ve temelsiz kalıyor.
Faşizm ve Nazizm’in, “yeni bir tarihsel biçim” (s.29) olduğundan söz etmesine ediyor ama bu emperyalizme geçiş ve onun çelişkilerini son haddine vardıran dünya savaşı ve onu izleyen konjonktür çerçevesine oturtulmadığı için bir anlam ifade etmiyor. Böylece, burjuva ve Marksist faşizm analizleri arasındaki en önemli ayrım noktalarından birisi atlanmış oluyor. Oysa faşizmin neden başka bir zamanda değil de o dönemde çıktığını anlamak için bu şarttır.
Faşizmin siyasi hareket ve devlet biçimi olarak tarih sahnesine çıkışı, 20. yüzyılın ilk çeyreğidir. Yani kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçildikten, Birinci Dünya Savaşı bittikten ve Ekim 1917 Devrimi’nden hemen sonra. Tekellerin, finans kapitalin egemenliği ile faşizm arasında kopmaz bir bağ vardır. Lenin, emperyalizmin iç çelişkileri bu yeni aşamada derinleştiğini, şiddetlendiğini ve siyasi gericiliğin her alana damgasını vurduğunu sıklıkla vurgular. Savaşla birlikte üst düzeyde şiddetlenen sosyoekonomik ve sosyopolitik çelişkiler, bir yandan devrimci hareketlerin yükselmesine, öte yandan da emperyalizm zincirinin İtalya, Almanya, Japonya gibi zayıf halkalarında faşizme geçişin nesnel koşullarının oluşmasına sebep olması nedeniyle bu önemlidir.
Yıldızoğlu, genel bağlamı oluşturan bu yönle ilgilenmiyor, çünkü faşizm ile emperyalizm ve tekel arasındaki bağlantı kurmak gibi bir meselesi bulunmuyor. İki savaş arasında emperyalist sistemdeki yoğun ve üst üste yığılan çelişki birikimi ve sistemde oluşan zayıf halkalar Hitler ve Mussolini tipi faşizmlerin nesnel koşullarını hazırladı. Yerel ve 1929-1933 gibi küresel krizlerin iç içe geçtiği böylesine olağanüstü dönemlerde, egemen sınıflar eski yöntemlerle iktidarlarını sürdüremediklerinde faşizmin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Sistemin krizi ve faşizme yol açan etkenler İtalya ve Almanya ile sınırlı olmadığından, birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da faşistler iktidara geldiler.
Komintern analizlerinin, faşizmi, tekellerin, finans kapitalin, dolayısıyla emperyalizmin ortaya çıkışı ve genel bunalımı ile bağlantısı içinde ele almalarının nedeni budur. Faşizmi anlamak demek, emperyalist aşamaya geçişe eşlik eden tekelci sermayenin yeni yapılanmasını ve kapitalizmin iç çelişkilerindeki şiddetlenmeyi anlamak demektir. Buna bir paragrafla olsun değinmeyen Yıldızoğlu, sanki kapitalizm bir önceki aşamasındaymışçasına, İtalyan finans kapitali yerine her defasında “sanayi kapitalizmi” (s.52), “sanayi burjuvazisi” (s.37) gibi bir önceki aşamanın terimleriyle söz etmeyi sürdürüyor. Ya da, “Daha faşizm ortada yokken, faşizmin, onu faşizm olarak tanımlamamıza olanak veren ‘özünü’ oluşturacak unsurları tarih sahnesine çıkmıştı” diyebiliyor (s.29). Faşizm elbette kendinden önceki gericiliğin koyulaşmış bir devamı olarak ortaya çıktı. Bununla birlikte, geleneksel gericilik ve aşırı sağla genetik ilişkisine rağmen, emperyalist-kapitalist sistemin genel krizinden kaynaklı niteliksel olarak yeni bir olgudur. Şöyle ki, klasik faşizmin başlıca özellikleri arasında yer alan şiddeti normalleştirerek süreğen kılan siyaset tarzı, kitle mobilizasyonu, antikomünizm ve militan milliyetçilik gibi kurucu öğeler, eski gericiliğin değil faşist sentezin alametifarikalarıdır.
Yıldızoğlu’nun faşizmin iktidara gelinceye kadar orta sınıf entelektüellerinin hareketi olarak kaldığı, sermayenin, “sürece, faşist parti toplumu bir arada tutabileceğini kanıtladıktan sonra katıldığı”, “faşist partiye ‘serseriler’ tasfiye edildikten sonra, güvenmeye başladığı” görüşünü başka bir yazımda eleştirmiştim.[2] Bu anlayışı, kitabında İtalya ve Almanya’da faşizmin doğuşunu ve yükselişini anlattığı II. ve III. kısımlarına birebir yansır. İtalya’da faşist parti içindeki unsurları, kadrolarının toplumsal kökenlerini, paramiliter güçlerin eylemlerini ve Mussolini’yi, ideolojisini ve iktidar oluşlarını tek tek anlatır. Adını anmadığı asıl şey, faşist partinin büyük sermayeyle ilişkileri, yukarıdan adım adım nasıl kollandığıdır. Bundan Mussolini’nin “sanayi burjuvazisi”ne (finans kapital yok muydu İtalya’da?) rağmen iktidara geldiği sonucu çıkar.
“Bu noktada, sanayi burjuvazisinin faşizme verdiği destek, tarıma dayalı burjuva sınıfların başından verdiği yaygın desteğin aksine henüz kesin değildi. Bu kesimin sözcüleri Roma yürüyüşünü açıkça desteklememiş hatta teşvik etmemişti… totaliter bir rejim, devlet ile partiyi kaynaştıran bir rejim değil giderek bir normalleşme bekliyorlardı.” (s. 37-38)
Egemen sınıf içinde şu veya bu aşamada faşist parti politikalarıyla ters düşen, bazı adımlarına karşı çıkan veya kimi söylemlerini kuşkuyla karşılayan kesimler olması olağandır. Ne ki bu, Mussolini’nin tıpkı komünistlere ve sosyalistlere yaptığı gibi, egemen sınıflara dayatarak iktidara geldiği anlamına gelmez. Devrimin soluğunu ensesinde hissettikleri için zaten yetersiz buldukları liberal reformist politikalara karşı, çıplak bir diktatörlük arayışı içinde olan sermaye grupları vardı. Özellikle savaş yıllarında servetlerine servet katan Ansaldo, Ilva gibi tekel grupları, Nitti ve Giolitti hükümetlerinin liberal reformcu politikalarından hazzetmiyor, daha sert yöntemler uygulayacak yeni bir iktidar arzu ediyorlardı. Başlarda bazı büyük toprak sahipleri ve kapitalistler köylü ve işçi direnişlerine karşı kullanmak üzere bizzat kendileri de özel çeteler kurduklarından, Mussolini’nin faşist milislerinin anlamını gayet iyi biliyorlardı. Dolayısıyla, Mussolini kendi bileğinin gücüyle değil, büyük sermayenin, monarşistlerin ve ordunun ağırlıklı kesiminin iktidar yolunu açması ve daveti sonucu iktidara geldi.
“Sanayi burjuvazisi”nin Roma Yürüyüşü’ne destek vermediği, hatta 1922’den sonra “normalleşme” beklediği doğru değildir. Mussolini yürüyüşten önce ekonominin patronlarıyla yaptığı toplantıda uygulayacağı programa onları ikna etmişti. Bu sanayi ve banka tekellerinin faşist partiye güvenini daha da artırdı. Böyle olmasaydı ordunun faşist partinin milislerini Roma’ya sokmamaya yetecek gücü vardı. Eğer anti-faşist güçler aralarında birleşebilseler ve radikal sosyalistler reformistleri yanlarına çekebilselerdi de Mussolini’yi durdurabilirlerdi.
Mussolini iktidar olduktan ve faşist devlet biçimine yöneldikten sonrası için bile şöyle denmektedir:
“Büyük burjuvazi hiçbir zaman ‘egemenliği’ni kaybetmedi ama faşist devletin her fırsatta ekonomiye müdahale etmesinden, faşist partinin kendilerini otonom bir sınıf olarak şekillendirme çabalarından, Mussolini’nin giderek saldırganlaşan dış politikalarından da hoşnut değildi… kimi tarihçilere göre, büyük burjuvazi… faşist hareketi ve partiyi, hiçbir zaman desteklemedi.” (s.38)
Bunların birçok araştırmayla ortaya konan İtalyan tarihinin gerçekleriyle ilgisi olmadığı açıktır. Faşist partinin milisleri önce tarım işçilerine karşı büyük toprak sahipleri, sonra sanayi ve mali tekeller tarafından desteklendi. Sağ reformist G. Giolitti Hükümeti, askeri ve sivil bürokrasi de dahildir buna. Eğer egemen güçlerin mali ve askeri desteği olmasaydı, Mussolini gazetelerini,[3] faşist milislerini, seçim kampanyalarını, silahlanma giderlerini finanse edemez, en uzun süre iktidarda kalan faşist diktatör unvanını da koruyamazdı. Yıldızoğlu, Mussolini’nin 1925’ten itibaren, totaliter örgütlenmeye yönelmesini, Kralın onu görevden alamaması, “siyasi kriz” gibi taktiksel gerekçelerle açıklıyor. “Faşist partinin önünde, uzlaşmaları, anayasayı bir kenara bırakarak bir açık diktatörlüğe geçmekten başka seçenek kalmıyordu” (s.39) demek, “Duçe”nin ilk yıllarından beri totalitarizmi savunduğunu göz ardı etmektir.
İngiltere’de yaşayan, dolayısıyla bu ülkenin dilini anadili kadar bilen Yıldızoğlu, faşizmin doğuşunu ve iktidar yıllarını anlattığı bölümlerde, onca sağlam kaynak dururken, E. Gentile, R. D. Fellice, S. G. Payne gibi az veya çok Mussolini’yi kollayan liberal gericilere dayanıyor. “Ben onların yalancısıyım” deme hakkı vardır elbette. Faşizmin tarihini özetleyen biri her kaynaktan yararlanma hakkına sahiptir. Ama eğer “solcuyum” diyorsa gerçek anti-faşistlerin ne dediğine de bakmalıdır. Böyle olmayan veya zayıf duruşlu kaynaklardan yararlanmak durumunda kalıyorsa da gözünü dört açmalı, onların manipülasyonlarına ortak olmamalıdır. Neden bu adamların tercih edildiği de bir ipucu sayılabilir.
Yukarıdaki alıntı için kaynak gösterdiği Gentile, faşizmin en önemli bileşenlerinden olan anti-komünizmi ve çıplak terörü görmezden gelen ve onun “devrimci” bir doğaya sahip olduğunu iddia eden biridir. Yıldızoğlu’nun kendisi gibi faşizm analizinde ideoloji ve kültürü öne çıkaran R. D. Fellice ve E. Gentile’nin de net bir anti-faşist duruşları yoktur. Üstelik Fellice, yazdığı biyografisinde Mussolini’ye empatiyle yaklaşan biridir.
Yıldızoğlu’nun Almanya’da Nazizmin tarihiyle ilgili yazdıkları da aynı zaafları taşır. Daha ikinci paragrafında Alman faşizminin ideolojik dayanaklarını küçümser:
“Alman kültürel mirası çok güçlüydü. Immanuel Kant, W. F. Hegel, Nietzsche, Karl Marx ve Engels, Goethe… Alman sanatçıları, resim, sinema ve müzik… Böyle bir ortamda, kaba saba, bugünün bir deyimiyle adeta ‘maganda’, lümpen, kültür düşmanı bir hareket, nasıl iktidar oldu ve tarihin en büyük felaketlerinden, Yahudi Soykırımı’nı gerçekleştirdi ve II. Dünya Savaşı’nı başlattı?” (s.41)
Sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık gibi siyasi akımlarla kıyaslandığında elbette faşizm geriden gelir. Mussolini, özellikle “onbaşı” Hitler gerçek anlamda entelektüel sayılmazlar. Faşist partilerin ileri gelenleri (bazıları hariç) egemen kültürden fazla nasiplenmemişlerdir. Ancak kendi ülkelerinin ve Avrupa’nın düşünürlerinin ırkçı, elitist, sosyal-Darwinist, koyu muhafazakâr ve faşist fikirlerine yabancı oldukları ve onların miraslarına dayanmadıkları da söylenemez.
Bir gazete yazarı ve hatip olan Mussolini, yüzeysel de olsa Alman M. Stirner ve F. Nietzsche, Amerikalı W. James, Fransız G. Le Bon, İtalyan V. Pareto, G. Sorel, H. Bergson, G. D’Annunzio, E. Corradini, milliyetçi teorisyeni A. Rocco (vb.) okumuştu. İtalyan fütüristlerin lideri F. T. Marinetti, G. Gentile gibileriyle beraberlerdi. NSDAP önderliği de aşağı yukarı öyledir. Ancak ideolojilerinin bir tarihsel kökeni, atlanmaması gereken bir arka planı vardır: Irksal eşitsizlik teorisini Fransız A. de Gobineau, Vacher de Lapouge ve Alman uyruğuna geçmiş İngiliz H. S. Chamberlain’den, “seçkinler teorisi”ni İtalyan V. Pareto ve G. Mosca’dan aldılar. Avusturyalı Pan-Cermenist Georg Ritter von Schönerer, P. de Lagarde , F.Nietzsche, I.G. Herder, I.G. Fichte, E.M. Arndt, A. Schopenhauer, faşist ideolojinin mirasından yararlandığı düşünürlerdir. Bunlara Völkisch hareketin öncülerini, “muhafazakâr devrimciler” diye anılan Arthur Möller van den Bruck, Ernst Jünger, O. Spengler, Alman Coğrafyacılar F. Ratzel ve K. Haushofer eklenebilir. Nazi liderlerinden belirli bir donanıma sahip Goebbels, A. Speer, A. Rosenberg, R. W. Darre, önde gelen ideologları C. Schmitt ve M. Heidegger de küçümsenmemelidir.[4]
Faşizm ve Nazizm, tutarlı bir ideolojileri olmamasına, eklektizmlerine, felsefe/kültür/edebiyat düşmanlıklarına rağmen, ideolojik bagajları tamtakır serseriler olarak görülmemelidirler. Bunların magandalıkla, lümpenlikle eşleştirilmesi, faşizme karşı ideolojik mücadeleyi zaafa uğratır.
Alman faşizminin yükseliş koşullarını olgunlaştıran “üç önemli gelişme” olarak, Rosa Lüxemburg ve Karl Liebknecht’in katledildiği Alman Devrimi’nin bastırılmasını, Komünistlerin sosyal demokratları sosyal faşizmle suçlamalarını ve ekonomik kriz, işsizlik ve enflasyonu gösteriyor Yıldızoğlu. (s.42-43)
Öncelikle şunu söyleyelim ki, “sosyal faşizm” meselesi, sosyal demokrat parti tabanının oluşturan işçi kitlelerinin kazanılması ve ortak hareket edilmesi bakımından geç düzeltilen vahim bir hataydı. Ama faşizmin yükselişine esas zemin hazırlayan, Alman Devrimi’nin bastırılmasında baş rolü oynamakla kalmayıp, son ana kadar tekelci sermayenin ve faşistlerin ekmeğine yağ süren sosyal demokrat partinin teslimiyetçi politikalarıydı. 1848’den itibaren Nazizmin yükselişini hazırlayan tarihsel, toplumsal, askeri, sosyopsikolojik, sosyokültürel önkoşullar üzerine söylenecek çok şey varken, her birinin es geçilmesini bir yana bırakıyoruz artık.
Yıldızoğlu, Hitler’in 5 Ocak 1919’da çilingir Anton Drexler tarafından kurulan Alman İşçi Partisi’ne (DAP) haddinden fazla yer veriyor. Bu konuya girmişken atlamaması gereken önemli noktalara bir cümleyle olsun değinmiyor: Hitler Reichswehr’in gizli bir muhbiriydi, hizmeti karşılığında düzenli maaş alıyordu. Üstleri ırkçı Almanya İşçi Partisi’ne (DAP) gözlemci olarak katılmasını istemişlerdi ama o durumdan vazife çıkararak daha ileri gitti ve bu ırkçı partiyi faşist temelde yeniden inşa etti. İki yıl içinde parti başkanlığına geldikten sonra partinin programını değiştirerek milis gücü olan bir kadro örgütü yaptı.
Adolf Hitler, General Luddendorf’la birlikte 8-9 Kasım 1923’te Birahane darbesi diye anılan bir darbe girişiminde bulundu. Başarısız olacağı baştan belliydi. Kendi sonlarını getireceği için sosyal reformistler ve burjuva partileri ittifakı onaylamıyorlardı. Darbe yapmaya kalkışarak çizmeyi aştığı için NSDAP geçici olarak yasaklandı.
Birahane darbesinin başarısızlığı hakkında Yıldızoğlu şu dipnotu düşüyor:
“Tarih faşizmin darbe ile iktidara gelme girişimlerinin hep fiyaskoyla gerçekleştiğini gösteriyor. Darbe yaparak iktidara gelme projelerinin hepsi var olan iktidarın devlet makinesine çarparak dağıldı. Faşizmin iktidara geldiği her yerde parlamenter araçları, yolları ve düzen partileri’nin, liberallerin, muhafazakarların, verdiği desteği kullandı.” (s.48)
Faşist partilerin darbeyi orta sınıfların öz gücüyle başaracakları bir şey olarak görenlerin düştükleri bir yanılgıdır bu. Faşizmin darbeyle iktidara geldiği onlarca örnek neden yok sayılır ki? 20. yüzyılın son yarısı bir tarafa, faşizm, iki savaş arası yıllarda İspanya, Portekiz, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Japonya’da darbeyle iktidara geldi.
Darbeleri başarısız kılacak üç önemli etkenden söz edilmelidir: Birincisi devrimci güçlerin direnişi (Mart 1920’deki Kapp darbesi), ikincisi darbeci kesimin muhaliflerini yenecek güçte olmaması, üçüncüsü egemen sınıfların onay vermemesi (Hitler-Luddendorf ikilisinin Birahane darbesi). Birahane darbe girişiminde Hitler’in partisi yalnız yeterince güçlü olmadığı için değil, Alman tekelleri, Junkersleri ve Reichswehr komutanlığı destek çıkmadıkları için başarısız oldu. Burjuva demokrasisinin olanakları tükenmemişti çünkü. Aslında, ordu, Versay zincirlerinin kırılması, tekrar yeniden silahlanıp kaybettiği savaşın rövanşın alınması ve dışa yayılma stratejisine geçilmesi konusunda NSDAP’la aynı kafadaydı. Ama zamanı değildi. Devrimci yükseliş düşmekte olduğu için tercihi faşist partiden yana değil, kerhen desteklediği parlamenter sistemden yanaydı. Nazi partisinin açık diktatörlüğe geçişine yeşil ışık yakıncaya kadar bu tutumunu koruyacaktır Reichswehr.
Buna rağmen ordu NSDAP’a düşmanca davranmadı, kollamaya devam etti ve ondan desteğini esirgemedi. Bavyera devlet arşivlerinde, Hitler’in Nazi partisinin faaliyetleri, fon kaynakları hakkında raporlar bulundu. NSDAP iktidara geldiği günlere kadar devasa parti giderlerini, Alman tekellerinin yanı sıra ordunun fonlamasıyla karşılayabildi. Yıldızoğlu uzun uzun AİP’i anlatırken bundan da söz etmeliydi.
Mussolini’nin 1922 Mart’ında düzenlediği Roma Yürüyüşü’nün, “kısmen dayatma, kısmen darbe” (s.37) diye yorumlanması gerçeği yansıtmıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi askeri birlikler isteseler önleyebilirlerdi. İktidarın zorla ele geçirildiği görüntüsü bir yanılsamadır. Egemen ittifakın bir “önleyici karşıdevrim”e ihtiyacı vardı. “Kızıl yıllar” sırasında yaşadıkları korku, yönetemezlik krizi yaşayan büyük sermayeyi faşizme yöneltti. Bir efsaneye ihtiyacı olan Mussolini de çetelerine kapıları açık Roma’ya yürüterek sözde bir zafer kazandı. Alan memnun satan memnundu.
NSDAP’ın doğuşunun ve gelişmesinin anlatıldığı bölümde, büyük sermayeyle ilişkilerine de hiç değinilmiyor. Ta ki Devlet Başkanı Hindenburg’un, 30 Ocak 1933’de Hitler’e Şansölyeliği vermesinden 20 gün sonrasına kadar:
“İkinci önemli gelişme, 1933 yılının 20 Şubat’ında Reichstag’da bizzat Herman Goering’in davetiyle düzenlenen toplantıdır. Bu toplantıya, Almanya’nın, Krupp, Siemes, Bayer, Opel, I. G. Farben, Agfa, Telefunken gibi en büyük şirketlerinin temsilcileri katıldılar.”
“… Böylece büyük sermaye Nazi rejiminin sponsorluğunu ilk kez doğrudan üstlenmiş oluyordu.” (s.50)
Tekellerin faşist diktatörlük sistemindeki rolünü her şey kabak gibi ortaya çıktıktan sonra kabul etmek, halkımızın “Ben görmediğime değil gördüğüme inanırım” lafına benziyor. Her şey ayan beyan ortada olsaydı ne halk aldatılabilirdi ne da analize gerek kalırdı. Alman tekellerinin suçlarını örtbas etmek isteyen resmi tarihçiler, Nazilerin başa getirilmesini zoraki bir oldubitti gibi göstermek için böyle hikayeler imal ettiler.
Elbette finalde Alman burjuvazisinin bütün önemli simaları fotoğrafta yerlerini almışlardı. Unutulan onun bir de geçmişi olduğuydu. 1920’yi takiben Berlinli sanayici Von Borzig, Birahane darbesini finanse eden Fritz Thyssen Hitler’le bağlantı içindeydiler ve komünist işçilere daha güçlü yumruk indirsinler diye tosuncukları için bağış toplayıp durdular. Kaldı ki tekellerin faşist harekete desteği kapitalist bireylerden ibaret değildi. Reichswehr, Henry Ford ve Royal Dutch Shell gibi yabancı şirketler, irili ufaklı iş adamları, toprak sahipleri de buna dahildi. 1928’den itibaren bankacılar, daha sonra büyük meblağda para yardımıyla NSDAP’a üye olan Emil Kirdof ve başka sermaye grupları da devreye girdiler. 1930-1933 yılları arasındaki bağışlar olmasaydı, Nazi liderliği ne seçim kampanyalarının ne de sayıları yüzbinlere ulaşan şok birliklerinin masraflarını karşılayabilirdi. Alman sermayesinin ve Reichswehr’in NSDAP’ın kuruluşundan iktidara geldiği 1933 yılına kadarki gelişimi, biraz inişli çıkışlı da olsa, M. Ravel’in ünlü bolerosundaki gibi hafiften yükseğe doğru ilerleyen bir grafik izler. Yıldızoğlu bize yalnız final kısmını anlatıyor.
Prusyalı toprak sahipleri, sanayi ve banka tekelleri ve generaller, NSDAP’a muhalefette yedek güç olarak kullanılacak, zamanı geldiğinde hak ederse baş rol oynayabilecek aşırı sağdaki partilerden biri gözüyle bakıyorlardı. Nazi partisine desteğin ibresini kitlesel gücü, komünist tehdidin boyutları ve hangi hükmetme sisteminde karar kılındığı belirliyordu. Burjuva demokrasisi sınırları içinde kalmayı tercih ettikleri yıllarda, NSDAP dahil aşırı sağ partilere iktidar yolu kapalıydı. Bu süreçte en çok açık faşist diktatörlükten yana olan saldırgan sermaye grupları tarafından desteklendi. Ne zamanki tekellerin azami kârlarını ve Junkerlerin refahını tehdit eden 1929 krizi bastırdı ve krizden çok iyi yararlanan NSDAP’ın oyları %18’e tırmandı, o zaman el üstünde tutulmaya başlandı.
1929-1933 dünya ekonomik krizinin hasarı ve savaş etkenlerinin artması Nasyonal sosyalizmi gittikçe öne çıkan bir seçenek haline getirdi. 1930-1932 yılları arasında iktidara davet edilmediyse, egemen sınıf fraksiyonları kendi içlerinde faşizme geçişin hızı ve yöntemleri konusunda anlaşamadıklarından ötürüydü. Nazilerle ilişkisini sürdüren Thyssen, Kirdof, silah imalatçısı Krupp kanadı milliyetçi sağında katıldığı koalisyona dayalı faşist diktatörlüğü savunuyordu. Başka bir deyişle, kömür ve çelik tröstleri işçi sınıfına tavizler vermek yerine demir yumrukla yönetilen bir düzene daha çok ihtiyaç duyarlarken, ileri teknoloji sayesinde yüksek kârlar elde edebilen elektrik ve kimya tekelleri işçi ücretlerini kısmen yüksek tutarak uzlaşabiliyor, burjuva demokrasisine ayak uydurabiliyorlardı. Gün gelip kriz bastırınca hemen hepsi faşist çözümde birleştiler. Yoksa, sadece Prusya aristokrasisi kökenli devlet başkanı Mareşal Hindenburg değil, Reichswehr generalleri de “bohem onbaşı” diye tiksintiyle baktıkları Hitler’e hiçbir zaman sempati beslemediler. Ama birbirlerine muhtaçlardı, dümen bu kez Hitler’in eline geçecekti.
Yeni Faşizm kitabında İtalyan ve Alman faşizminin iktidara gelinceye kadar sermaye ve devletle ilişkilerine değinen bir paragraf bile olmamasının nedenleri vardır:
“Şimdi sıra en önemli soru üzerinde düşünmeye geldi: Toplumun en marjinal ve ideolojik olarak heterojen kesimlerinden (milliyetçi, ırkçı, sendikalist, sosyalist, modernist, anti-modernist, cumhuriyetçi, monarşist, anarşist…) entelijensiya, toplumun ekonomik olarak en parçalanmış örgütsüz kesimlerinden küçük burjuvaziyle, lümpenleri, nasıl oldu da bir araya getirerek, toplumun en örgütlü ve ekonomik olarak en önemli kesimine düşman olarak yarattığı bir hareketle, toplumsal muhalefetin en örgütlü (sosyalistler, komünistler, sendikalistler, sosyal demokratlar…) ve ekonomik olarak en önemli kesimine (işçi sınıfına) rağmen iktidara gelebildi ve bu kesimin direnişini, örgütlerini ve liderliğini kısa sürede yok edebildi?” (s.61)
Faşizmin iktidara geliş sürecinin “faşist entelijensiya” cephesiyle, işçi sınıfı ve temsilcileri arasındaki mücadeleyle sınırlandığı açıktır. Alman devleti ve egemen sınıfları devrede yoktur. Bu, faşizmi “orta sınıf” hareketi olarak görenlerin handikapıdır. Faşizm sınıf muhtevası bir yana bırakılarak, sosyal tabanı ile açıklanmaktadır. Elbette ki faşist hareket İtalya’da olsun Almanya’da olsun orta sınıflara, esas olarak da küçük burjuva dediğimiz kesimlere dayanıyordu. Kadrolarını ve mobilize ettiği güçleri çoğunluklu olarak kent ve kır küçük burjuvazisi ve lümpenler arasından topladı.
“Orta sınıf”, faşist hareketin antikapitalist demagoji, korporatizm gibi makyajlarla gerçek sınıf niteliğini gizlediği görünen yüzüdür. Burjuva tarih yazımı bunu paravan olarak kullanagelmiştir. Ne Komintern ne sonraki Marksistler klasik faşizmin orta sınıf tabanına dayandığını görmezden geldi. Hatta savaşın sonunda kendiliklerinden pıtrak gibi bittikleri ilk zamanlarda, yani egemen sınıfla ideolojik ve fiziki temas içinde olmadıkları anlarda öyle olanlar da vardı. Ama bu fazla sürmedi. Örneğin Almanya’da 1918-1923 devrimci yükselişi ve daha sonraki 1929-1933 bunalımı, sosyalist devrim korkusuna kapılan egemen sınıfları ve küçük burjuvaziyi birbirlerine yaklaştırdı. Aşırı uçlara kaymaya meyilli küçük burjuvazinin sağ kanadı komünistlerin ellerinde ne varsa alacağı korkusuyla radikal bir şekilde gericileşti ve faşist partinin hegemonyası altında giderek faşist burjuvaziyle kaynaştı.
Sosyopolitik hareketler yalnız katılımcılarına bakılarak değerlendirilmezler. Asli olan onun hangi sınıfa hizmet ettiği, kimin çıkarlarını savunduğudur. Faşist hareketin, tekelci sermayenin, militarist subayların, aristokrasi artıklarının güdümündeki siyasetlerine, kime karşı kimi savunduklarına bakılmalıdır. Önemli olan iktidara geldiğinde kimin palazlanıp semirdiği, kimin baskı altına alınıp sömürüye maruz kaldığıdır. Hiç kimse faşistlerin büyük sermayeden kısıp orta sınıflara kaynak aktardığını söyleyemez, ispat da edemez.
Yıldızoğlu ise Poulantzas’a dayanarak şu tezde ısrar ediyor:
“…işçi sınıfının bu krize cevap verecek bir şekillenme düzeyine ulaşmadığı bir durumda, ‘orta sınıflar’ bu iki sınıftan da bağımsız bir siyasi özne olarak davranabilir, bir hareket olarak şekillenebilir ve daha sonra devlette, ‘devletten sorumlu sınıflar’ katına yükselebilirler.” (s.55)
Birinci olarak, orta sınıflar ki, esasta kent ve kır küçük burjuvazisidir, “bağımsız bir siyasi özne” olarak devlet katına yükselemezler. Marx’ın Lois Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki küçük köylüler üzerine söyledikleri bunun neden olamayacağını açık seçik ortaya koyuyor:
“Milyonlarca köylü ailesi, onları birbirlerinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıfındakilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde bir sınıf meydana getirirler. Ama, küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiçbir ortaklık, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler… kendi sınıf çıkarlarını kendi adlarına, ister bir parlamentonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildirler. Onlar, kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar.”[5]
Yıldızoğlu’nun “devlette, ‘devletten sorumlu sınıflar’ katına yükselebilirler” nitelemesine gelince ne anlama geldiği belirsizdir. Eğer devletin sahibi, yani egemen sınıfı haline gelir anlamında kullanıyorsa bu yanlıştır. Kapitalist toplumda bir ara sınıf olan küçük burjuvazinin kapitalizm ve sosyalizme karşı “bağımsız” ve “devrimci” bir güç olarak faşizme yönelerek “üçüncü yol”u keşfettikleri savını, Yıldızoğlu’nun yararlandığı kaynaklar arasında yer alan R. De Fellice gibi burjuva ideologları savunuyorlar.
Ama hükümet ve bürokrasi katında devlet yönetimine katılırlar demek istiyorsa doğrudur, ama bu faşizmin sosyal tabanının tümü için değil, sadece parti kadroları için geçerlidir. Çünkü iktidara gelir gelmez sınıf karakteri ile sosyal tabanı arasında çelişki keskinleşir. Marx’ın bu konuda da dedikleri var. III. Bonaparte dönemindeki “Beş yüz bin kişilik bir memur ordusu burjuvazinin sırtında bir yük olarak görünebilir” dedikten sonra:
“Ama Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı, kesinlikle, bu geniş ve karmaşık hükümet makinesinin sürdürülmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İşte burjuvazi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kâr, faiz, rant ve serbest meslek ücreti olarak cebe indirmediklerini, maaş biçiminde tamamlar.”[6]
Marx’ın dediklerini tamamlamadan önce, şunu vurgulayalım: İtalya ve Almanya’da faşizm iktidara geldiğinde, devlet küçük burjuvazinin ve entelektüellerin değil, yine emperyalist tekellerin, bankaların, büyük sahiplerinin elindeydi. O zaman şu soru sorulacaktır: Faşistler babalarının hayrına mı o kadar kan döktüler? Elbetteki hayır. Küçük burjuvaziye göz kırpanlar, gerçek olsun sahte olsun anti-kapitalist demagojiyi fazla ciddiye alıp “ikinci devrim” isteyerek büyük patronları şüphelendirenler, iktidar olunur olunmaz tasfiye edilerek pürüz istemeyen burjuvaziye kurban olarak sunuldular. Öteki parti liderleri ve kadrolarıysa bir yandan tekellerden, büyük toprak sahiplerinden para kopardılar, bir yandan devletin tepe noktalarına yerleşerek egemen sınıfların sömürüsünden pay aldılar. Astronomik maaşlar aldılar, devlet kurumlarının, büyük şirket ve bankaların yönetim kurullarına getirildiler. Devletin kasalarını soyarak, rüşvet alarak, yolsuzluk yaparak saray ve büyük gayrimenküllerin sahibi oldular. En pervasızları burjuva sınıfı arasına katıldı. Astığı astık kestiği kestik faşist partinin tekel grupları karşısındaki göreli özerklikleri ayrı bir konudur.
Yıldızoğlu, faşizmi, “orta sınıf”ın organik hareketi olarak değerlendirenlere bir katkıda bulunarak “milliyetçi, ırkçı, sendikalist, sosyalist, modernist, cumhuriyetçi, monarşist, anarşist” (s.61) kesimlerden gelen entelektüellere indirgiyor. Yukarıda söylenenler üst mevkilere daha kolay tırmanabilen faşist entelektüeller için de geçerlidir. “Orta sınıf” içinde entelektüel tabakanın sınırlı bir kesim oluşturduğu faşist partilerin üyelerinin istatistiksel analizleriyle kanıtlanabilir. Faşist hareketin içinde bile azınlıkta kalan bu kesimi “entelijensiya sınıfı” mertebesine yükseltip, baş köşeye oturtmak bilim ve mantık dışıdır. Entelektüellerin burjuvaziye veya proletaryaya yedeklenmeden, kendi öz güçleriyle iktidara gelebileceklerini iddia etmek, onlara süpermenlik, kadir-i mutlak bir güç atfetmektir.
Yıldızoğlu, gelmiş geçmiş faşizm tanımlarını üç kategori altında toplamaktadır: Birincisi “Karizmatik bir liderin otoriter yönetimine dayalı modern bir diktatörlük” (s.53) diye tarif ettiği muhafazakârların ve liberallerin tanımı. İkincisi Marksistlerin benimsediği “ekonomik kriz ortamında sermayenin çıkarlarını savunmayı amaçlayan bir sınıf diktatörlüğü” olduğu tanımı (s.53). Buna, kapitalizmin kendisini sosyalist devrimden korumak için şiddet uygulaması ve karşıdevrim olarak adlandırılması da ekleniyor. Üçüncüsüyse şöyle: “1980’lerden sonra gelişen ve faşizmin kültürel boyutuna odaklanan yeni bir tanımlama çabası”, “Birinci ve ikinci tanımlama çabalarındaki anlayışlardan farklı olarak bu üçüncü tanımlama çabası, faşizmin bütünsel bir ideolojisi olduğunu savunur.” (s.54)
Bu söylenenlerin ne kadar gerçeği yansıttığını, ne kadar iyi düşünülerek yapıldığını bir yana bırakıp, ideolojik-siyasi akımlara nasıl tepeden, sınıflar üstü bir konumdan bakıldığına dikkat çekmek isteriz. Bir üst hakem pozunda “Bu üç tanımlama çabasında da doğruluk payları olduğunu düşünüyorum” (s.54) diye devam ediyor Yıldızoğlu. İlkini “karizmatik lideri”, “güçler ayrılığını … imha eden diktatörlük özelliğini doğru yakaladığı”, ikincisini de tanımı “kapitalist sınıfın krizi ve çıkarlarıyla ilişkilendirerek bir anlamda onu sınıfsal bir temele yerleştirdiği” için olumluyor. Ama, Marksist tanımın hem “faşizmi (parti ve hareket olarak) kapitalist sınıfın temsilciliğine indirgeyerek diğer sınıf ve tabakalarla ilişkisinin önemini göz ardı ettiği”ni, hem de “ortaya çıkış koşullarını, kurucu öğelerin özelliklerini… ele almaya gerek görmediği”ni (s.54) gerekçe göstererek eleştiriyor.
Oradan selefi Poulantzas’a geçerek “ikinci tanımın eksiklerinin çoğunu görmüş” olmasını ve faşizmi “hem bir siyasi hareket hem de kapitalist devletin bir biçimi olarak, gelişmesinin aşamaları, bu aşamalarda sergileyeceği biçimler dikkate alınarak tanımlanmasını” (s.55) ilerletici buluyor.
Ergin Yıldızoğlu’nun muhafazakâr, liberal, Marksist (oportünistleri de dahil ediyor) akımların faşizm tanımlarını adeta eşdeğer göstermesi kabul edilemeyeceği gibi, karman çorman tasnifi de yerli yerinde değildir. Özetlediği faşizm tanımları sadece Marksistler açısından değil, diğerleri açısından da oldukça eksik, dağınık ve kabacadır. Örneğin Marksist akımların tanımını “faşizmi (parti ve hareket olarak) kapitalist sınıfın temsilciliğine indirgeyerek diğer sınıf ve tabakalarla ilişkisinin önemini göz ardı ettiği”, “ortaya çıkış koşullarını, kurucu öğelerin özelliklerini… ele almaya gerek görmediği”, “güçler ayrılığı”nı (burjuva demokrasisi demek daha doğru), “imha eden diktatörlük özelliği”ni fark etmediği eleştirisi tamamen haksızdır. Dediklerinin hepsi detaylı olarak irdelenmiştir. Yıldızoğlu, analizle tanımı ayırmadan aynı anlamda kullandığı için bu sonuca varıyor. Oysa tanım doğası gereği olgunun en karakteristik özellikleriyle yetinir ve çok kısadır. Analizse olgunun bütün yönleriyle bilimsel olarak incelenmesidir.
Komintern’in faşizm tanımını ve analizini, Dimitrov’un VII. Kongrede yaptığı konuşmayla sınırlıyor gibidir. Oysa faşizm külliyatı A. Gramsci, P. Togliatti, C. Zetkin, G. Dimitrov, D. Manuilski, R. Palme Dutt, W. Pieck, E. Thalmann W. Ulbricht gibi pek çok KP önderinin kitap, makale ve konuşmalarından oluşur. Bunlar eksik ve yanlışları da ortaya koyup derinleştiren 1945 sonrasında yazılan yüzlerce araştırmayla birleştirildiğinde tarihçilerden, ekonomistlerden, sosyologlardan ve felsefecilerden oluşan geniş bir kesim ortaya çıkar. Eğer bunları dikkate alsaydı liberaller ve muhafazakarlara mal ettiği yönlerin pek çoğunun bu yazılarda yer aldığını görürdü. Genel olarak “sol”dan bahsediyor ama Marksist mi, gençliğinde olduğu gibi hâlâ Troçkist mi, yoksa sol sosyal demokrat mı olduğu da belli değil ya da ben anlayamıyorum. Ama akademisyen Constantin Iordachi kadar nesnel davranmadığı kesindir:
“Savaşlar arası dönemdeki faşizm çalışmaları açık arayla Marksist-Leninist tarihyazım ‘kampı’yla sınırlı kalmıştır… faşist hareketlerin ideolojik kökenlerini, doğuşlarını sağlayan yapısal ve sosyopolitik koşulları, zaman içindeki evrimlerini, toplumsal tabanlarını, temel özelliklerini ve iç/dış politikalarını açıklayan ilk genel faşizm teorilerini ortaya atanlar yine Marksist-Leninist düşünürler olmuştur.”[7]
Şahsen, yukarıda söylenenleri kasıtlı olmaktan ve Marksist-Leninist analize husumetten çok, konunun iyi bilinmemesine bağlamaktan yanayım.
Yıldızoğlu, yukarıda değindiğimiz üç tanımı da eleştirdikten sonra, sözü kendi tanımının sınırlarını çizmeye getiriyor. N. Poulantzas’ı, Marksist tanımın “eksikliklerinin çoğunu görmüş” ve “düzeltmeye çalışmış” bir düşünür olarak övüyor. Ve onun, “egemen sınıfın hegemonya krizi” ve “orta sınıf” “bağımsız bir siyasi özne” olarak devlet katına yükselebilir, tezini doğruluyor. Bu arada, “Faşizmin küçük burjuvazinin (orta sınıfların) bir siyasi örgütü olarak tanıması Poulantzas’ı, “holocaust kavramı”na, “ırkçılık ve Yahudi düşmanlığı”na, “ötekileştirme”ye yer vermediği için eleştiriyor. Paulantzas’a en önemli eleştirisi ise “faşist entelektüellerin özelliklerini, orta sınıf/küçük burjuva kavramları içinde eritmiş olması.” (s. 55) Bu eleştirilerin tümünden Ergin Yıldızoğlu’nun “Süreç olarak faşizm” teorisinin sınıfsal dayanağını ve niteliğini oluşturacak ana tezi doğuyor:
“Bu şekillenme I. Dünya Savaşı’nın siyasi ve teknolojik travmasıyla birleşince, faşist entelijensiya ve özgün bir ideoloji ve siyasi eğilim olarak Faşizm/Nazizm doğdu.” (s.56)
“Bu kısa açıklamada, özgün bir faşist entelijensiyanın şekillenmesi, kulüplerde, tavernalarda, birahanelerde, diğer toplumsal mekanlarda bir araya toplanmaya, giderek bir grup/hatta sınıf/tabaka olarak şekillenmeye ve davranmaya; örgütlenmeye ve örgütlemeye başlamış olması özellikle önemli bir noktadır.” (s.57)
Yukarıda eleştirdiğimiz bu tezini vurguladıktan sonra Yıldızoğlu sözü, dönüp dolaşıp ana metin olarak selamladığı Umberto Eco’nun “Ur-faşizm” metnine getiriyor:
“Tekrar faşizme dönersek, buraya kadar tartıştıklarımızı daha somut, pratikte tanınmasını kolaylaştırmak adına hatta biraz da indirgemeci olmayı göz önüne alarak basitleştirme yoluyla kimi evrensel özellikleri sırlamaya çalışırsak, Umberto Eco’nun tam da bu işi yapmayı amaçlayan ‘UR Faşizm’ denemesi çok yardımcı olacaktır.” (s.58)
Yeni Faşizm yazarı kendi deyişiyle “Marksistlere”, Gramsci’ye, Poulantzas’a vermediği yeri, daha başka bir yazımda belirttiğim üzere, tarihçi, romancı olarak postmodernist gericiliğiyle, komünistlerden hoşlanmamasıyla bilinen burjuva anti-faşisti ECO’ya (İtalyan Orhan Pamuk) ayırarak, hiçbir eleştiri yöneltmeksizin iki buçuk sayfa boyunca bir özet yapıyor.
Yıldızoğlu, Dimitrov’dan da önce, 1933’te Komintern Yürütme Komitesi’nin XIII. Plenumunda ortaya konan tanımına şiddetle karşı çıkıyor ve kendi anlayışını bunun eleştirisi üzerinden kurguluyor. Herkesi eleştirirken, eleştirmediği ve en uzun yer ayırdığı entelektüel şahsiyetin Umberto Eco olması basmakalıp deyişle manidardır. Orta çağ tarihi uzmanı, eleştirmen, deneme yazarı ve romancı Eco bildiğimiz kadarıyla, vatandaşları F. D. Fellice, E. Gentile gibi bir faşizm uzmanı bile değildir. Güçlü kalemini kullanarak cazip bir makale yazmıştır. Okunabilir, ama kılavuz alınamaz. Alınabilir ama Marksist olunamaz. Çünkü faşizmde de muhafazakarlıkta da ırkçı sağda da olabilecek bir dizi özellik saymıştır. Bunda faşizmin sınıfsal içeriği, zorba ve katliamcı yönü, faşist emperyalizmi yoktur. Önemli ile önemsizin bir arada olduğu neo-pozitivist bir özetlemedir. U. Eco yerini, tek yanlı, “özün özü” dedikleri bir belirlemeyle budayarak tanım olmaktan çıkaran Sternhel, Eatwell, Griffin’in aksi kutbunda yer alıyor. Yani, Amerikalı tarihçi S. G. Payne, yurttaşı E. Gentile gibi faşizmi maddeler halinde bir ya da birkaç sayfalık betimlemelerle neo-pozitivist bir tasvire çevirenlerin safında.
Yıldızoğlu, “faşizmin temel özellikleri” dediği Ecoist 14 ilkeyi tek tek özetledikten sonra, yazısını “Sanırım bu kadarı da faşistleri ve faşizmi tanımaya yeter” diye bağlıyor. Yetmez diyoruz, çünkü özetlenenler bizim bildiğimiz ve çok daha ılımlısını yaşadığımız faşizm bile değil. Eco’ya göre faşizm açık terörist diktatör ve diktatörlük değil popülist elittir, komünizmin ve halkın değil yalnız aydınlanma ve entelektüelin düşmanıdır, finans kapital ve militaristler değil “dün orta sınıf, şimdilerde işçi sınıfının bir kısmı ve lümpenler”dir, korkutan değil korkandır, öldüren değil ölendir, emperyalist ve haksız savaş değil soyut savaştır ve daha bunun gibi pek çok şey.
Bunlar faşizmin ayırt edici özellikleri değildir. Ergin Yıldızoğlu, kitabının başında (kapısında diyelim biz ona) kovduğu “popülizm”, “otoriterlik” ve “illiberal demokrasi” gibi faşizmin yerine ikame edilen liberal kavramları, Eco reçetesi yoluyla bacadan içeri almaktadır.
Sürecek…
Dipnotlar:
[1] Bu yazıdaki alıntılar Cumhuriyet Kitapları’nın aynı yılki ikinci baskısından yapılmıştır.
[2] Yaşar Ayaşlı, ““Süreç olarak faşizm” teorisi: Tanımlar ve sınıflar”, Sendika.Org, 11 Şubat 2022.
[3] Il Popolo d’Italia, sosyalist geçindiği yıllarda Mussolini tarafından 15 Kasım 1914’te kurulmuştu. Partiden atılınca gazeteyi kaybetti. Basın alanındaki başlıca silahı Popolo d’Italia’yı büyük şirketlerin yardımıyla tekrar geri aldı.
[4] Bkz.https://sendika.org/2021/01/dun-ve-bugun-fasizm-fasizm-fenomeni-1-606796/
[5] Marx Engels, Seçme Yapıtlar, C. I, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 576.
[6] Age., s. 518-519.
[7] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 26.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.