Eski ve yeni faşizm üzerine bir kitap yazıyorsanız onun tarihsel yerini, bir başka deyişle tarihsel koordinatlarını net olarak ortaya koymak zorundasınız. Yeni Faşizm kitabında, faşizmin ortaya çıkışı ile emperyalizmin, tekellerin ve finans kapitalin ortaya çıkışı ve bunu takiben Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Ekim Devrimi sonrasında kapitalizmin çelişkilerini üst düzeyde şiddetlendiren genel bunalımın belirlediği konjonktür arasında net bir bağlantı kurulmamaktadır
Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm kitabına ve “süreç olarak faşizm” teorisine yönelik eleştirilerimi ilk yazısında reddetti. İkincisindeyse “teorik bir cevap vermeyi hak etmiyor” gibi kendini yukarılara koyan bir otorite havasına girerek cevap vermemeyi tercih etti.[1]
Cevapsız kalan sorularımdan bazıları şunlardır:
- İtalyan ve Alman büyük sermayelerinin faşist partilerle yalnız iktidar oldukları ay ilişki kurmadıkları,
- Nasyonal Sosyalizmin ideolojik kökeninin “maganda”, “lümpen” kültüründen ibaret olmadığı,
- Tarihsel faşizmin; İtalya, Almanya ve iktidara gelememiş Avrupamerkezli birkaç faşist örgütle sınırlanamayacağı, çok daha fazla rejim ve partiyi kapsayan evrensel bir olgu olduğu,
- Hitler’in 1923 Birahane darbe girişiminin başarısızlığının, faşizmin darbeyle iktidara gelme yolunun sonu olmadığı,
- Eski ve yeni faşizmin sınıfsal temelinin, sosyal tabanının oluşturan küçük burjuvaziye indirgenemeyeceği,
- 1950-1990 arası yıllarda neo-faşist, neo-Nazi hareket ve darbeyle iktidara gelen çok sayıda askeri faşist rejim bulunduğu,
- Eski ve yeni faşizmin postmodernist ideolog U. Eco ve liberal akademisyenlerden kopyalanan özellikler listesiyle kavranamayacağı,
- “Faşizmi bir ‘şey’ olarak değil (ideoloji, insan/kitle tipi, kitle parti, hareket ve devlet biçimi) bunların hepsini içeren diyalektik bir süreç olarak düşünmek gerekiyor” cümlesinin bir tanım değil, faşistleşmenin parçalı bir süreç olduğuna dair yan bir tespit olduğu,
- Faşizmin, en azından eski faşizmin olmazsa olmazı olan anti-komünizm, şiddetin stratejik/süreğen kullanımı, militan milliyetçilik, demokrasinin imhası gibi asli özelliklerin daha önemsiz olanların gölgesinde kaldığı,
- 12 Eylül darbesi sayesinde “faşizmin 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktığı” saptamasının tam tersinin doğru olduğu,
- AKP iktidarının Bourbon hanedanı gibi Osmanlı dönemine dönmeyi amaçlayan, “yeni Ortaçağ”ı temsil eden bir restorasyon hareketi olarak görülemeyeceği,
- “Müslüman entelijensiya” tabir edilen “ulema”nın, Osmanlı’dan 21. yüzyıla değişmeyen, sistemler üstü ve iktidar olmaya muktedir bir sınıf olarak gösterilemeyeceği,
- İslamcı iktidarın sınıf temelini oluşturan “İslamcı sermaye”nin ve MÜSİAD’ın anılmadığı, “iş çevreleri” denilen TÜSİAD’ın ise gözlemci konumuna indirgendiği,
- Marksist devlet tahlilini geliştirmek adına, devlet aygıtının sınıflar üstü ve başsız sonsuz bir şekle sokulamayacağı eleştirilerime cevap alamadım.
Bunlara ve burada saymadıklarıma cevap vermek yerine projesini anlamadığım, kanıt göstermeksizin savlarını çarpıttığım, okuyucularımı yanılttığım gibi suçlamalar yöneltmekle yetindi.
İkinci yazısına kısa cevaplar
1.
Uzun alıntılarla net olarak kanıtladığım bir konuda bile şunu söyleyebildi:
“Ayaşlı ilk yazısında, o yazıya verdiğim kısa cevapta da gösterdiğim gibi, başka bir yazarın görüşlerini bana aitmiş gibi göstermeye çalıştı. O zaman, ‘farkında olmadan yapılmıştır’ diye düşünmüştüm. Şimdi, Ayaşlı’nın, okuyucusunu bilerek yanıltmaya çalışmış olduğunu düşünüyorum.”
Tekrar söylüyorum: “Süreç olarak faşizm” teorisinin fikir babası R. O. Paxton, açılımcıları sırasıyla Sven Reichardt, Armin Nolzen, Neil Faulkner ve arkadaşlarıdır. Bunu ilk yazımda ve bundan önceki “Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm kitabının eleştirisi (2)”de kanıtlarıyla birlikte reddedemeyeceği şekilde gösterdim. Yanıltanın kim olduğunu göstermeye bu yetmiyor mu?
Başka siyasi akımlardan kavram alınmaz düşüncesinde olmadığımı da belirteyim. Marksizm’in klasiklerinde iktisat ve idealist felsefeden kavram alındığına dair sayısız örnek gösterilebilir.[2] Birinci olarak onlar kimden aldıklarını saklamadılar. İkinci olarak da kendi sistemlerine uyacakları aldılar. Ama devşirdikleri kavramı idealist ve metafizik yönlerinden arındırıp ayakları üzerine oturttuktan, kendi sistemleriyle çelişmeyecek bir onarım ve yeni bir anlamlandırma sürecinden geçirdikten sonra. Yıldızoğlu bunların ikisini de yapmıyor.
2.
Başka bir örnek:
“Ayaşlı, benim, kitabımda faşizm ile kapitalizm ve emperyalizm arasında ilişki kurmadığımı da iddia etmişti. Artık, o ‘hatayı’ da bilerek yaptığına inanıyorum.”
Aynen şöyle dedim: “… kapitalizm, ekonomik ve mali krizler, sömürgecilik, emperyalistler arası çelişkiler, yeniden paylaşım, ‘küreselleşme’ süreci, neoliberalizm, bilgi işlem ve iletişim teknolojileri üzerine pek çok şey söylüyor. Vurgulaması gereken asıl şeyleri vurgulamadığı için bunlar eksik ve temelsiz kalıyor.”[3]
Emperyalizm ve kapitalizm kavramını liberaller, muhafazakârlar ve İslamcılar da kullanıyorlar. Önemli olan Lenin’in analizindeki gibi meseleye bilimsel yaklaşmaktır. Eski ve yeni faşizm üzerine bir kitap yazıyorsanız onun tarihsel yerini, bir başka deyişle tarihsel koordinatlarını net olarak ortaya koymak zorundasınız. Yeni Faşizm kitabında, faşizmin ortaya çıkışı ile emperyalizmin, tekellerin ve finans kapitalin ortaya çıkışı ve bunu takiben Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Ekim Devrimi sonrasında kapitalizmin çelişkilerini üst düzeyde şiddetlendiren genel bunalımın belirlediği konjonktür arasında net bir bağlantı kurulmamaktadır. Kapitalizmin yeni aşaması ve savaş sonrası konjonktür belli belirsizdir.
3.
Devam ediyor: “… faşist liderliğin büyük sermayenin temsilcileriyle kurduğu ilişkiler üzerine (yer ve zaman belirterek anlatan) ayrıntılı bölümler vardı. Ayaşlı’nın ilk yazısına, tüm iyi niyetimle verdiğim cevapta bunları da gösterdim” diyor. Ben de diyorum ki, egemen sınıfların, devletin, ordunun faşizme desteğini iktidara davet edildiği ayla başlatmak, bunun asla atlanmaması gereken bir evveliyatı da olduğu için, yanlış ve eksiktir.
Yıldızoğlu’nun “kısmen dayatma, kısmen darbe” (Yeni Faşizm, s.37) dediği Roma yürüyüşü, “Mussolini ordunun müdahale etmeyeceğine kani olduğunda” ve faşizme biat etmiş eski generallerin milislerle birlikte hareket etmesiyle gerçekleşti.[4] Roma’nın kapılarını tutmaları gereken subaylar arasında Mussolini sempatizanları vardı. Faşist partiye yalnız büyük toprak sahiplerinin değil, tekelci sermayenin bazı kesimlerinin, ordu/polis ve bürokrasinin desteği de daha öncesine dayanıyor. Buna rağmen Yıldızoğlu, E. Gentile gibi sağcı bir liberali kaynak göstererek şu iddiada bulunuyor: “Bu noktada, sanayi burjuvazisinin faşizme verdiği destek, tarıma dayalı burjuva sınıfların başından verdiği yaygın desteğin aksine henüz kesin değildi. Bu kesimin sözcüleri Roma yürüyüşünü açıkça desteklememiş hatta teşvik etmemişti.” (s. 37-38) Başka kaynaklarsa tam tersini söylüyor: “Ama generaller ve büyük iş çevreleri onu durdurmak istemediler. Kral onu Başbakan olarak atadı ve Mussolini, Roma üzerine yürümek bir yana, oraya Milano’dan trenle geldi… İtalyan burjuvazisi, ayrıcalıklarını ve kârlarını korumasının, demokratik ilkelerden daha önemli olduğunu, Liberal Parti’nin Mussolini’ye parlamentoda çoğunluk elde etmesi için yardım etmesiyle ve onun ilk hükümetinde bakanlıklar kabul etmesiyle gösterdi.”[5]
Alman finans kapitalinin Hitler’e desteği daha belirgindir.[6] Bunu “1933 yılının 20 Şubat”ında, yani Hitler’in şansölye olarak atanmasından bir ay sonra, iktidara gelmesinden bir ay önce başlatmak önceki evreleri gizlemek demeye gelir. Liberal araştırmacılar ne kadar budayıp törpüleseler dahi bunun çok daha önce başladığını kabul ederler.
İtalya’da, Almanya’da ya da başka bir ülkede olsun, egemen sınıf kesimlerinin desteğinin en yüksek noktasına faşizme geçiş şartlarının oluştuğu iktidar aşamasında ulaşması doğaldır. Önceki yıllarda destek daha azdır, çünkü siyasi ve ekonomik krizden, izlenen politikalardan en az etkilenenler, açık diktatörlükten yarar ummayanlar daima geriden gelirler. Sürece sona doğru dahil olmaları, iktidar sonrasında bazılarının hükümetle sorunlar yaşamaları, aralarında birebir uyum olmaması, dayatmalarla ve zaman zaman başına buyruk davranışlarla karşılaşmaları, faşist diktatörlüğün egemen sınıfın genel çıkarlarını temsil ettiği gerçeğini değiştirmez. Biri diğerinin piyonu değildir.
4.
Yıldızoğlu dijital feneriyle tarihe ışık tutan büyük adam havalarına girmeyi seviyor: “… artık iflas etmiş bir geleneğin tarihine ait olan bu ‘kaygılarla’ uğraşarak vakit kaybetmeye niyetim yok” dedikten sonra, kurucusu Lenin olan III. Enternasyonal’in üzerine baştan sona bir çizik atıyor.
“Niyetim yok dedim ama, ‘Bu hangi gelenek?’ diye soracak olanlar için konuyla sınırlı kalarak, birkaç ip ucu da vermek isterim.”
“Devasa komünist partilerine karşın, faşizmi daha doğarken anlamayı ve yok etmeyi başaramamış, sonra da büyük sermayenin bir komplosuna indirgemiş.”
İşine gelince Gramsci gibi devrimcilere yaslanıyor, gelmeyince de Mussolini’nin cezaevinde çürüttüğü Antonio Gramsci ve Hitler’in emriyle zindanda katledilen Ernest Thalmann’ın partilerine ve bir kısmı faşizmi alaşağı etmiş KP’lere kara çalıyor. İKP’nin başında faşizmin totaliter aşamaya geçtiği yıl tutuklanan (9 Kasım 1926) Gramsci vardı. Gramsci 1924’ten tutuklandığı güne kadar partinin lideriydi. Hataları ağır koşulları ve faşizmle ilk defa karşılaşmanın deneyimsizliğini de dikkate alarak ortaya koymak gibi bir derdi bulunmuyor. “Bekara karı boşamak kolay” lafındaki gibi hatalı-hatasız demeden toptan karalayıp geçiyor. Hiç kimse eleştiriden vareste değildir, ama bunu yaparken Alman ve İtalyan komünist partilerinin kuruluşlarına ve toparlanmalarına katkısı olan Lenin’e, Gramsci’ye, öteki Komintern KP’lerine ve bu uğurda canlarını vermiş milyonlarca şehide saygıyı elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Onların mücadeleleri olmasaydı 20. yüzyılın son yarısı kapkaranlık geçerdi.
Bana gelince III. Enternasyonal’i ve başta İtalyan, Alman, Fransız KP’lerini kusursuz bulmuyorum, bir kısmını daha önce eleştirdim.[7] Faşizm söylemlerinde, özellikle de strateji ve taktik konularında yeri gelince eleştireceğim başka genel ve özel hatalar da var. Bununla birlikte, meseleye sıfır hata beklentisiyle yaklaşmak gibi bir idealizm içinde de değilim. Komintern, Stalin ve başka partileri hiç hatasızmış gibi göstermek, onları peygamber yerine koymak olur. Bunlar mirastır, yanlışlarıyla birlikte aynen devralmak ve savunmak gibi bir mecburiyet yoktur. Tarihin doğruladıkları alınır, doğrulamadıkları atılır ve yerine daha iyisi konur. Toptan inkârsa anti-komünizme çıkar.
Komintern partilerinin “faşizmi… büyük sermayenin bir komplosuna indirgedikleri” de doğru değildir. Faşizm ve anti-faşizm teorileri, komplolar ve hileler değil nesnel ve öznel koşulların, sınıf çelişkilerinin ve ilişkilerinin Marksist tahlili üzerine inşa edilir. Son tahlilde liberal burjuvazinin ideologları olan U. Eco, H. Arendt[8], R. O. Paxton, S. Reichardt ve A. Nolzen gibilerin söylediklerine dayanılarak değil.
5.
“Almanya’da faşist hareket devlete ulaşmaya başlarken ‘Sosyal Faşizm’ teorisini ortaya atarak sosyal demokratlarla faşistleri eşitlemiş, işçi hareketinin faşizm karşısında birleşmesini engellemiş, faşizmin ‘devletleşmesini’ kolaylaştırmış…”
Komintern’in bizzat Dimitrov’un ağzından özeleştirisini yaptığı bir şeyi tekrarlayıp durmak iyi bir buluş değildir. Yıldızoğlu bunu başka yazılarında da söylüyor. Hırsızın hiç mi suçu yoktu? Hangi birini sayayım: Alman devriminin önderleri Karl Liebknecht bayıltıldıktan sonra vuruldu, Rosa Lüxemburg’un kafası dipçikle parçalanarak kanala atıldı. Savunma Bakanı sosyal demokrat Noske’ydi ve SA’ların esin kaynağı paralı asker gücü freikorps’ları Prusya generalleriyle anlaşarak kurmuştu. Alman devrimi sosyal demokratlar ve freikops çeteleri tarafından ezildi. Üstelik, faşist hareket yükselirken kıllarını kıpırdatmadılar, çoğu zaman faşistlerle işbirliği yaparak iktidar yolunu açtılar. Sosyal demokratlar 1932 seçimlerinde aday çıkarmayıp Hindenburg’u desteklediler, Hindenburg ise gizli gizli Hitler’le anlaşarak faşist diktatörlüğe geçişi hazırladı.
Alman sosyal demokratlarına hiçbir eleştiri yöneltmeden tek yanlı olarak komünistleri suçlamak taraf tutmaktır aslında.
6.
Yıldızoğlu 10 yıl önce yazılmış bazı yazılarından alıntı yaptığım gerekçesiyle beni “arkeolojik kazı” yapmakla suçluyor, kendisiyse sanki sorumlusu benmişim gibi 100 yıl önceki defterleri karıştırıyor:
“Kendine atfettiği bir yetkiyle Komintern’i ‘Kominform’a dönüştürmüş sonra da kapatmış bir gelenektir.”
“Bu geleneğin kurduğu devletin ve rejimin insanı yaklaşık 70 yıl ‘sosyalizm’(!?) altında yaşadıktan sonra, özgürlük adına ilk fırsatta en vahşi kapitalizmin kucağına atlamakta tereddüt etmemiş, yönetici seçkinleri baş döndüren bir hızla ve kolaylıkla kamu mallarını yağmalayarak milyarder oligarklara dönüşüp uluslararası finans-kapital ile pazarlığa oturmuştur.”
İkinci Dünya Savaşı sonunda faşizm kendiliğinden çökmedi, Yıldızoğlu’nun karaladığı SSCB’nin ve bu geleneğe mensup 60’tan fazla KP’nin ve anti-faşist güçlerin ortak mücadelesiyle yenildi. Alman, Japon ve İtalyan faşist bloku ve onların etrafında kenetlenmiş faşist rejimlere ve hareketlere karşı mücadele 30 milyona yakın insanın hayatın mal oldu. Bu mücadelenin nasıl zorlu geçtiğini, Bir Alman subayının Stalingrat’tan yazdığı mektuptaki şu cümle iyi anlatıyor: “Volga’ya ulaşmamıza yalnızca bir kilometre var. Bu bir kilometre için yapılan savaş bütün Fransa’nın ele geçirilmesi için yapılan savaştan daha uzun sürdü.”
Emperyalizme, faşizme ve uluslararası gericiliğe korku salmış Ekim Devrimi’ni ve onu izleyen sosyalist devrimleri bir kalem darbesiyle silip atmak iflah olmaz bir inkarcılık, değerbilmezlik ve vicdansızlıktır. Baskısız ve sömürüsüz yeni bir dünyaya giden yol, metropollerin düz bulvarlarına benzemiyor. Devrimlerin ve sınıf mücadelelerinin doğasında büyük zaferler ve ileriye sıçrayışlar kadar ağır yenilgiler ve geriye dönüşler de vardır.
Ekim Devrimi 72. gününe geldiğinde, yenik düşen Paris Komünü’nden bir gün fazla yaşadı diye, Lenin karlar üzerinde dans ederek bunu kutlamıştı. Hasımları ne derse desin, biz de sosyalizmi dünyanın üçte birine yaymış, anavatanında en az 50 yıl ayakta kalmış bir geleneğin Paris Komünü’nden daha az olmayan devasa değerini bilecek ve onu kutlamaya devam edeceğiz. Varsın inkarcılar çamurlu ayaklarıyla onun üzerinde tepinip dursunlar.
7.
“Benim, yaslandığım geleneği merak ederseniz, ben, Türkiye solunun, Stalinist, Maocu, Enver Hoca (Arnavutluk) ve Troçkizm geleneklerinin hiçbirine bağlanmadan, ama onları yok saymadan kendi yolunu aramış, 1970’lerde Nazi partisi modeliyle (Başbuğ, Parti, ülkücüler, kitle desteği, mecliste temsilciler) örgütlenmiş uluslararası desteğe de sahip bir faşist hareketi sokakta durdurmuş bir geleneğine yaslanıyorum.”
Yıldızoğlu’nun yolunu nerede, kiminle ve nasıl aradığı beni ilgilendirmiyor. Söyleseydi iyi kötü o konuda da birkaç laf edebilirdim. Bununla birlikte, Türkiye solunu oluşturan grupların, 1970’li yılların anti-faşist mücadelelerini övmesine aldanıp, her birinin o zamanki uluslararası esin kaynaklarını karalamana onay vereceklerini sanmıyorum.
Beni sahadan atıp, “faşist hareketi sokakta durdurmuş bir geleneğe yaslanma”sına gelince hayretle karşılıyorum. Ne zamandan beri dağdan gelen bağdakini kovar oldu? Ben kendisi gibi yaslanmıyorum, bizzat o geleneğin en militan kanatlarından birinin içinden geliyorum. Daha fazla konuşup kendisini mahcup etmek ve övünen biri durumuna düşmek istemem.
8.
“Sosyalistler için teorinin ve tartışmanın amacı ‘inanç’ tazelemek değil, siyasi eyleme ışık tutmaktır. Ben de ‘Yeni Faşizm’ başlıklı kitapçığı bu anlayışla, pratiğe ışık tutabilecek sorulara cevap aramak amacıyla, yazdığımı söyleyebilirim.”
Şimdi aktif mücadelenin dışında olsam da 1968’den 1995’e uzanan otuz yıla yakın devrimci mücadele hayatım var. Parti nedir, sınıf mücadelesi nedir, faşizme karşı mücadele nedir bilirim. Buna rağmen faşizm üzerine veya başka bir konuda görüş belirtirken elimden geldiğince “siyasi eyleme, pratiğe ışık tutma” gibi iddialı sözler etmekten kaçınıyorum. Yıldızoğlu kendini öyle görüyor olabilir, ama şahsen kendimi sosyalist parti ve gruplara ışık tutacak “üst akıl” gibi görmekten oldukça uzağım.
Elbette, anti-faşizm, faşizm analiziyle başlar. Kurt Levin’in dediği gibi, “İyi bir teoriden daha pratik bir şey yoktur.” Yazarın doğru bir teorisi olsaydı kısmen haklı olabilirdi. Böyle olmadığını gösterdiğime göre bu konuda da başarılı olduğu söylenemez.
9.
“Öncelikle faşizmi daha doğarken, tanımayı başarmak, hiç tereddüt etmeden, bireysel ve kitlesel düzeyde, ‘simgesel’ ve ‘fiziki’ şiddet uygulayarak ezmeye, en azından bir hareket inşa etmesini engellemeye çalışmak gerekecektir.”
Bu tür soyut öğütlerin ne “siyasi eyleme ışık tutmak”la ne de anti-faşist mücadeleye yol göstermekle ilgisi var. Marx’ın, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar” diye bir sözü vardır.
Devrimci parti, ne yazık ki boks maçına çıkar gibi iyice hazırlanmış, kendini dövüşe hazır hissettiği, yumruğu kodu mu oturtacak duygusu taşıdığı bir zamanda ringe çıkmıyor. Faşizm iktidara İKP’nin daha yeni kurulup kendini toparlamaya çalıştığı, Alman komünistlerininse iki ağır yenilgi aldığı bir zamanda geldi. Buna bazı hatalar da eklenince yenilgi kaçınılmaz oldu. Ama Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Çin (vb.) gibi daha az hatayla devrime ulaşanlar olduğunu da unutmamak gerek.
Bize gelince 1969/1975’ten itibaren faşist hareket silah kullanmaya başladığında eski tüfek ve yaşlı kuşak sosyalistler anti-faşist mücadeleden parlamenter ve yasal mücadeleyi anlıyor, “aman uslu durun faşizm gelir” diyorlardı. Yeni kuşağın gençlik örgütlenmesinin ötesine geçemediği bir dönemde, partileşen, yasal olarak askeri eğitim kampları açan, devletin görünmez odaklarınca desteklenen “ülkücüler” sokağa salındı. Devrimci cenahta doğarken ezecek birlik, sıkı örgütlenme ve güç ne yazık ki yoktu. Buna rağmen daha sonra toparlandılar, örgütlendiler ve göğüs göğüse bir mücadeleyle sokağı ele geçirip solu silmelerini önlediler. Ama ne acıdır ki onların yapamadığını, Yıldızoğlu’nun “faşizm 1980’lerde ‘acil ve güncel’ tehlike olmaktan çıktı” dediği 12 Eylül faşistleri yaptı. Faşizmin “sivili”yle uğraşırken, “askeri”sini ihmal etmek de bir hatadır. 40 yıl geçtikten sonra bunun teorisini yapmak daha kötü bir hatadır.
10.
“Ayaşlı, tartışma kurallarını (çarpıtmayacaksın, yanıltmaya çalışmayacaksın, yetersiz kaldığını hissettiğin yerde, metni terk edip kişiliği hedef almayacaksın) hiçe sayarak, üstelik geçerken başka sosyalistlere de anlaşılmaz biçimde laf ‘çakarak’, yazmaya devam etti.”
Yıldızoğlu öğütlerine önce kendisi uymalıdır. Ben öyle bir şey yapmadığım gibi, yanlış anlamalara mahal vermemek için uzun alıntılar ve açıklamalar yaptım. Eleştiri ise ‘laf çaktırmak’ ve düşmanlık demek değildir. Başka sosyalistlere yaslanmayı, akıl vermeyi (ışık tutmayı) ve avukatlık yapmayı bırakmak daha sağlıklı bir durumdur.
Aristophanes yaklaşık 2400 yıl önce, “Ne yaparsan yap yengeç yengeçtir, doğru yürümez” derken, bir bildiği varmış demek ki.
Dipnotlar:
[1] E. Yıldızoğlu, “Faşizm Üzerine Kısa Bir Not ve Bir Anımsatma”, Sendika.Org, 16 Mart 2022.
[2] Lenin’in R. Hilferding’ten aldığı finans kapital tanımı bunlardan biridir. O. Bauer ve K. Kautsky, Hilferding’i gözü kapalı onayladılar. Hilferding finans kapitali bankalar tarafından kontrol edilen ve sanayiciler tarafından kullanılan sermaye olarak görüyordu. Lenin ise “banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçişi” olarak tanımladı. Bu önemli bir farktır.
[3] Yaşar Ayaşlı, “Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm kitabının eleştirisi (1)”, Sendika.org, 12 Mart 2022.
[4] M. Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, İstanbul-2015, s. 185-6.
[5] Chris Harman, Dünya Halklarının Tarihi, Yordam Kitap, İstanbul-2010, s. 430.
[6] Yaşar Ayaşlı,” Faşizm fenomeni (4): Küçük burjuvazinin karşıdevrimi mi?”, 23 Şubat 2021.
[7] Yaşar Ayaşlı, “Faşizm fenomeni (6): Komintern’in VII. Kongresi ve önde gelen KP’lerin hataları”, Sendika.Org, 1 Mart 2021.
[8] E. Yıldızoğlu, “Birinci Yılın Sonunda Balbay’ı Düşünürken…”, 8 Mart 2010, http://erginyildizoglu.