Net görünen şu ki, öğrenciler başlatıcı bir rol oynasın oynamasın veya orta-sınıf profesyonelleri ve politikacılar liderlik rolünü alsın almasın, son 10 yılın isyanlarının kitle tabanı bileşimi işçi sınıfıydı ve dikkate değer bir noktaya kadar geleneksel kitle grevi silahını kullandılar. Sendika üyesi ve kadrolu çalışan olsunlar veya olmasınlar, Rosa Luxemburg’un 1905 Rusya Devriminde analiz ettiği kitlelere çok benzeyen biçimde, grevleri “en çeşitlenmiş eylem biçimlerinin muazzam bir çokluğunu gösteriyordu.”
Yirmi-birinci yüzyılın işçi sınıfı oluşum halinde bir sınıftır; kapitalizmin henüz yakın zamanlarda evrenselleştiği bir dünyada olması beklenebileceği gibi. Aynı zamanda, Marx’ın kendisinin bize “sınıfların en klasik biçimiyle geliştiği” İngiltere’deki sınıfların gelişiminden bahsederken hatırlattığı gibi, “burada dahi, yine de, bu sınıf ifadesi saf formunda ortaya çıkmaz.” (1) İşçi sınıfı, kuşkusuz, belli bir anda istihdam edilenlerden daha geniştir. Yalnızca işgücü istatistiklerine bakmak, işçi sınıfının -yeniden üretimi dahil- daha geniş olan kapsamını budar. Bununla birlikte, istihdamın içinde veya dışında olmak, eskiden erkek bazlı görülen işçi sınıfının çekirdeğini şekillendirirken, bugün sınıfın yaklaşık yarısı kadınlardan oluşuyor. Dahası, bu makalenin yer ve araştırma kısıtları söz konusu küresel sınıfın istihdam edilen ve hemen hemen istihdam edilen kesimlerine odaklanmasını dayatıyor. Bu şerhleri akılda tutarak, önce 21. yüzyılda küresel işçi sınıfı işgücü büyümesine bakacağız.
Bu dinamiğin arkasındaki çağdaş itici güçler 2. Dünya Savaşının ardından kapitalizmin eşitsiz küreselleşmesiyle birlikte eşzamanlı olarak çok uluslu şirketlerin yükselişi oldu; kâr oranların düşmesi 1960’ların sonlarında başladı, sermayeyi eski sınırlarının ötesine sürdü, yinelenen krizler üretti; bürokratik “Komünist” ekonomileri kapitalizme açtı; daha yakın zamanda ise, küresel değer zincirlerini (KDZ) derinleştirdi. Bu sonuncusu bir süredir gelişiyordu ama son 20 yılda çoğu gelişen ekonomide ekonomik büyüme ve değişimi, ücretsiz yeniden üretimin ev işini, küçük meta üretimini ve daha önce var olan yerel arz zincirlerini çok uluslu sermayenin değer üretim zincirleri dünyasının içine çekerek yeniden şekillendirdi. Bu gelişmiş ekonomilerde bazı sanayileri ve işleri yerinden etti ama çoğunlukla yeni bölgelere genişlemesiyle sonuçlandı. Bu yüzden, örneğin gelişmiş ülkelerin dünya üretimindeki payının düşmesine karşın hem ABD hem de AB bugün 20 ya da 30 yıl öncesine göre daha fazla katma değer üretiyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, dünya işgücü 2000’den 2019’a yüzde 25 büyüdü. Bu “istihdam edilmişler”in geliri de 21. yüzyılın ilk 20 yılında 2,6 milyardan 3,3 milyara yine yüzde 25 büyüdü. ILO terimleriyle bu “istihdam edilenler” içinde ücret veya maaş kazananlar 1996’daki yüzde 43’ten yüzde 53’e yükseldi, “kendi hesabına çalışan” işçiler yüzde 31’den yüzde 34’e yükseldi; “ücretsiz aile” işçileri yüzde 23’ten yüzde 11’e düştü; ve işverenlerin payı yine aynı sürede yüzde 3,4’ten yüzde 2’ye düştü. (2)
ILO istatistiklerindeki işveren olmayanların hepsi işçi sınıfı değildir kuşkusuz. Bazıları maaşlı profesyoneller veya çeşitli türden yöneticilerdir, bazıları küçük işletme sahipleridir, sokak satıcılarıdır, vb. Burada ILO tarafından istihdam edilmiş sayılanların yaklaşık 3’te ikisi, ya da 2 milyar kişiden biraz fazlası işçi sınıfıdır. Bu işçi sınıfından istihdam edilmiş işçiler de yalnızca ücret ve maaş alanlardan oluşmaz. “Kendi-hesabına” çalışan işçiler kadar “ücretsiz aile” işçileri de, kapitalist büyümeyi bir süredir karakterize eden genişleyen ve derinleşen yerli ve küresel değer, ya da arz zincirleri yoluyla, sermaye-emek istihdamı ilişkisine kilitlenmiştir. “Kendi-hesabına” çalışan işçiler, işverenler tarafından genellikle vergilerden, sosyal hak ve yükümlülüklerden kaçmak için böyle kategorize edilir. Kadınlar erkeklere göre çok daha fazla enformal olarak istihdam edilir.
Bu enformallik, yine de, istihdamın çoğu devletteki düzenlemesinin dışındaki işçilerin yasal tanımıdır. Bu tanımla, Marx’ın zamanındaki çoğu işçi de “enformal”dir. Ursula Huws’un ücretsiz yeniden üretim veya “(artı değer) üretken olmayan” kişisel hizmet emeğinin çeşitli biçimleri üzerinde dururken gösterdiği gibi, “Kapitalizmin tarihi, (Marx’ın saptadığı gibi) insan emeğinin giderek daha büyük oranının sermaye tarafından disipline edildiği ve kapitalistler için değer ürettiği “üretken” kategoriye çevrilme genel etkisiyle birlikte, özetle bu emek biçimlerinin birinden ötekine dinamik dönüşümü olarak görülebilir.” (3)
Bu yüzden, Dünya Bankası da çok büyük ölçüde kadın olan “ev eksenli” işçilerin, küresel şirketlerin değer (arz) zincirlerinin alt ucunun azımsanmayacak bölümünü oluşturduğunu not ediyor. Dahası, bu tür arz zincirlerinin bileşimi üzerine çalışmalar, Güney Asya, Afrika ve gelişen dünyada genellikle KDZ’lere bağlı olduğu halde “kendi hesabına” veya “aile” işçisi olarak kategorize edilen “enformal”-sektör işçilerinin büyük çaplı dahlini gösteriyor. (4)
Bu şirket-kontrollü arz zincirleri yalnızca gelişen ekonomileri çok uluslu şirketlere bağlamakla kalmaz. Yerel ekonomi ve emekgücünü de şirketlerin gereksinimlerine göre yeniden düzenler. Bir ülkedeki işçilerin çoğunluğu doğrudan şirket değer zincirlerine bağlı olmasa bile, çoğu işçinin enformalite düzeyi, ücretleri, çalışma süreci ve cinsiyet bileşimi çok ulusluların “tam zamanında” KDZ’lerinin dinamikleri ve hızı tarafından belirlenir. Bhattacharya ve Kesar’ın işaret ettiği gibi, Hindistan’da kapitalist imalatın büyümesi enformal sektörü genişletti çünkü, önceki küçük meta üreticilerinden kaynak çıkarma ve evden çalışan işçilere iş yaptırma daha ucuzdur, her ikisinde de kadınlar işçi başına maliyeti azaltan (çok düşük) ücretli emeği ve yeniden üretimin ücretsiz emeğini sağlar. “Pre-kapitalist” olmaktan çok uzak biçimde, bu tür enformal istihdam kapitalizmi evrenselleştirmenin bir ürünüdür. (5)
KDZ’ler dünya ticaretinde 1990’ların ortalarındaki yüzde 45’ten 2008’de neredeyse yüzde 55’e büyüdü, şu anda yarı civarındadır. (6) Sonuç olarak, en hızlı büyüyen sektörler KDZ’lerin altyapısına ve işleyişine bağlı olanlardır. ILO tahminlerine göre, 21. yüzyılın ilk 20 yılında, taşımacılık ve iletişim istihdamı yüzde 83 büyüdü, inşaat istihdamı yüzde 118 büyüdü, tüm diğer ana sektörlerden daha hızlı. Doğrudan istihdam açısından, bu sektörler büyük ölçüde erkek işçilerden oluşuyor. Bununla birlikte, KDZ’lerin büyümesinin önemli bir sonucu kadınların oranının yükselişidir, istihdam edilmiş işgücünün 2000’de yüzde 40’ından 2019’da neredeyse yarısına (yüzde 49), bu değer zincirlerine bağlı imalatta ise yüzde 41’den yüzde 44’e. (7)
Ek olarak, Huws’un gösterdiği gibi, kamu hizmetlerinin ve daha önce yeniden üretim ücretsiz emeğin her ikisinin de büyüyen metalaşması yoluyla, yani, daha önce kamuda ücretle ve evde veya toplulukta ücretsiz yapılan hizmetlerin kapitalist organizasyonu yoluyla, giderek daha da fazla işçi sermaye üretiminin sosyal ilişkilerinin “düğümü içine” çekiliyor.
Sözkonusu işçilerin orantısız bir kısmı kadınlardır, kadınlar eğitim, sağlık hizmeti ve sosyal hizmetlerin küresel olarak 3’te ikisini oluşturuyor. (8) Bu eğilimin bir göstergesi “piyasa hizmetleri”ndeki hızlı artıştır, ILO’nun tanımladığı istihdamda 1991’de yüzde 20’den 2018’de yüzde 31’e. Bir diğer gösterge de başı çeken sanayileşmiş ülkelerin çoğunda “kamu sermayesi” ve varlıklarının ulusal zenginlik içindeki payının yüzde 10’un altına düşmüş olmasıdır. (9)
Gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının yeni bileşimine bakarken, hizmetlerdeki artışa ve mal üretimindeki düşüşe bakmak modadır, bunun işçi sınıfının küçülmesine yol açtığı varsayılır. Gerçekte ise, ikisi arasında sınır çekmek çağdaş kapitalizmde küresel işçi sınıfı tarafından değerin nasıl yaratıldığına ilişkin bir şaşırtmacadır. Hizmet üretimi de artan ölçüde dev şirketler tarafından kontrol edilir ve KDZ’lerde yer alır, katma-değerli ticaretteki payı 1980’te yüzde 31’den 2009’da yüzde 43’e yükseldi. Mal üretiminin hizmet sunmayı ve hizmetlerin de mal üretimini koşulladığını akılda tutmak önemlidir. “Şeyler” olmadan hizmet yoktur ve “hizmetler” girdisi olmayan mal üretimi yoktur. Metada üretilmiş olan kullanım değeri ikincildir. Yirmi-birinci yüzyılın ilk 20 yılında küresel hizmet sektörü istihdamı yüzde 61 büyürken, uluslararası sınai emekgücü yüzde 40 artmıştır. (10) Büyümedeki bu göreli fark, sınai çıktının azalmasından ziyade, kısmen küresel imalat üretkenliğinin dünya ekonomisinden sürekli daha hızlı büyümesine ilişkindir.
Yine de, içinde olduğumuz daha yavaş büyüme döneminde, dünya çapındaki imalat katma değeri, 2000-2019 döneminde, asla azalmadı, cari dolar bazında yüzde 123 ya da reel olarak bunun yarısı kadar büyüdü. Bir bütün olarak, “post-endüstriyel” dünya yaklaşımının tersine, imalat işgücü 2000’deki 393 milyondan 2019’da 460 milyon kişiye büyürken, sınai (imalat, inşaat, maden) işgücü aynı dönemde 536 milyondan 755 milyon kişiye büyüdü. Bu rakam, mal üretiminde esas olan ve aynı dönemde 116 milyondan 226 milyon kişiye çıkan ulaşım/taşımacılık, iletişim ve yardımcı programlar işçilerini içermiyor. Hepsi birlikte bu sınai “çekirdek” dünya tarım-dışı işgücünün 2019’da yüzde 41’ini oluşturuyor. (11) Bir başka deyişle, dünyanın sanayi işçileri, değer üretiminin ve çalışan nüfusun kitlesel bir çekirdeği olarak kalıyor. Ancak küresel dağılımı ise değişmiştir.
Dünya üretiminin ve dolayısıyla işçi sınıfı işgücünün büyüyüşünün, diğer taraftan, dünyaya yayılımı eşit değildir. Gelişmiş ülkeler halen imalat katma değerinin (İKD) en büyük kısmını üretirken, gelişmekte olan ülkelerin payı 1990-2019 döneminde yüzde 18’den yüzde 40’a yükseldi, sanayileşmiş ülkelerinki ise yüzde 79’dan yüzde 55’e düştü. AB’nin İKD payı 1990-2018 döneminde yüzde 33’ten yüzde 22’ye düşerken, Asya’nınki yüzde 24’ten yüzde 37’ye yükseldi. Çin’in tek başına payı yüzde 5’ten yüzde 20’ye çıktı.
Asya’nın İKD payındaki artışın çoğu yalnızca 4 ülkeden kaynaklanır: Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore. İstihdam bu eğilimleri takip eder, sanayileşmiş ülkelerin imalat işlerindeki payı 1991-2018 döneminde yüzde 30’dan yüzde 18’e düştü. (12) Yirmi-birinci yüzyılda, “enformal” çalışmanın büyüyüşü, mal üretiminin büyüyüşü ve kadınların her ikisinde de büyüyen rolü, ağırlıklı olarak gelişmekte olan dünyada ortaya çıktı.
Aynı zamanda, ekonomik, politik ve savaş-bağlantılı yerinden olma ve mülksüzleşme büyüyen bir uluslararası göçmen nüfus üretti. Kendi anavatanlarının dışında yaşayan insanların sayısı 2000-2019 döneminde 173,5 milyondan 271,6 milyon kişiye çıkarak, yüzde 57 artış kaydetti. Göçmenlerin büyük bölümü çalışma yaşındadır ve yüzde 48’i, yaklaşık yarısı, kadınlardır. Uluslararası Göç Örgütü, 2017’de 111 milyon kişiyi göçmen işçi olarak kategorize etti, 2018’de ülkelerinde kalanlara gönderdikleri para 689 milyar dolar olarak tahmin edildi. (13) En azından yarım milyar insan göçmenlerin gönderdikleri bu paraya yaslanıyor, bu göçmen paraları, belirgin biçimde, küresel işçi sınıfının yeniden üretimine katkıda bulunuyor ve dolayısıyla uluslararası sermayenin emek maliyetlerini düşürüyor. Ferguson ve McNally’nin işaret ettikleri gibi, göçmen emeğinin rolünü gözden kaçırmak “mülksüzleşmenin ve ilksel birikimin uluslararası süreçlerinin ufuktan kaybolmasına yol açar, oysa bu, diğer şeylerin yanı sıra, sınır-aşırı hareketleriyle sermaye ve emeğin dünya çapındaki üretiminin ve yeniden üretiminin kalbinde yer alan küresel emekgücü rezervlerini yaratır.” Bu yüzden, ek olarak 111 milyon işçi ILO’nun istihdam istatistiği rakamlarına ve sınıf oluşumu süreçlerine, özellikle ABD, Avrupa ve Ortadoğu gibi önemli üretim merkezlerine girer ve çıkar. (14)
Sermaye bir bütün olarak coğrafik değişimlerle, teknolojik ilerlemelerle, üretimin ve emek süreçlerinin reorganizasyonuyla, ve hatta sistem krizleriyle çok muhteşem iş görür. Genel olarak, çoğu gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde, gerçek ücretler yükselsin veya düşsün, GSMH içinde emek gelirinin payı 1970’lerin ortalarından 2019’a kadar, bazı iniş çıkışlarla birlikte, düştü. Tabiî sermayenin payı da yükseldi. Bunun bir göstergesi olarak, tüm büyük ekonomilerde, tepedeki yüzde 10’un ulusal gelirdeki payı yükselirken alt yüzde 50’nin payı düştü. (15) Yoksulluğun tanımı manipüle edilerek azalmış gibi gösterilse de yoksulluk gelişmekte olan ülkelerdeki emeğin merkezi bir özelliği olarak kalıyor. Bir zamanlar refah devletinin doruğu olarak lanse edilen Avrupa için bile, sosyal-demokrat teorisyen Wolfgang Streeck şunu kaydediyor: “Longue duree (uzun durgunluk-bn) sürecinde Avrupa’nın sosyal politika yörüngesinin analizinden çıkan sonuç, federal sosyal-demokratik refah devletinin küresel piyasaların rekabetçi uygulamasına dönük bir mutasyona uğradığıdır.” (16) Kısacası, işçi sınıfı her yerde kaybetti.
Bu artan eşitsizliğin büyük bölümü, gelişmiş ülkelerde sendikaların göreli gerilemesine ve bunu izleyen ücret durgunlaşmasına, dünya çapındaki imalat üretkenliğinin devam eden yükselişine ve gelişmekte olan ülkelerdeki düşük ücretli formal ve enformal işçilerin dünyanın üretim sistemlerine katılmasına ilişkindir. Bu eğilimler her yerde artan sömürü oranlarına katkıda bulunur. Ekonomi-politikçi Anwar Shaikh’in ileri sürdüğü gibi, “Gelir eşitsizliğinin genel derecesi nihayetinde kârların ücretlere oranına, yani eklenen yeni değerin bölüşümüne, dayanır.” (17) Bu oranın sermaye lehine yükseltilmesi için, çalışmanın gözetlenmesi, ölçümü, nicelikleştirilmesi ve standartlaştırılmasının ileri yöntemleri, her yerdeki işçileri ağır biçimde etkiliyor.
Dünya çapında yüz milyonlarca işçi için, emek, öncelikle işi yoğunlaştırmak için kullanılan, yüksek teknolojili otomasyon ve dijital yönetim rejiminden türemiş görünen, tüketici bir fiziksel çaba olmaya devam ediyor. İşçinin nerede veya nasıl istihdam edildiğinden bağımsız olarak, çalışmanın hızı ve yoğunluğu, her koşulda, sermayenin dünyaya yayılan geniş “tam zamanında” (just-in-time) koridorları boyunca güdümleniyor.
Çalışmanın doğasında son 20 yılda değişen; dijital teknolojilerin, bireylerin ve grupların çalışmasını ekranlaştırması, nicelikleştirmesi, standartlaştırması, modülerleştirmesi, izlemesi ve yönetmesindeki kullanım, nüfuz ve uygulama düzeyidir. (18) Çoğu çalışma-bağlantılı teknolojinin dijitalleşmesi, çalışmanın, Taylor’un dakika ve saniyelerinden farklı olarak, nano-saniyelerle ölçülmesi ve bölünmesi anlamına gelir. Yalın üretime “strese dayalı yönetim” yoluyla basitçe “israfın” kaldırılmasının ötesinde bir kesinlik kazandırılır. Aynı zamanda çalışmanın her bağlamının nicelikleştirilmesi anlamına gelir. Nicelikleştirme yoluyla basitleştirme hızlandırmayı mümkün kılar ve hız nicelikleştirmeyi gerektirir. Stres ölçülebilir ama duygular, mesleki eğitimin etkileri veya işçilerin gömülü becerileri ölçülemez. Tüm bunların hizmetlere uygulanması yirminci yüzyılda yerel tüccarlar ve küçük firmalar tarafından yürütülen hizmet ve işlerin zaten kurumsal tedarikçilere dönüşmesiyle başlamıştı, ardından yalın hatlar boyunca yeniden organize edildi ve şimdi de -çağrı merkezlerinden otellere ve ev bakımına kadar- dijital olarak yürütülüyor.
Bugün dijital olarak yürütülen ölçümler sağlık bakımı ve eğitim gibi alanlardaki mesleki çalışmaya da uygulanıyor. Bu alanlardaki veriler de, tıpkı fabrika veya dağıtım deposunda olduğu gibi, işçilerden toplanıyor ve sonra onlara karşı kullanılıyor. Böylece, öğretmenler “standartlaştırılmış bilgi”ye dayalı standartlaştırılmış testlerdeki öğrenci notlarıyla (sözde öğretmenlerin ürünü) ölçümleniyorlar ve “test etmeyi öğretmek” zorunda kalıyorlar. Bu arada hastane hemşireleri GPS ile izlenebiliyor ve standart tedavileri belirleyen algoritmik Klinik Karar Destek Sistemleri tarafından yönetiliyorlar. Veya, her iki durumda da, standart görevleri yürüten daha az nitelikli ve daha az masraflı işçiler onların yerlerini alıyor. Bunlar çoğunlukla “duygusal emek” veren kadın işçiler olduğundan, işin duygusal içerimi sermaye tarafından kayıtsız bir beleşçilik haline getiriliyor- toplumsal yeniden üretim emeğinin karşılıksız yönü, evde değil işte gerçekleştirilmiş oluyor. (19)
Amazon’un dijital olarak kontrol edilen işçilerin en çok verilen örneği olmasının yeterli nedeni var. Amazon’un California dağıtım merkezi üzerine yeni bir çalışma işçilerin çalıştığı ortamı şöyle tanımlıyor: “Bir müşterinin Amazon Prime’daki ‘siparişinizi belirtin’ kısmına istediğini ertesi gün almak için tıklar tıklamaz ortaya çıkan vahşi balenin kareografisini yapan şirket, dalgalanan tüketici talebiyle senkronize olarak işgücünü sayısal olarak yukarı ve aşağı ‘esnetmek’ için, devasa iletişim ve dijital teknoloji ağı, depo tesisleri ve makineleri içindeki algoritmik ve teknik becerisinden yararlanıyor.” Dünyanın dört bir yanındaki benzer tesislerde, işin kendisi, çalışanları takip eden, zamanlayan ve seçili ürüne yönlendiren tarayıcılar ve elde taşınan veya bileğe takılan bilgisayarlar tarafından yönlendirilir. Ayrıca ürünleri toplayan Kiva robotları tarafından da güdümleniyorlar. (20) Bunlar işçi direnci engellemediği sürece her yerde çalışmanın prototipidir.
Günümüzün işyeri teknolojisinin başka bir boyutundan ise nadiren bahsedilmektedir: Amazon deposunda çalışanlar küresel işgücünün kendisi gibi çok ırklı ve çok ulusludur. 2020’deki uluslararası Black Lives Matter yükselişinin de altını çizdiği gibi, ırk ve ırkçılık, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde derinlemesine yerleşmiş olsa da, dünya çapında ve kölelik ve sömürgecilik günlerinden beri vardır. Kapitalizm koşullarında ırkçılık, yalnızca işçi sınıfını bölmenin bir yolu değil, aynı zamanda “yaşama şansı” ırksal ve etnik engellerle kısıtlanan ırksal veya etnik gruplara işçi sınıfı statüsü dayatmanın bir aracıdır. Sınıf oluşumunda da etkili olan bir güçtür. Dolayısıyla Afro-Amerikalılar orantısız şekilde işçi sınıfı ve yoksuldur. Kapitalizm, kölelik ve sömürgeci fetih döneminden ırkçılığı miras almış olsa da, yine iş ve işçileri kuşaklar boyunca eşit olmayan ırk, etnik, cinsiyet ve ulus saiklerine göre tahsis etti. (21) Yapay zekâ ve algoritmalar, bu tarihi bağlamda yetiştirilmiş, çoğu zaman eski, genellikle bilinçsiz varsayımların çoğuna sahipken, aynı zamanda zorunlu olarak geçmişe dayanan verileri kullanan insanlar tarafından kullanılmaktadır. Bir analistin ifade ettiği gibi, “Geçmiş çok ırkçı bir yerdir. Ve Yapay Zekâyı eğitmek için sadece geçmişten gelen verilere sahibiz.” (22) Bir matematikçinin, polis tarafından yüksek suç alanlarının “tahmin edilmesi” için kullanılan yapay zekâ programlarının ırksal sonuçları hakkındaki argümanı, hayatın her alanında geçerlidir: Irksal olarak önyargılı veriler “tehlikeli bir geri bildirim döngüsü yaratır”, ırksal klişeleri ve buna bağlı işçi dağılımını ve ırksal “hayat şansı”nı pekiştirir. (23)
Daha öfkelendirici örneklerden biri, işverenler ve polis departmanları tarafından kullanılan ve karanlıkta komplike bireyleri birbirinden ayırmada hep başarısız olan yüz tanıma teknolojisidir. (24) Amazon California deposunda düşük ücretli, aşırı çalışan işçilerin çoğunun Latinx veya Siyah olması tesadüf değildir. Ne de olsa ırkçılık, sermayenin artık teknolojisine gömülü sınıf mücadelesi alanlarından biridir. Aynısı cinsiyet ve cinsiyetçilik için de geçerlidir. Örneğin hemşirelere uygulanan Klinik Karar Destek Sistemleri, “kadınları ve azınlıkları sistematik olarak dışlayan” klinik araştırmalara dayanmaktadır. (25)
Yerli üretimi karakterize eden ve emek dünyasını şekillendiren teknoloji, istihdam modelleri ve mal, hizmet ve sermaye akışı, sırayla, ürünleri ve değeri dünyanın her yerine taşımak için derinleşen uluslararası bir malzeme altyapısına dayanır. Sermayenin bu malzeme koridorları genellikle bilindik yollar, demiryolları, deniz nakliye hatları, limanlar, boru hatları, hava alanları ve geleneksel depolardan oluşur. Ancak artık büyük şehir tabanlı lojistik tesis ve işçilik kümelerini, henüz 1990’ların sonlarından itibaren yaygın olarak kullanılan kilometrelerce fiber optik kabloları, uygulamada daha da yeni olan veri merkezlerini ve depolama yerine hızlı dağıtım için yeniden yapılandırılan ve teknolojik olarak dönüştürülen dağıtım merkezlerini içeriyor. Çoğunlukla gömülü olan bu altyapı, onu inşa eden ve işlemesini sağlayan milyonlarca işçinin emeği tarafından oluşturulur ve buna bağlıdır. Teknoloji kontrolü dayatıyorsa, altyapının sürekli işgücü girdisine bağımlılığı da, işçilere kendi kontrol olanaklarını sunar -sermayenin amansız değer hareketini ve dolayısıyla birikim sürecini yavaşlatma veya durdurma yeteneğini.
Marx taşımacılık ve iletişimi değer üretiminin bileşeni olarak gördü. (26) Dolayısıyla, sabit sermayenin bu gömülü havuzlarında ve malları, verileri ve finansmanı bu altyapı üzerinden taşıyan kamyonlarda, trenlerde, gemilerde, uçaklarda, kablo istasyonlarında ve veri merkezlerinde çalışan dünyanın dört bir yanındaki on milyonlarca işçi, fabrikalarda veya hizmet sunum alanlarında çalışanlar kadar üretim işçileridirler. Sermaye döngülerinin işler hale gelmesini ve bu işleyiş hızının büyük bölümünü sağlarlar. Bu sermaye döngülerinin, günde milyonlarca kez ardışık ve eşzamanlı olarak tekrarlanan, Marx’ın tanıdık formülü P-M-P’ ile hareket etmesi, bu ulaşım ve iletişim yolları üzerinden ve içinden gerçekleştirilir. Bu sürecin gerçekleşme hızı potansiyel kârı belirler. (27) Ve kuşkusuz, küresel rekabet tarafından yönlendirilen hız ve “tam zamanında” teslimat, çağdaş üretim ve lojistiğin temel özellikleri haline gelmiş bulunuyor. Bu, veri, bilgi ve para hareketlerinde çalışanlar için, bir TIR’ı sürenler, bir konteynır gemisini yüzdürenler, bir boru hattını koruyanlar veya bir fabrikada çalışanlar, yani canlı emekgücünü ölü emekle birleştirerek değer üretenler için geçerlidir. Ne bu altyapı ne de onun üzerinde ve içinde işleyen sermaye ekipmanları, emeğin eli ve aklı olmadan yaşama geçemez. En otomatikleşmiş sistemler bile sürekli bakım ve onarım ister. Örneğin, 2020 başlarında, Amazon’un Amerika ve İrlanda’daki tam otomasyon olduğu varsayılan 39 veri merkezinde çalışan 10 bin işçi bunların vınlamaya devam edebilmesini sağlıyordu. (28)
“Bulut” veya siberuzay dedikleri, fiber-optik kablolar, veri merkezleri, iletkenler, bilgisayarlardan oluşan genişletilmiş bir malzeme kompleksinden fazlası değildir. Bir New York Times makalesinde söylendiği gibi, “İnsanlar verinin bulutta olduğunu sanıyorlar, ama değil. O okyanusta.” Aslında aynı zamanda deniz altında olduğu kadar toprağın üzerinde ve altında, 19. yüzyılın ortalarındaki telgraf kablolarının döşendiği aynı yolları izliyor. Bugünün fiber-optik kabloları internet trafiğinin yüzde 95’ini taşıyor. Tüm bağlantılı malzeme sistemi ve bileşenleri çok kırılgan, kopma ve kesintiler sık. (29) Sistem, kablo gemilerindeki işçiler, dünyanın dört bir yanındaki kablo istasyonlarında çalışanlar, ulusal telekom şirketlerinde çalışan işçiler, çok büyük miktarlarda üretim yapan veri merkezlerinde çalışanlar tarafından kurulur ve onarılır. James Bridle’ın ifadesiyle, “Sistem muazzam miktarda atık ısı üretir ve buna karşılık dönümlerce klima sistemiyle soğutma gerektirir.” (30) Hepsi, sırayla, işletilebilmek için insan emeği gerektirir. Bu maddi değilmiş gibi görünen veri ve para hareketlerinin her noktasında çok çeşitli ve farklı becerilerle çalışan işçiler olmadan bir hareket de olmazdı. İnsan emeği ile birleşmeyen dijitalleştirme yoktur.
Sermaye yatırımlarının görece düştüğü bir dönemde, sayısız milyar dolar bu altyapının genişletilmesine ve derinleştirilmesine harcandı. Bir nevi daha geniş bir altyapı tanımı kullanan Price Waterhouse Coopers, 2010-17 döneminde, devlet yatırımlarının ana rolü oynadığı bu altyapıya özel kaynaklar tarafından 1,7 trilyon dolar yatırım yapıldığını tahmin ediyor. (31) Durmaksızın yeni kablolar döşeniyor, limanlar ve kanallar açılıyor ve genişletiliyor, yeni kıtalar-arası demiryolları kuruluyor, daha fazla havaalanı yapılıyor, eskileri genişletiliyor. (32) Bu yatırımlar çok büyük olsa da, sadece başlangıç maliyetini ve emek girdisini temsil ediyor. Akhil Gupta’nın dünya çapındaki çok sayıdaki altyapı projesi hakkında söylediği gibi, “Proje tamamlanır tamamlanmaz ve resmen açıldığı ilan edilir edilmez, onarılmaya başlanır.” (33) Yani, altyapıdaki “ölü” emek tam “yaşam” fonksiyonlarını sürdürebilmek için sürekli canlı emek girdisine gereksinme duyar.
Bu altyapı genişletmenin ana güçlerinden biri olan, Çinli Başkan Xi Jinping’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi, 2013’te başlatıldı. Bu büyük ölçüde borçla fonlanan, “Pasik’e, Hint Okyanusu’na ve Afrika’nın derinliklerine” olduğu kadar Ortadoğu ve Avrupa’ya yayılan bir süper otoyollar, demiryolları (Çin’den Avrupa’ya 3 tane), limanlar, havalimanları ağıdır. 2015’te Çin 900 projeye harcamak için 890 milyar dolar ayırdı. (34) 2019’da analizci Daniel Yergin’e göre, “enerji, altyapı, ulaşıma odaklanan bütünsel potansiyel yatırım miktarı 1,4 trilyon dolar olarak tahmin ediliyordu- daha önce görülmemiş bir meblağ.” (35) Bu tür girişimler Orta ve Güney Asya’nın, Ortadoğu’nun ve Afrika’nın geniş uzamları boyunca muazzam sayılarda işçilerin çalışması anlamına gelir, bu projelere hayat veren de ve kolektif eylem yoluyla onları durdurabilecek olanlar da onlardır.
Tüm bunlar bir ekonomik türbülans ve yinelenen krizler, daha fazla ihmal edilemez hale gelen bir iklim krizi ve şimdi de COVID-19 pandemisi döneminde oluyor. Bunların her biri, statükoya muhalefet eden toplumsal aktivizm, grev eylemleri ve kitle hareketlerinde dramatik bir artışa katkıda bulunuyor. Hemen her yerde bu grevler, kitle gösterileri ve hareketleri, bazen savaşlar tarafından da derinleştirilen, ekonomik değişimden, yerinden edilmeden ve basınçtan kaynaklanıyor. Ama çoğunlukla, dünya çapındaki halklara yeni acılar getiren hükümetlere ve neoliberal politikalara ve bunlara eşlik eden yolsuzluklara karşı oldukları ölçüde politik bir anlama da sahipler. Arap Baharı 2011 ile başlayan ve daha ivmelenmiş biçimde COVID-19 pandemisi 2020 sürecinde devam eden uluslararası isyan dalgaları, bu yazıda bütünüyle incelenemeyecek kadar kapsamlı bir konu. Bunun yerine, bazı temel karakteristiklerini ve bu genel isyan içinde işçi sınıfının rolünü analiz etmeye çalışacağım.
Risk-değerlendirmesi firması Versisk Maplecroft’un 2019’da “sivil rahatsızlık” analizine göre, yalnızca 2019’da 47 ülkede, yani tüm ülkelerin neredeyse 4’te birinde, büyük çaplı sosyal hareketler görüldü. Bu istatistik, Kuzey Amerika hariç tüm bölgelerini süpüren gösteri dalgalarını gösteriyor. (36) Ancak, Kuzey Amerika’daki, birkaç büyük grevi, dev Black Lives Matter isyanını ve Haziran kitlesel sokak hareketlerini ve Puerto Riko’daki grevleri de içeren bazı önemli eylemleri gözden kaçırıyor. (37) Bu “sivil rahatsızlık”a, 2020’deki Belarus, Tayland ve Rusya’nın uzak doğusunu; Endonezya’daki kitle grevlerini, ABD’deki ve birçok ülkedeki Black Lives Matter isyanı gibi yeni, çok görünür kitle hareketlerini ve devam eden gösterileri de eklemek gerekir. (38)
Bu hareketlerin birçoğu çeşitli sınıfsal arkaplanlara sahip öğrenciler veya aktivistler tarafından başlatıldı, o zaman bu “sivil rahatsızlıklar”da çalışan sınıftan kitlelerin ve örgütlerin oynadığı rolün ne olduğu sorusunun yanıtlanması gerekir.
David McNally “kitle grevinin geri dönüşü”nü dikkate değer bir ayrıntıyla analiz etti. 2008 resesyonundan itibaren gerçekleşen kitle grevlerini değerlendirirken, 2020’de şöyle yazıyor:
“Büyük Resesyondan (2008-9 krizi-çn) itibarenki on yılda, muazzam bir genel grevler dizisine (Guadeloup ve Martinik, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Kolombiya, Şili, Cezayir, Sudan, Güney Kore, Fransa ve birçok başkası) olduğu kadar devletin tepesindekileri devirmede rol oynayan grev dalgalarına (Tunus, Mısır, Porto Riko, Sudan, Lübnan, Cezayir, Irak) tanık olduk.” (39)
İlaveten, dünya çapında genellikle toplumsal yeniden üretim konularına bağlı çeşitli ölçekte kitle grevleri yaşandı, bunlar arasında ABD’deki 2018-2019 öğretmen grevleri de var. McNally’nin işaret ettiği gibi, kitle grevi kadın hareketine de uyarlandı, özellikle Uluslararası Kadın Grevi 2017 ve 2018’de “Yüzde 99’un feminizmi” adına 50 ülkede gerçekleştirildi. Bazı kitle grevleri, diye kaydediyor, daha geniş sokak ve meydan hareketlerinin tam ortasında gerçekleşti. Hong Kong, Şili, Tayland, Ukrayna, Lübnan ve Irak bunun örnekleridir. (40)
İsyanın merkezinde yer alan işçi sınıfı eylemleri, birkaç genel istatistik rakamdan da görülebilir. Avrupa Sendika Enstitüsü 2010-2018 döneminde AB’de 64 genel grevin gerçekleştiğini hesaplıyor, bunların neredeyse yarısı Yunanistan’da. (41) Daha geniş bir çerçevede, ILO, 56 ülkeyi kapsayan bir araştırmada, 2010-2019 döneminde, çoğunlukla imalatta olmak üzere, 44 bin iş durdurma olduğunu belirtiyor. ILO yazarı, veri sınırlılıklarına atfen, grev sayısının “44 binden çok daha fazla olabileceği”ni de ekliyor. (42) Yalnızca Çin’de, Çin Emek Bülteni 2015-2017 döneminde çok geniş bir sanayi alanında 6,694 grev sayıyor. Lu Chunsen Çin’de 2011’den Mayıs 2019’a kadar imalat işçilerin, güvencesiz çalışma biçimlerine, kentlere yığınsal göç ve devletin grev yasaklarına karşın, 3220 grev olduğunu tahmin ediyor. (43) Burada enformal göçmen işçilerin formal işgücü ile birleşmesinin -ve birbirini izleyen eylemlerinin- bir örneğini görüyoruz.
Sendikaların son dönemki mücadelelerde önemli roller oynadığını biliyoruz, orta sınıf sendika yöneticileri kendilerini kitlelerin önüne çıkarmış olsalar bile. Belarus’ta örneğin, BBC’nin röportaj yaptığı bir sendika yöneticisi isyanın başlıca liderlerinden biri olduğunu iddia ediyor. Dahası, katılımcılar gösterilerin “geniş çaplı işyeri hareketlerini içeren daha geniş işçi sınıfı hareketine” yayıldığını rapor ediyor. (44) Arap Baharının ayrıntılı bir analizinde, Anand Gopal, çoğu Arap isyanında sendikalı işçiler kilit bir rol oynarken, Suriye isyanının başlangıç evrelerindeki parçalı işçi sınıfı kitleleri önce gecekondu bölgelerinden geldi ve “hareketin tabanı Suriye elitini tehdit edebilecek yapısal güce sahip olmayan güvencesiz, yarı-çalışan işçilerden oluşuyordu.” (45)
Başka deyişle, 2011’in kitle tabanı çoğu Arap ülkesinde, hem örgütlü işçi sınıfından hem de enformal işçilerden geldi, çoğu, yukarıda görmüş olduğumuz gibi, şu veya bu zamanda, Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın petrol alanları, boru hatları, Süveyş Kanalı ve çok sayıda limanında işleyen uluslar arası sermayenin KDZ’lerine çekilmiş olanlardı. Gopal aşırı güvencesizliğin (precariousness) ve enformal çalışmanın zayıf bir güç anlamına geldiğini ileri sürüyor. Oysa, çoğu gelişmekte olan ülkede, bu tür işçiler mahallelerinde ve ulusal sendikalarda, enformal işçi derneklerinde, göçmen işçi örgütlerinde, kooperatiflerde olduğu kadar işyerlerinde örgütlenerek, işçilerin kuşaklar boyu yaptığı gibi sokaklara ve meydanlara dökülüyorlar. (46)
Kitle grevcilerinin ve göstericilerinin karışık-sınıf görünümü, aynı zamanda eğitimli kesimlerin “proleterleşmesinin” bir sonucudur, örneğin öğretmenler ve hemşirelerde olduğu gibi, işleri yukarıda tarif ettiğimiz süreçlerle standartlaştırılmış ve daha sıkı yönetime tabi olmuştur, çok sayıda eğitimli “millennials”ın (üniversiteye ve çalışma yaşamına 21. yüzyılda girenler-çn) işçi sınıfı işlerine girmesi gibi. Burada, sınıf çizgileri bulanmış gibi görünüyor, ama bu kuşağın ve sonrakinin çoğunluğunun toplumsal kaderi açık biçimde işçi sınıfıdır. Bunlardan bazıları “platform” işçilerinin veya teslimat ve diğer işçilerinin, pandemi bağlamında “asli” olduğu yeni keşfedilen ve bu toplumsal dönüşüm sürecini hızlandıracağa benzeyen yeniden üretim işçilerinin grevlerinde görülüyor.
Net görünen şu ki, öğrenciler başlatıcı bir rol oynasın oynamasın veya orta-sınıf profesyonelleri ve politikacılar liderlik rolünü alsın almasın, son 10 yılın isyanlarının kitle tabanı bileşimi işçi sınıfıydı ve dikkate değer bir noktaya kadar geleneksel kitle grevi silahını kullandılar. Sendika üyesi ve kadrolu çalışan olsunlar veya olmasınlar, Rosa Luxemburg’un 1905 Rusya Devriminde analiz ettiği kitlelere çok benzeyen biçimde, grevleri “en çeşitlenmiş eylem biçimlerinin muazzam bir çokluğunu gösteriyordu.” (47) Tüm bu dönem işçi sınıfının hem ekonomik hem politik taleplerle öz-etkinliğinin bir örneğidir.
Bununla birlikte, grevler ve kitle hareketleri hiçbir yerde işçilerin kendileri için siyasal iktidar veya sosyalizme yakınsayan bir program arayışına girmedi. Hiçbir yerde işçi sınıfı veya geçiş sürecindeki karışık sınıflar bu tür amaçlar için örgütlenmedi. Bazı durumlarda, fark edilebilir liderler bile ortaya çıkmadı. Ancak, katılımcıların “en çeşitlenmiş eylem biçimlerinin muazzam çokluğu” içinde örgütlenmesi, çoğunlukla sosyal medyanın olanaklı kıldığı ağlar yoluyla gerçekleşti.
Bu isyan çağının potansiyelini analiz etmedeki zorluk, kapitalizmin üç krizinin ve özellikle de pandeminin çeşitli sanayiler ve KDZ’ler üzerindeki belirsiz etkileri ile birleşir. Bu tür kurgular başka bir makalenin konusudur. Süregiden isyanın potansiyellerinin yararlı bir kavranışı en iyi McNally tarafından tanımlanıyor: “Yeni grev hareketleri, işçi sınıfının militan direniş kültürünün yeniden harmanlanmasının habercileridir, sosyalist politikanın gelişebileceği verimli topraktır.” (48) Bu yeniden harmanlanmanın genel bir işçi sınıfı ayaklanmasını ortaya çıkartıp çıkartmayacağını kestirmek olanaksız. Ama Birleşik Elektrik İşçileri temsilcisi Mark Meinster’in Labor Notes’da yazdığı gibi, “İşçi sınıfı isyanları genellikle toplumda bir bütün olarak derin toplumsal değişimler yaşanırken gerçekleşir; örneğin ani ve geniş çaplı ekonomik yer değiştirmeler, yönetici elitlerin ciddi meşruluk kaybı, veya aşırı siyasal istikrarsızlık gibi.” (49) Bu bugün emeğin dünya çapında karşı karşıya olduğu durumu tarif ediyor.
Dipnotlar:
Orijinal makale: Kim Moody, “Workers of the World: Growth, Change, and Rebellion”. New Politics, Winter 2021 (New Politics Vol.XVIII No. 2, Whole Number 70)
Kaynak & Çeviri: Devrimci Proletarya
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.