Toplumsal yaşam bütünlüğünün bağrında gelişen üretici güç (“üç an”dan birincisi), komünal üretim ilişkilerini ve bu ilişkilere göre biçimlenen toplumsal düzeni (ikincisi olan “toplumsal durumu” ve dolayısıyla aile ve kadın-erkek ilişkilerini) sarsmaya, bozmaya, komünal düzeni dönüştürmeye, bireyi ve toplumu (üçüncüsü olan bilinci) peşinden sürüklemeye başlar
Emek ile emeğin nesnel koşulları (doğa) arasındaki ilişki, aynı zamanda özgürlüğün gelişimini de belirleyen bu ilişki, üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında ayrılma zorunluluğuyla karşı karşıya kalır. Zorunluluğun koşullarına geçmeden önce ayrılmaya Marx’tan bir alıntıyla parantez açalım:
“Açıklanması gereken şey, canlı ve faal insanların doğa ile metabolik alışverişlerinin inorganik koşullarıyla olan birliği, dolayısıyla doğayı mülk edinmeleri değildir, ne de bu bir tarihsel sürecin sonucudur. Açıklanması gereken şey, insan varlığının bu inorganik koşullarının bu faal varlıktan ayrılışıdır -ancak ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkide eksiksiz olarak tamamlanan bir ayrılma.” (Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, sf. 79-80).
Ayrılma, insanın içinde yaşadığı doğa ile, diğer bir anlatımla kendi organik yaşamının nesnel koşulu olan doğanın inorganik koşullarıyla kendisi arasında, kendisi için üretim faaliyeti içinde gelişen doğal-insanal ilişkisinin, yani emekle özdeşleşen doğal sahiplenmenin dönüşüme uğrayarak özsel olarak ortadan kalkmasıdır. İnsanın üretim faaliyeti ile onun nesnel koşulları, aralarındaki doğal özsel ilişkiyi yitirerek birbirinden ayrılır, tarih boyunca farklı bireylerde farklı biçimlere dönüşerek varlığını bugüne kadar sürdürür.
Üretici güçler, emek ile onun nesnel koşulları birbirinden ayrılmadan doğal-komünal biçim altında gelişmesini sürdürebilir miydi? Komünal toplum köleci topluma nasıl dönüştü? Burjuva idealist akımların insanın doğasında ezelden beri var olduğunu, insanı belirlediğini ve sonsuza dek belirleyeceğini iddia ettikleri bencil bireyciliğin tezahürü sonucunda mı yıkıldı komünal toplumlar? Erkeğin biyolojik ve fiziksel farklılığını egemenliğe dönüştüren şey insanın bencil bireyci doğası mıydı? vb… Sorular çoğaltılabilir.
Marx ve Engels öncelikle şu tarihsel gerçekliğe vurgu yaparlar: “… şu üç an, üretici güç, toplumsal durum ve bilinç aralarında çatışma haline gelebilirler ve gelmek zorundadırlar, …” (K. Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, sf. 62, bba)
Marksizmin sözün ettiği “üç an”, yani insana ait ve hareket halindeki üç maddi gerçeklik (“üretici güç, toplumsal durum ve bilinç”) her biri kendi varlığını oluşturan farklı iç dinamiklere: 1- Üretici güç, emeğe ve emek araçlarına (doğaya), 2- Toplumsal durum, belli ilişkiler içinde olan bireyler topluluğuna, örgütlenme biçimlerine, belli bir toplumsal düzene; 3- Bilinç, beyine, onu var eden organik bedene ve etkisi altında geliştiği bireysel-toplumsal-doğal ilişki nesnelerine sahiptirler.
“Üç an” ya da toplumsal üç temel unsur, toplumsal varlık ve yaşam bütünlüğünün iç dinamiklerini ve aynı zamanda içsel ilişkilerini oluştururlar. İnsan tarihi (doğa tarihinin organik bir parçası olarak) bu üç unsurdan her birinin diğerini kendi varlık nedeni olarak üretip geliştirdiği diyalektik ilişkiler bütünlüğü içinde ilerler. Dolayısıyla üçü de hem birbirlerinin varlık nedeni olarak birbirleriyle etkileşim hem de her biri belli bir özerklik içinde hareket halinde, ilk aşamalarda yavaş ancak eşit olmayan bir hızla gelişme gösterirler. Komünal toplumu yıkılmaya mahkum eden şey, Marksizmin açıkladığı bu eşitsiz gelişme yasasıdır. Bu yasa insan bilincinin, hatta burjuva idealizminde kurgulanan bencil, çıkarcı, çatışmacı birey iradesinin ürettiği ya da “İdea, Mutlak Fikir” gibi idealist felsefi kavramların uğrağı olarak ortaya çıkan bir yasa değildir. On binlerce yıl süren komünal tarih aşaması ve komünal ilişkilerin çözülme biçimi nesnel maddi gerçekliğin irade dışında, maddi toplumsal bütünlüğün iç ilişkilerinin hareketinde içkin olduğunu bilimsel olarak kanıtlar.
Öyleyse eşitsizliğinin kaynağı nerededir? Sorunun yanıtına geçmeden önce, toplumsal yaşam bütünlüğünün iki tür yeniden üretimin birbirini yeniden var eden zorunlu ilişkisi üzerinde varlık sürdürdüğünü hatırlayalım: 1- Geçim araçlarının üretimi 2- Kendi neslinin üretimi.
İnsanın kendi neslini yeniden üreten (doğal işbölümü) kadın-erkek ilişkileri, yani toplumsal cinsiyet olarak örgütlenmiş aile biçimleri bu üç unsurdan “toplumsal durum”un; geçim araçlarının üretimi ise “üretici güç”ün içinde gelişir.
Toplumsal yaşam bütünlüğünün bağrında gelişen üretici güç (“üç an”dan birincisi), komünal üretim ilişkilerini ve bu ilişkilere göre biçimlenen toplumsal düzeni (ikincisi olan “toplumsal durumu” ve dolayısıyla aile ve kadın-erkek ilişkilerini) sarsmaya, bozmaya, komünal düzeni dönüştürmeye, bireyi ve toplumu (üçüncüsü olan bilinci) peşinden sürüklemeye başlar.
Üretici güçler gelişir toplumsal durumun önüne geçer; bilinç her ikisindeki gelişmelerin insanlığı nereye doğru götüreceğini kavramakta yetersiz kalır; artan ihtiyaçların ve üretici güçlerin gelişimini hızlandıran yeni üretim ilişkilerinin (meta ve özel mülkiyetin) peşine takılır. Bu durum, eş zamanlı olarak kadın-erkek ilişkisine de yansıyan, onun gerçek doğal-insanal özünü ve eşitliği binyıllara yayılan çok küçük adımlarla tasfiye ederek tarih boyunca değişen üretim ilişkilerine göre farklı biçimlere dönüştürerek bugünlere getiren sürecin tarihsel zorunluluğudur. Bu nedenle, kadın-erkek ilişkisinin tarihsel gelişimi, eşitsizlik ve erkek egemenliği bu koşullardan bağımsız ele alınamaz.
Geçim araçlarının üretiminde giderek artan üretkenlik, emeğin giderek daha fazla artı-ürün üretir hale gelmesi, kabilelerin birbirinden faklı üretim konularına sahip olmaları, nüfusun artması, ihtiyaçların çeşitlenmesi, farklı ürünleri değişme (mübadele) ihtiyacı ve bunun sonucunda gelişen önce kabileler arasında başlayan işbölümü komünal toplumları uygarlığa (özel mülkiyet çağına) doğru götüren ilk dinamikleri oluştururlar.
Artı-ürünün yol açtığı ve giderek toplumsal bir altüst oluşa neden olacak ilk adım, komünal düzenin bağrına hukukun ilk tohumunu da atan gelişme, önce aşiretler arasında başlayan trampadır. Trampa, üretimin amacını değiştirir. İlkin her aşiret, ihtiyaç duyduğu ama kendisinin üretmediği ya da az üretebildiği ürünü başka aşiretten ayni bedel karşılığında alabilmek için kendi üretiminin bir kısmını trampa için üretime dönüştürürken, kendi ürünü kendisi için tüketim nesnesi olmaktan çıkar, araca dönüşür. Zamanla bu ilişkideki amaç aracı belirler. Her aşiret trampa amacıyla kendini belli ürünleri üretmeye hasreder. Trampa sürekli ve düzenli bir hal aldıkça karşılıklı üretimi belirleyerek, kadın-erkek arasındaki doğal-zorunlu işbölümü dışında ilk iktisadi işbölümünün filizlenmesine, ürünlerin kullanım-değeri yanında değişim-değeri kazanmalarına yol açar. Değişim-değeri, iktisadi sistemin temelini atan iktisadi yasa olarak trampayla birlikte tarih sahnesine girer:
“… Trampa, yerli üretimin fazlasının yabancı üretimin fazlasına karşılık değişimidir, genellikle değişim-değeri olarak ürünün ilk ortaya çıkışıdır ve rastlansal gereksinimlerle, heveslerle vb. belirlenmiştir. Ancak sürdürülmüş olsa, sürekli bir eylem olsa, sürekli yenilenmesi için gerekli araçları kendinde içermiş olsa, gene dışsal bir rastlantı ile yavaş yavaş karşılıklı üretimin düzenlenmesi sayesinde karşılıklı değişimin düzenlenmesi gerçekleşir, böylece sonunda emek-zamanında çözüşen bütün üretim giderleri değişimin ölçüsü olabilir. Bu, bize, değişimin nasıl olduğunu ve metanın değişim-değerinin nasıl oluştuğunu gösterir. Değişim-değeri olmuş bir ürün, en başta basit ürün diye belirlenmiş olmaktan başka bir şey değildir; doğal niteliğinden farklı olarak ortaya konmuştur; ilişki olarak konmuştur ve hem de bu ilişki geneldir, bir meta ile değil, her meta ile, akla gelebilecek her ürünle ilgilidir. Öyleyse genel bir ilişkiyi anlatır; kendi kendisiyle, genel emeğin, toplumsal emek-zamanının belirli bir miktarının gerçekleşmesi olarak ilişkili üründür ve bu bakımdan değişim-değerinde dile gelmiş ilişki içinde başka her ürün için eşdeğerdir. Değişim-değeri, bütün ürünlerin özü olarak, bunların doğallığı tamamıyla bir yana, toplumsal emeği gerektirir. Hiçbir şey, bir bütünle ilişkisi olmaksızın genel bir ilişkiyi dile getiremez; ve hiçbir genel ilişki, genel bir şeyle ilişkisi olmaksızın var olamaz….” ( Marx, Grundrisse, sf. 130-131)
Üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkan ve süreklilik kazanan trampa, ileride meta-para-meta ilişkisinde, özel mülkiyette, ilk sınıfsal ayrışmalarda ve devlet düzeninde gelişip berraklaşacak dört temel dönüşüme öncülük eder:
1-Öncelikle emeği değişime sokarak dönüştürür. Canlı emeğin ürünleri, donmuş emek olarak trampa edilirken emek değişim-değerinin evrensel ölçütü olma özelliği kazanarak iktisadi bir araca dönüşür. Ürünlerde donmuş olarak değiş-tokuşa giren emek, zamanla canlı emek biçiminde alınıp satılabilecek veya el konulabilecek bir meta olma özelliğini bu aşamada potansiyel olarak kazanır. Emeğin toplumsal niteliği de değişir. Komünal toplumda her bireyin emeği genelin içinde eriyerek genelleşen bir emektir. Meta değişiminde emek özelleşir.
2- İnsan için üretim, değişim için üretime dönüşür.
3- Trampanın süreklileşmesi ve değişim amaçlı “karşılıklı üretimin düzenlenmesi”yle birlikte değişim-değeri özelliği de kazanan ürün doğrudan-tüketim nesnesi olmaktan çıkarak metaya, diğer bir anlatımla meta dolayımlı iktisat nesnesine dönüştükten sonra tüketime girer.
4- Trampa, insanal öz-doğal öz ilişkisine ilk darbeyi vurur. İnsanın doğa (inorganik bedeni) ile doğal ilişkisi adım adım meta ilişkisine dönüşür. İnsanal öz doğal özden ayrılırken bu durum, meta ilişkileri geliştikçe birey-birey, birey-toplum ve dolayısıyla nasıl olduğunu ayrı bir başlık altında ele alacağımız aile içi ilişkiye de yansır, yabancılaşma başlar.
Aracısız değişim biçimi olarak trampanın attığı iktisadi temel gelişirken, trampa yavaş yavaş ortadan kalkar, yerini önce belli ürün türleri daha sonra para aracıyla gelişen değişim biçimine bırakır. Para, bakır, gümüş, altın madenlerine ölçülebilen değişik ağırlıklarda belli biçimler verilerek kullanılmaya başlar.
“Metaların metası” olarak para, değişim-değerinin bağımsızlığını kullanarak nelere kadir hale gelir, nasıl bir toplumsal güce ve yabancılaşmanın simgesine dönüşür ? Marx, paranın gücünü ve onda doruğa ulaşan yabancılaşmayı Goethe’den bir parçaya atıfla çarpıcı biçimde özetler. Aşağıdaki alıntıyı, ileride devlet kurulduğunda kanunların ve dolayısıyla erkek egemenliğinin ruhunu oluşturacak olan özel mülkiyetin karakteristik özelliklerinin parada somutlaşmış özellikleri olarak da okuyalım:
“Para sayesinde benim için olan şey, ödeyebildiğim, yani paranın satın alabildiği şey, ben kendimin, para sahibi olan ben. Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri, benim niteliklerim ve özsel güçlerimdirler – onun sahibi olan benim ne olduğum ve ne olabileceğim demek ki hiç de benim bireyselliğim tarafından belirlenmemiştir. Ben çirkinim ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki ben çirkin değilim, çirkinliğin etkisi, itici gücü para tarafından yok edilmiştir. Bireyselliğim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana yirmidört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para en yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir; para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır, bunun sonucu beni dürüst sayarlar; ben kafasızım ama para her şeyin gerçek tinidir, nasıl olur da sahibi kafasız olabilir? Üstelik, para tinsel erk sahibi insanları satın alabilir ve kafa adamları üzerinde erklik sahibi olan kişi, kafa adamından daha tinsel erk sahibi değil midir?…
…
Paranın tüm insanal ve doğal nitelikleri bozup karıştırması, olanaksızlıkları bağdaştırması – tanrısal güç – onun, insanların yabancılaşmış, yabancılaştıran ve yabancılaşan türsel özü olarak özünde içerilmişlerdir. İnsanlığın yabancılaşmış erkliğidir o.
İnsan olarak yapamadığın şeyi, demek ki benim tüm özsel birey yeteneklerimin yapamadıkları şeyi para aracıyla yapabilirim. Demek ki para bu özsel güçlerden her birini, aslında olmadığı bir şey durumuna getirir: yani onu kendi karşıtı yapar.” (Marx, 1844 El Yazmaları, sf 231-232)
Özetle, özel mülkiyet ilişkilerinin bencil, bireyci, çatışmacı tüm karakteristik özellikleri en çarpıcı görünümleriyle parada somutlaşır; “İnsan insanın kurdu” olur ama Hobbes’un kurgusunun aksine doğa halinde değil, toplumsallaşan meta sözleşmeleriyle.
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.